Ekososyalizm, ekolojik sorunun nedeni ve sorumlusu olarak kapitalizmi hedefe koymasıyla ve ekolojik sorunun çözülebilir hale gelmesi için bir “eko-sosyalist devrim” öngörmesiyle anaakım ekolojizmden, eko-sosyalizmde yalnızca devlet aygıtının değil kapitalizmin üretim aygıtının/üretici güçlerin de olduğu gibi devralanamayacağını, ekolojiyle uyumlu biçimde yeniden yapılandırılmasını öngörmesiyle de geleneksel sosyalizm anlayışından ayrışır görünüyor.
“Ekososyalizm”, bazıları birbiriyle bağdaşmayan oldukça geniş bir yelpazedeki çok sayıda farklı akımı kapsayacak biçimde kullanılan oldukça muğlak bir kavram. Örneğin Marx’a dayalı bir ekoloji anlayışı geliştirmeye çalışanlar, Marksizm ile romantik, anarşist, liberter, ütopik sosyalizm biçimlerini sentezlemeye çalışanlar, Marksizmi ve bazıları her türlü bilim, teknoloji, sanayiyi reddedenler, Yeşil Sol’un bazı versiyonları vb hepsi, genellikle “ekososyalizm” sepetine dolduruluyor. Ben Paul Burkett ve John Bellamy Foster’ın Marx’a dayalı bir ekoloji anlayışı veya Marksist bir ekoloji anlayışı (ki bunlar arasında da ciddi farklar var) geliştirmeye çalışanları ayrı tutuyor ve bunların eleştirel analizini başka bir çalışmaya bırakıyorum. “Eko-sosyalizm” derken, kendilerini eko-sosyalist olarak tanımlayanların çoğunluğunu oluşturan; ekoloji adına her türlü bilim, teknoloji, sanayi, üretkenlik ve gelişimine karşı olanları veya tümden karşı olmasa bile bunların “radikal biçimde” sınırlandırıldığı ve küçültüldüğü türden bir “sosyalizm”i savunanları; özellikle de bu ikinciler içinde yer alanların Ekososyalist Manifesto ve Tezler’ini ve Michael Löwy, Joel Kovel, Andre Gorz, Daniel Tanura gibi önde gelen isimlerini ve bunların yapıtlarını temel alıyorum.
Ekososyalizm aslında, Marksist olmayan, çoğunluğu anti-kapitalist de olmayan anaakım küçülmeci ekolojizmin bir versiyonudur. Onlarla ekolojiyi kurtarmanın ve korumanın tek yolunun sınai-teknolojik üretim/üretkenliğin radikal biçimde sınırlandırılması ve küçültülmesi olduğu düşüncesinde ortaklaşır. Farkı bu tür bir sınai büyüme sınırlamasının kapitalizmde mümkün olmadığını görerek, toplumun üretken güçlerinin gelişmesi karşıtlığını toplumsal-maddi temelleri sınırlandırılmış veya küçültülmüş bir tür romantik sosyalizm ile realize etmeye çalışmalarıdır.
Ekososyalizmin sosyalizmden anladığı genellikle küçük üretimci, yerelci, toplulukçu, kooperatifçi, desantrilizasyoncu (merkezsizci) ve küçülmeci eğilimler, ve aslen romantik, ütopik, anarşist, liberter sosyalizm versiyonları ve bunların Marksizmle eklektize edilmeye çalışılan biçimleridir. Ekososyalizmin üretim tabanı tasavvurları, emek yoğun tarıma dayalı toplum ile ağırlıklı olarak emek yoğun tarım ve hizmetlere dayalı ve bunların yanında yine emek yoğun bir sanayinin olduğu toplum arasında değişir. Ancak ekoloji adına, üretkenlik düzeyi düşük tutulan, emek yoğun bir toplumu idealize etmeleri değişmez.
Joel Kovel yaşam standartlarının düşürülmesini savunur, Daniel Tanura emeğin toplumsal üretkenliğinin artırılmamasını geleceğin toplumun 4 temel ilkesinden biri haline getirir, Andre Gorz insanın ve doğanın kurtuluşu önünde engel olarak kapitalist ilişkiler sistemini değil “üretim araçları”nı görür ve işçilere “iktisadi akıl”dan özgürleşmek için çalışmayı azaltmanın tüketimlerini azaltmayla mümkün olduğunu vaaz eder, Saral Sarkar geçiş sürecinden itibaren nüfusun azaltılmasını ister, Troy Vettese “eşitlikçi eko-tasarruf” adı altında kemer sıkmayı, zorunlu veganlığı ve gezegenin en az yarısının vahşi doğaya çevirmeyi önerir, Michael Löwy büyümeyi yalnızca yenilenebilir enerji ve geleneksel tarım ve kamusal eğitim, sağlık sistemleri ve kültürel etkinliklerle sınırlandırır. Hepsi her türlü sanayi ve teknolojiye karşı çıkmasa da, bunları da “emek yoğun sanayi ve teknolojiler”le sınırlandırılmasını isterler.
Küçülmeci ekolojizmin esin kaynakları
Küçülmeci ekolojist akımların, tarihsel ve düşünsel kaynakları arasında, yeni-Sismondicilik, yeni-Malthusçuluk, yeni-Fizyokratlık, yeni-Proudhonculuktan esinleri ve çeşitli sentezlerini görebiliriz.
Sismondi, üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisini ve çevrimsel krizlerle sınıf çelişkisinin bununla bağlantısını (kapitalizmin oldukça erken bir evresinde) sezmiş olan ilk ekonomi-politikçiydi. Bir küçük burjuva ekonomi-politikçisi olarak çözüm önerisi ise, kapitalizmi aşmaya doğru değil, geriye doğru, üretici güçleri küçültmek ve küçük üretime dayalı küçük burjuva eşitlikçi bir ütopizmden öteye geçmiyordu.
Malthus’un kötü ünlü “nüfus teorisi” ise, nüfusun geometrik, tarımsal besin kaynaklarının ise aritmetik olarak arttığını iddia ederek, sömürüyü ve sefaleti bu saymaca orantısızlıktan kaynaklanan “ebedi bir doğa yasası” katına yükseltir. Böylece, üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisi, “sınırsız insan arzularına karşılık kıt doğal kaynaklar” tarzı bir “ebedi doğa yasası”, yani mutlak bir “insan-doğa” çelişkisi olarak görünecektir. “İnsan bolluk koşullarında yaşayamaz. Herkes doğanın cömertliğini aynı şekilde paylaşamaz” der. Ona göre insanın doğasında bencillik, herkesin sahip olduğundan daha fazlasını istemesi, bolluk koşullarında aşırı nüfus artışıyla yine kıtlığa yol açacak, kitlesel açlık insanlığın çökmesine yol açacaktır. Bu yüzden diye devam eder; nüfus artışını (aslen sömürülenlerin talep, ihtiyaç ve özlemlerini) kontrol etmek için (toprak ve diğer üretim araç ve koşulları üzerinde) özel mülkiyet zorunludur. Malthusçu bayağılın 1848 devrimlerinden sonra burjuva iktisadı tarafından göklere çıkartılması gibi, sonrasında da kapitalizmin her tarihsel kriz sürecinde neden yeniden hortlatıldığını görmek zor değildir. Açlık, yoksulluk, kıtlık, savaş, soykırım, salgın hastalıklar, sosyal yıkımlar, doğaldır denir bize, bunlar “ihtiyaçlar ile kaynaklar arasındaki dengesizliğin” bir doğa yasası hükmüyle “düzeltilmesi”dir. Günümüz ekolojik küçülmeciler ise, kapitalizmin yalnızca büyümesinin değil krizinin de ekolojik krizi nasıl derinleştirdiğini görmek yerine, ekolojik sınırların kapitalizmi küçülterek düzeltmesini umuyorlar.
Fizyokratlar, doğanın egemenliğini, “doğal düzeni” savunanlar anlamına gelir. Fizyokratlara göre, yalnız tarımsal gıda üreten çiftçiler üretken, geri kalan herkes, işçi sınıfı dahil, üretken olmayan, asalak, fazla-nüfustu. Fizyokratlar, yalnız tarımla uğraşan emeğin üretken olduğunu söylerler, çünkü onlara göre artı-değer ancak toprak rantı biçiminde varolabilir. (Marx, Kapital 1. Cilt) Fizyokratların temsilcilerinden Garnier, sadece tarım işçilerinin toplumu zenginleştirdiğini, “imalat ve ticaret işçilerinin ise ancak kendi tüketimlerinden tasarruf ederek, kendilerini bazı şeylerden yoksun bırakarak” toplumsal zenginliğe katkıda bulunabileceklerini iddia eder. (Aktaran Marx, Artı-Değer Teorileri 1. Cilt). Fizyokratlara göre “doğa en iyisini bilir” ancak bu “doğa”, çözülmekte olan feodal biçim altında tarımda gelişmekte olan “kapitalist doğa (kapitalist tarım)” kuramıdır. Feodal tarımı burjuvalaştırırken burjuva topluma da feodal bir görünüm atfederler. Fizyokratların tarımda yeni gelişim sürecindeki kapitalizmi ve sınıf ilişkilerini, feodal bir tarzda (toplumsal üretim ilişkilerinden değil de, doğadan, topraktan geliyormuş gibi görünen artı-değer biçiminde) doğallaştıran ve meşrulaştıran yaklaşımları, günümüzde “endüstriyelizme karşı ekolojizm” gibi bayraklar altında yürüyen bir çok küçük burjuva ekolojist akımda da tipiktir.
Yeni ekolojik Proudhoncu akımlar (Bookchin ve Öcalan’ın ekolojik-demokratik toplum anlayışları dahil) ise, doğa yıkıcısı kapitalizmi değil, kapitalizmi doğa tahripçiliğiyle birlikte ortadan kaldırmayı mümkün kılan üretimin, yeniden üretimin, emeğin ve doğanın toplumsallaşmasını (ve dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle uzlaşmaz çelişkisini) ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini sorun olarak görürler. “Endüstriyelizm”, “Prodüktevizm” gibi kavramlarla, burjuvazi ile işçi sınıfını, kapitalizm ile sosyalizmi aynı sepete koyarak, kapitalizmi yeni bir toplum-doğa birliği ve uyumu doğrultusunda aşmayı değil, geriye doğru prekapitalizmle harmanlayarak “düzeltmeyi” vaaz ederler.
“Ya eski üretim ve değişim araçlarını, ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi, ya da modern üretim ve değişim araçlarını, bu araçlar tarafından parçalanması kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri içinde çerçevesinde tutmayı arzular. Her iki durumda da hem gerici hem de ütopyacıdır.” (Marx ve Engels, Komünist Manifesto)
Marx ve Engels’in bu belirlemesi, Sismondi, Malthus, Fizyokrasi, Proudhon kuramlarının günümüz yeni versiyonları ve tüm “küçülme” kuramları için de geçerlidir.
“Proudonculuğun tümünde gerici bir çizgi izlenmektedir; sanayi devrimine karşı bir nefret ve bazan açık bazan kapalı biçimde dile getirilen bütün modern sanayi aforoz ederek (…) eski saygıdeğer el emeğine geri dönülmesi isteği. Bu durumda üretici gücümüzün binde 999’unu kaybedecekmişiz, bütün insanlık mümkün olan en kötü emek esaretine mahkum olacakmış, açlık genel bir kural haline gelecekmiş- değişimi herkesin ‘emeğinin tam karşılığını’ alacak şekilde düzenledikten ve ‘ebedi adalet’ gerçekleştikten sonra bütün bunların ne önemi var!” (Engels, Konut Sorunu)
Engels’in söyledikleri, günümüzde “endüstriyalizm, prodüktavizm, modernizm, teknolojizm” kodlamaları üzerinden realize edilmeye çalışılan “demokratik konfederalizm” anlayışı dahil, ekolojizm, feminizm, anarşizm, liberal halkçılık ve post-yapısalcılık ile harmanlaşmış Yeni-Proudhonculuk versiyonları için de geçerlidir.
Ekososyalistler doğanın bir “ekososyalist devrim” ve böyle bir “üretim sistemi revizyonu”ile kurtarılabileceğini ileri sürürler.
“Yeni toplumsal hareketler” içinde eritilmiş işçi sınıfı
Önce, bunun kimler tarafından yapılacak nasıl bir devrim olduğuna bakalım. Ekososyalistlerin en azından bir bölümü, “insan-insan çelişkisi çözülmeden insan-doğa çelişkisi çözülemez” anlayışını benimsemiş görünse de, büyük çoğunluğunda uzlaşmaz sınıf savaşımı temel ve ekseni yoktur ya da “yeni toplumsal hareketler” anlayışı içinde silikleşmiş, içinde eridikleri bulanık ittifaklar biçiminde vardır. 2001 Paris, 2003 Porto Alagre, 2008 Belem, 2010 Cancun sosyal forum ve konferanslarında hazırlanan “Ekososyalist Manifesto”ların ve 2009’da Paris’te hazırlanan “Ekososyalizmin 18 Tezi” metninin, o dönem “anti-küreselleşmeci” denilen, sosyal liberal, liberter ve sivil toplumculuk ağırlıklı “sosyal forumlar”ın ruhu ve Brezilya’da Lulacılar, Fransa’da Melenchon’un Sol Partisi, ATTAC gibi ilişkiler içinde şekillenmiş olduğunu, ekososyalist manifesto ve tezlerin başını çeken ve ekososyalist platform ve kuramın kurucuları arasında anılan Michael Löwy, Andre Gorz, Raymond Williams gibi isimlerin bir ve aynı zamanda “Yeni Sol”un başlıca ideologları arasında olduğunu belirtmek yeterli fikri verecektir. Örneğin Michael Löwy’nin de imzasının olduğu ve Melenchon’un Fransız Sol Partisi ağırlıklı “Ekososyalizmin 18 Tezi” metninde devrim, proleter devrim değil, halk devrimi bile değil, “yurttaş devrimi”dir. (“Eko-sosyalizm üzerine 18 tez”. https://www.ykp.org.cy/ekososyalizm-uzerine-18-tez-2/?fbclid=IwAR2-Fcv-Qvl9_2rOwUFKf4G21IV0fqCDDd8PJLxX6BY7HW_Mt-DPQU5f0MM, 22.12.2013).
Eko-sosyalistler Marx’ın ‘üretici güçlerin ilerlemesini savunduğu ve ekolojik sınırları yok saydığını’, bu yüzden “üretimci endüstriyel kapitalizmden, modern burjuva uygarlığın temellerinden kopuşu yeterince radikal olmadığını” iddia ederler (Michael Löwy, “Dünyayı Değiştirmek Üzerine”. Çev: Yusuf Alogan, Ayrıntı yay.)
“Endüstriyel kapitalizmden (ya da “kapitalizm” kavramını da kenara iterek daha yaygın kullandıkları ideolojikleştirme biçimiyle: “endüstriyelizm” ve “üretimcilik”ten) daha radikal kopuş” gibi ifadeler, Marx’ı tarihsel-diyalektik maddeciliğinden soyarak başaşağı çevirme çabasının açılış hamlesini oluşturur: ‘Marx kapitalizmden koptu ama tam kopamadı, çünkü endüstriyel üretkenlikcilikten kopamadı; çünkü endüstriyel üretim/üretkenliğin gelişmesi ekolojiyle bağdaşmaz, öyleyse sosyalizmle de bağdaşmaz; sosyalist bir endüstriyel gelişim olamaz; sosyalizm üretici güçlerin gelişmişliği/gelişmesi temelinde değil ancak radikal biçimde sınırlandırılması ve küçültülmesi temelinde kurulabilir’ vb diye açımlandığında bu “radikalliğin” iç yüzü daha iyi görülmeye başlanır.
Marx’ın radikalleştirilmesi, Löwy’e göre şöyle olacaktır:
“Bilimsel sosyalizm … bir kez daha ütopyacı olmalıdır. Bu düzeyde, Marksist düşüncenin kapılarını dünün ütopyacı sosyalistlerinden, endüstriyel uygarlığın romantik eleştirmenlerine ve Fourier’in düşlerinden anarşizmin liberter fikirlerine kadar geleceğe ilişkin bütün içgörülere açmak da zorunludur.” (Michael Löwy, “Dünyayı Değiştirmek Üzerine”. Çev: Yusuf Alogan, Ayrıntı yay.)
Bunun, Marx’ın “üretimci endüstriyel kapitalizmden kopuşunu radikalleştirmek” adı altında Marksist tarih biliminden geriye doğru derin bir çözülüş olduğunu görmek zor değil.
Marx ve sosyalizmin toplumsal-maddi koşulları sorunu
Marx, kapitalizm koşullarında üretici güçlerin gelişmesinde, Löwy ve eko-sosyalistlerin sandığı ve iddia ettiği gibi nesnelerin sınırsız üretim ve tüketim olanağını değil, üretici güçlerin toplumsallaşmasını (üretimin, emeğin, yeniden üretimin, bilginin, bireyin, yönetimin, proletaryanın toplumsallaşmasını) bu toplumsallaşmanın kapitalist üretim ilişkileriyle uzlaşmaz karşıtlığını, ve insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinin de gerçek anlamda ve doğrudan toplumsallaştığı komünist devrimci bir toplumun olanak ve zorunluluğunu görür. Bu bir.
İkincisi, Marx için üretim temelinde önemli olan, şeylerin ne kadar daha çok üretilebileceği filan değildir, üretimin toplumsal ve doğayla ilişki tarzıdır. Yalnızca ya da ağırlıklı olarak şeylerin üretiminin ne kadar çok ya da az, ne kadar büyük ya da küçük olduğu/olacağı üzerinden bir sistem eleştirisi ve yeni bir sistem tasavvuru, kapitalizmden daha köktenci bir kopuş bir yana, kapitalizmi aşamaz.
Üçüncüsü, Marx için emeğin toplumsal üretkenliğinin gelişimi sorunu da, her şeyin sınırsızca daha çok üretilmesi ve tüketilmesi değil, toplumun ve bireylerinin ihtiyaçlarını örgütlü, bilinçli ve planlı olarak belirleyebilmesi ve gerçekleştirebilmesi, bu ihtiyaçların gerçekleştirilmesinde toplumsal olarak gerekli toplam emek-zamanın minimize edilebilmesi; herkesin bol serbest zamana sahip olarak çok yönlü yeteneklerin gelişmesi; emeğin üretim zorunlu temeli ve üretici güç olmaktan çıkması; herkes için çok yönlü yaratıcı etkinlik, özneleşme ve özgürleşme olanaklarının gelişmesidir. Toplumsal emek üretkenliğinin geliştirilmesinin yasaklandığı ve küçük üretim ve emek yoğun sanayiler ile sınırlandırıldığı koşullarda, (emekgücü ve doğanın meta olması dahil) emek-değer yasası ve işbölümünün sönümlendirilmesi olanaksızdır. Küçük üretim ve/veya emek yoğun sanayilere dayalı bir ekonominin, toplumsallaşma ve entegrasyon düzeyi de düşecek, (ekolojinin öncelikleri arasında olduğu) planlama da olanaksız hale gelecek ya da işlevsizleşecektir. Bu durumda emek, kapitalizmde olduğundan bile daha fazla, daha başat bir üretici güç olmaya devam edecek, doğayı kurtarmanın tüm yükü de emeğin omuzuna yıkılacak, emeğin esareti devam edecek, ama bu doğayı da meta olmaktan kurtarmayacaktır.
Çok açık: Eko-sosyalizm Marx’ın tarih bilimsel-eleştirel üretici güç/üretkenlik analizlerini anlamıyor ve çarpıtıyor. Üretici güçleri, kontrolden çıkmış, aşırı enerji ve doğal kaynak tüketen, aşırı kirli/zehirli atık üreten, ekolojik sınırlarla mutlak karşıtlık içinde yıkıcı bir güç, bir sınai-teknolojik canavar (yani kapitalizmdeki biçimleriyle, ama bunda dahi üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde şekillendiğini ve üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisinin ve dolayısıyla kar oranlarının düşüş eğiliminin, doğayla karşıtlaşmayı koşulladığını gözardı ederek) olarak görüyor ve buna indirgiyorlar. Üretici güçleri, tıpkı eleştirdikleri mekanik materyalistler gibi, üretim araçlarına, teknolojiye ve üretim/tüketim hacmine indirgiyorlar. Emeğin, yeniden üretim emeğinin, elbirliğinin, işbölümünün, eğitimin, bilginin, bilimin, toplumsallaşmış bireyin, üretimin toplumsal bütünleşmesinin, serbest zamanın, planlamanın, üretim ve emek organizasyonu biçimlerinin vd üretici güçler kapsamında olduğunun farkında bile değiller. Endüstri ve teknolojiyi küçülteceğiz, sağlık, eğitim, kültür gibi emek yoğun kamusal hizmet alanlarını ve kültürel etkinlikleri büyüteceğiz derken, bunların tamamının da endüstrileştiğinin ve dijitalleştiğinin farkında da görünmüyorlar. (Örneğin bilimin üretime uygulanmasının ve dolayısıyla üretkenliğin düşürülmesi, sağlıkta da tıp bilim, araç ve teknolojilerinin kapitalist etkilerinden arındırılarak geliştirilmesi yerine küçültülmesi anlamına gelir; o zaman sağlığı da efsunculuk ve şifacılık ile mi büyüteceksiniz?)
Görmedikleri önemli bir nokta da şu: Kapitalizmde üretici güçlerin hızlı gelişim dönemlerinden ziyade, üretici güçlerin gelişimin artan ölçüde engellendiği dönemlerde (kar oranlarının düşme eğilimine karşıt bir etken olarak) doğa tahribatı artıyor ve şiddetleniyor. Kapitalizmin ekonomik krizleriyle yol açtığı ekolojik krizler her zaman birebir çakışmasa da, aralarında çok belirgin bir ilişki var. Kapitalizmin tarihsel krizleri genellikle enerji krizini, hammadde krizini, tarım-gıda krizini de kapsadığı gibi, üretkenlik artışlarının eskisine göre yavaşladığı ve hatta üretkenliğin düştüğü tarihsel kriz dönemlerinde doğa yıkım ve yağmasının sıçramalı biçimde şiddetlenmesi de, eko-sosyalistlerin argümanlarıyla pek açıklanamayacak bir olgu.
Hepsi bir yana, emeğin toplumsal üretici güçlerin kapitalizmdeki çelişkinliği içindeki kurucu tarihsel dinamiğini, toplumsallaşma olgusunu görmezden geldikleri için, daha gelişkin bir sınıf savaşımı ve daha gelişkin bir sosyalizmin olanaklarından en baştan imtina ediyorlar ve emek-sermaye çelişkisini silikleştiren ve “sınırsız ihtiyaçlar/kıt doğal kaynaklar” varsayımının bir versiyonu olan (üretim tarzlarından soyulmuş) “üretici güçlerin sınırsız gelişimi/sınırlı doğa” varsayımı üzerinden, kaçınılmaz olarak romantik, ütopik, prekapitalist eğilimli fantezilere savruluyorlar.
Tersine dünya
Tersine dünya: Eskiden kapitalizm üretici güçlerin gelişmesini engellediği, sosyalizm hızlandıracağı için sosyalizm denirdi; şimdi kapitalizm eleştirisi üretici güçleri hızlı geliştirmesi üzerinden yapılıyor, üretici güçleri engellemek (ve küçültmek) için sosyalizm deniyor!! Ama üretici güçleri üretim araçları ve teknolojiye indirgeyen, teknolojiyi üretim ilişkilerinden bağımsız ve nötr, ya da bir “kendinde iyi tarihsel özne” olarak, her şeyi belirleyen ve “kendiliğinden” sosyalizme geçilmesini ya da gelişmesini sağlayacağını sanan kaba materyalist anlayışlar ne kadar sorunlu ve yanlışsa; sanayi, teknoloji ve üretkenliği üretim tarzlarından bağımsız bir “kendinde kötü” olarak, “kendiliğinden” emeğin ve doğanın yağmasına ve yıkımına yol açan asli etken sayan, doğayla uyumlu bir toplum ve sosyalizmin ancak üretici güçlerin gelişiminin engellenmesi ve küçültülmesiyle mümkün olacağı iddia eden liberter, romantik, ütopik-reformist anlayışlar da en az o kadar sorunlu ve yanlıştır.
Eko-sosyalizmde doğru olan, sosyalizmin kapitalizmin üretim aygıtını (üretim araç ve yöntemleri dahil) ve organizasyonunu olduğu gibi devralıp yalnızca kolektif mülkiyete geçirmekle yetinemeyeceği; emeği ve doğayı tahrip ve israf eden üretim araç ve tekniklerinin (yan ve zaman içindeki birikimli etkileri dahil), dönüştürülmesi, dönüştürülmesi mümkün olmayanların da olabildiğince hızlı biçimde budanması gerektiğidir. Kapitalizmin yol açtığı birikimli ekolojik yıkım ve daralma sorunlarını bir hamlede çözülemeyeceği, sosyalizmin bunların basıncını en azından ilk dönemlerinde yaşacağı, doğayı koruma ve doğanın kendini dengeli yeniden üretme döngülerini yeniden canlandırma konusunda son derece bilinçli, dikkatli, planlı ve kontrollü hareket etmesi gerektiği de doğrudur. Tarım-gıda gibi alanlarda, toprağı, canlı organizmaları, doğal döngüleri, bitki ve hayvanların doğal büyüme hızını aşırı zorlayan, bozan ve tahrip eden (kimyasallar, gdo, vd) etkenler kaldırılacağı ve organik tarımda verimlilik daha düşük olduğu için, geçici bir süre için tarımsal üretkenliğin düşeceği doğrudur. (Burada ekososyalistler gibi geleneksel tarıma dönüşten değil, toprağı sürme dışında makinelerin ve toprak, su, hava analiz teknolojilerinin kullanıldığı organik tarımdan bahsediyoruz. Organik tarım, onarıcı tarım ve ekosistemlerin iyileştirilmesi ile birlikte uygulandığında, orta ve uzun vadede tarımsal üretkenliği, toprağın canlılığı ve ürünlerin besin değeri ile birlikte yükseltir. Kapitalizmin kimyasal tarımının yol açtığı toprak, su kaybı, deniz canlılarının kaybı, besin değeri kaybı, tarımsal bitkilerin tarımsal hastalıklara direncinin zayıflaması, kanser patlaması, sağlık maliyetleri vb ile birlikte yol açtığı üretici güç tahribi düşünüldüğünde, sosyalizmde bir dönem için tarımsal üretkenlik düşüşü, bağlantılı alanlar bütünlüğü içinde üretkenliğin ekolojiden taviz vermeden ve iyileştirerek, kapitalist tarımdakine yakın bir düzeyde olmasını sağlayabilir.)
Marksist sosyalizm, doğaya ve canlıların sağlığına verdikleri hasar engellenemeyecek, gerçek toplumsal ihtiyaçlar açısından gereksiz, sosyalist ilkelerle bağdaşmayacak üretim ve atıkların (başta fosil yakıtlar, nükleer santraller, silah sanayi, tarım kimyasalları, temizlik kimyasalları, aeresoller, mono kültür, kimyasal toksik kirletici atık ve gazlar, plastik ve polyester, otomobil ve otoyollar, reklam marka moda sanayi, aşırı ambalajlama, gıdaların aşırı işlenmesi ve kanserojen katkı maddeleri, gereksiz biçimde aşırı işlenmiş ve önemli bölümü kullanılamayan ürünler, çamaşır bulaşık makinesi gibi dayanıklı elektronik eşyanın kullanım ömrünün yüzde 90’ında boş yatması, planlı eskitme/yarı ömrünü tamamlamış olarak üretilen ürünler, tek kullanımlık ürünler, AVM ve plazalar, giyim konut mücevher altın dahil lüks tüketim ürünleri, enerji su toprak üretim taşımacılık dağıtım tüketim her alanda yapılan israflar, doğayı mahveden madencilik, altyapı ve turizm türleri, KOBİ’ler deryası ve gereğinden fazla aşamalı, uzun ve dolambaçlı tedarik zincirleri, tarımsal arazilerin yüzde 70’ini kaplayan hormonlu hayvancılık, kafes balıkçılığı, vahşi yaşam avcılık ve ticareti, vd) olabildiğince hızlı azaltılması ve ortadan kaldırılmasında en büyük kararlılığa sahip olacaktır. Bunlara bugün dünya çapında yıllık satışları 600 milyon adet olan beyaz eşyaların (buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi vd) site ve apartmanlarda ortak kullanılması gibi bir çok önlem eklenebilir.
Bunların önemli bir bölümü, insan ve doğa sağlığına ve bütünlüğüne zararlı, gereksiz, manipulatif ve israf olanları, bu kadar ciddi bir ekolojik sorun olmasaydı da, sosyalizmde zaten her koşulda azaltılması veya ortadan kaldırılması gerekenlerdir. Ancak bu düzenlemelerden daha temel olanı, metalaşmayı sistematik olarak daraltıp ortadan kaldırmaya doğru götürmektir. Meta üretimi azami emek, enerji, hammadde tüketip atık ve zararlı gaz saçtığı halde, taşıyıcısı olarak metazori katlanmak zorunda kaldığı kullanım değerine, ve dolayısıyla gerçek toplumsal ve ekolojik ihtiyaçlara, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının ve ekolojinin iyileştirilmesine en iyi durumda ilgisiz, özünde düşmandır. Günümüz kapitalizminde burjuvazi ve orta sınıflara verilen elit-özel hizmetler bir yana bırakılırsa, kapitalist işletme mantığıyla yürütülen eğitim, sağlık, ulaşım, bakım, emeklilik, su, çevre vd sistemlerinin ve eko-sistemin ağır kriz ve çöküntü içinde olduğu açıktır. Öyleyse sosyalizmde bu alanların (+ekolojik iyileştirme ve yeniden canlandırma, organik tarım) baştan aşağıya ve aşağıdan yukarıya yeniden örgütlenmesi, geliştirilmesi, niteliklendirilerek büyütülmesi gerekir. Ama örneğin sağlıkta sorun yalnızca daha çok hastane açmak, tedavi hizmetlerini parasız yapmak değildir. Toplumsal üretim, yeniden üretim ve yaşamın her alanında, her açıdan koruyucu ve geliştirici toplum sağlığı niteliğini, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve refah, esenlik, özneleşme ve özgürleşmenin sağlanması ile birlikte geliştirmektir.
Ekolojik iyileştirme ve onarıcı tarım
Ekolojik iyileştirme ve yeniden canlandırmanın sosyalizmde öncelikli bir gelişme disiplini ve “büyüme alanı” olması gereği açık. “Ekolojik restorasyon ve peysaj”, günümüz kapitalizmin mahvettiği ekolojiyi bir reklam ve pazarlama sektörü haline getirmesiyle, daha ziyade çevre planlaması/mühendisliği ve peysaj mimarisi şirketleri ve “çevre dostu sermaye” efekti biçimiyle var. Türkiye’de kanser saçan Ergene Nehri’nin çevresine vitrinlik “yeşil park”lar yapmak, uluslararası tedarik zincirinin bileşeni olan organize sanayi bölgelerinin çevresini ağaçlandırmak, yanan ormanlık arazilere ağaç dikmek, vb gibi. Ama bunların, ve tahrip edilmiş eko-sistem alanlarına kamyon ve kepçeyle dalmanın, görsel estetik peysajlar yapmanın, “şu kadar milyon ağaç diktik”in, “yeşil alan yaptık”ın, gerçek ekolojik iyileştirme ile hiçbir ilgisi yok. Çünkü tahrip edilmiş ve canlılığını yitirmiş bir eko-sistemin, bütünlüğünü, sağlığını ve iç ve dış döngüsel dengesini yeniden kazanarak yeniden gelişmesi, en az 25-50 yıllık bir süreci gerektiriyor. Bu süreç, o eko-sistemin içerdiği ve içerebileceği toprak, su, hava, iklim koşullarını ve bitki, ağaç, hayvan, taşıyıcı böcek, kuş türlerini ve diğer organizma türlerini ve bunlar arasındaki yeniden üretim döngü, etkileşim ve dengelerini, toprak, su, hava, iklim koşullarındaki kirlilik, değişim ve diğer sorunları ve bunların nasıl giderilebileceğini, yok olmuş türleri ve o bölgeye uğramaz olmuş taşıyıcı organizmaları ve oraya nasıl yeniden çekilebilecekleri vd bilmeyi veya bu bütünlük içinde yeniden tasarlayabilmeyi, tahrip edici iç ve dış etkenleri ortadan kaldırarak eko-sistemi korumaya almayı, küresel ısınma ve afetlere karşı eko-sistemin direncini artırmayı; tüm bunları ve daha fazlasını çok sayıda eko-sistem bilimcisinin birlikte çalışması ve bölgenin yerli insanların da katılımıyla analizini, eko-sistemin yeniden öz gelişiminin tasarlanıp planlanmasını ve koşulların oluşturulmasını, gerektiği yerde bilinçli-bilimsel insan desteğiyle, fakat en az insan müdahalesiyle, eko-sistemin bütünsel canlanmasının ve kendini yeniden üretebilir hale gelmesinin sağlanmasıdır.
Bu, eko-sistemlerin içinde, yakınında ve uzağında bulunan toplumsal-ekonomik ve diğer insan faaliyetlerin eko-sistem üzerindeki etkilerini bilimsel olarak analiz etmek, zararlı etkileri ortadan kaldırabilmek, toplumsal ve ekolojik sistemlerin ortak yaşarlık içinde birlikte, bir bütün olarak iyileşme ve gelişiminin tasarlanması ve gerçekleştirilmesi açısından da doğrudur. Başka deyişle, eko-sistemlerin ve bir bütün olarak ekolojinin yalnızca korunması değil iyileştirilmesi ve yeniden canlanmasının analiz, tasarım ve (en az insan müdahalesiyle) gerçekleştirilmesi de, sosyalist ekonomik-ekolojik birleşik-bütünsel planlama dahilinde olacaktır. En kapsamlı, en gelişkin ekoloji ve eko-sistem bilimleri araştırma ve uygulama enstitü ve organlarının oluşturulması, üretim planlama hazırlıklarında ve doğaya zarar veren veya verebilecek (başta üretim olmak üzere) her türlü faaliyetin bu açıdan denetlenmesi ve bu etkilerin ortadan kaldırılacak biçimde yeniden düzenlenmesinde sorumluluk almaları…
Gelişkin bir sosyalizm için…
Bu kadarını eko-sosyalistler de savunabilir. Ama otomasyon, robatizasyon, yapay zeka, dijital teknolojilere gelince “hayır olamaz” diyeceklerdir. Oysa günümüzün dijital platform teknolojileri, Birleşmiş Milletler Unesco’nun “dijital ekonomi” raporlarında bile örtük olarak itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, üretim ve tüketimin piyasa, fiyatlama, değişim değeri, para, meta, ücret vb dolayımı olmadan ve bunları gereksizleştirerek ve kaldırarak, doğrudan emek-saat hesabı üzerinden bilinçli ve planlı düzenlenmesi olanağını yaratıyor.
Mikro-çip ve bağlantılı teknolojiler, kafa emeği/kol emeği dahil toplumsal, sektörel, uluslararası işbölümlerinin kaldırılması; herkesin toplumsal zenginliğe doğrudan katkısı ölçüsünde ondan payını (sermaye, piyasa, meta, devlet, işbölümü, sektör, cins, ulus, ırk vd dolayımı olmadan) doğrudan alabilmesi; herkesin toplumsal ve bireysel ihtiyaçların ve neyin ne kadar nasıl üretileceğine, üretim, yeniden üretim ve ekolojik ilişkilerin nasıl organize edileceğine vd dair karar, denetim, düzenleme ve eylem organlarına doğrudan katılacağı ve yer alabileceği bir sosyalist devrimci konseyler, komünal organlar demokrasisini geliştirme olanaklarını artırıyor.
Kapitalizmde canlı emek sömürüsüne dayalılık ve kriz nedeniyle üretimde uygulanması daha yavaş ve sınırlı olan ileri otomasyon, yapay zeka vb teknolojileri, sosyalizmde modifiye edilerek, en tehlikeli ve ağır işlerden başlayarak, zorunlu ve zahmetli emeğin kaldırılması, insanın işgücüne indirgenmekten çıkması, üretici güç ve geçim aracı olarak zorunlu emekten ve dolayısıyla ekonomiden özgürleşmesi, zaman ve mekanda özgürleşmesi, serbest zaman yaratıcı etkinlik bilim kültür eğitim sanat spor cinsellik doğa oyun eğlence merkezli bir toplumun olanaklarını geliştiriyor.
Nesnelerin interneti, toplumsal ve doğal yaşam ve ortamların hepsinde hava, su, toprak, canlılar, ürünlerdeki zararlı maddelerin ve kirliliğin analiz edilerek sensörlerle merkezi bilgisayar sistemlerine iletilmesi; hatta tarımsal biyo-ürünler ve eko-sistemlerin bile bulundukları ortamlarda nelerden zarar gördüklerini ve neye ihtiyaç duyduklarını insanlara bildirmesi; böylece bu sorunların kaynakların tespit edilerek ortadan kaldırılması mümkün hale geliyor. Diyelimki ileri otomasyon, robotizasyon, yapay zeka donanım ve algoritmaları ile işleyen, çok az sayıda işçinin bilgisayar ekranlarından takip ve kontrol ettiği bir fabrikanın, ne kadar doğal kaynak, hammadde, enerji tükettiği, içinde ve dışında doğaya ve insanlara zararlı etkenlerin, emisyon ve atıkların ne olup olmadığı, herkes tarafından görülebilecek ve denetlenebilecektir. O fabrikanın yalnız kendisi ve yakın çevresi değil, bütün üretim süreci ve yan, dolaylı ve birikimli olanlar dahil etkileri analiz edilerek yeniden düzenlenmesi (örneğin kullanılan materyal ve enerji verimliliğinin artırılarak minimize edilmesi, emisyon ve atık sorunlarının çözülmesi vd) tasarım ve planlamaya dahil edilecektir.
Günümüzde kendi enerjisi ve suyunu güneşten ve yağmurdan kendi üreten, suyu arıtıp atıkları ayıklayıp yeniden kullanıma sokan “akıllı” fabrikalar ve konutlar gündemde. Günümüzde en büyük ve en hızlı büyüyen atıkları oluşturan elektronik ürünler başta olmak üzere, pek çok ürünün içerdiği (plastik, ağır metaller, kimyasallar gibi) zararlı bileşenlerden arındırılarak ve atıksız üretim için (her üretim ve tüketim sürecinin atıklarının aynı ya da başka üretim sürecinin – olabildiğince az geri dönüşümü gerektiren biçimde – girdisine dönüşmesi) baştan ve yeniden tasarlanması da sosyalizmin toplumsal-ekolojik bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirmelerinin ufkunda olacaktır.
En önemlisi şudur: Her türlü üretim süreci ve ürünün, doğaya zararlı etkileri ortaya çıktıktan sonra bunların azaltılmaya çalışılması değil, daha en baştan, araştırma-geliştirme, tasarım ve planlama sürecinde, ekoloji sorununun, temel ve olmazsa olmaz bir tasarımsal belirleyici olması. Günümüz kapitalizminde tasarım, imalat ve pazarlama ardzamanlı ve ayrı aşamalar olmaktan önemli ölçüde çıkmış durumda; makineler, ürünler, üretim süreci (ve tedarik, lojistik, dağıtım süreçleri) birlikte, eşzamanlı olarak tasarlanıyor. Algoritmik geri besleme döngülerine dayanan otomatik planlamayla, talep/ihtiyaç üretimin dolaysız girdisi haline geliyor (ki bunlar da meta, fiyat, piyasa dolayımı olmadan gelişkin bir sosyalist planlamanın olanakları arasındadır). Bunlar da tasarım, üretim, ihtiyaç ve ekolojik etki süreçlerinin gerçek zamanlı ve birbirine içerili, bütünsel olarak düzenlenebilmesinin olanaklarını yaratıyor.
Ekososyalistlerin çoğu bilim karşıtı ya da en azından “her türlü bilim”e karşı mesafelidir; ama dile getirdikleri ekolojik sorun ve bu sorunların kaynaklarının analiz ve açıklanabilmesini bile doğa bilimlerindeki gelişmelere borçlu olduklarının farkında değildir:
“Ama bu alanda da yavaş yaşvaş, uzun ve çoğunlukla sert deneyler, tarihsel malzemenin toplanması ve incelenmesi sonucu, üretim faaliyetlerimizin dolaylı, daha uzak toplumsal etkileri konusunda aydınlığa varmayı öğrenmekteyiz; böylece, bu etkileri denetleme ve düzenleme olanağına da kavuşuyoruz. Bu düzenlemeyi gerçekleştirmek için de, salt bilgiden başka şeyler gereklidir. Bunun için bugüne kadarki üretim tarzında ve onunla birlikte tüm toplumsal düzenimizde bir devrim gereklidir. Şimdiye dek var olmuş bütün üretim tarzları, ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı hedef almıştır. İleride ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkile duruma gelen daha sonraki sonuçlar tamamen ihmal edilmiştir. (…) Kapitalistler, doğrudan doğruya kar için üretim ve değişim yaptıklarından ilk planda yalnızca en yakın, en dolaysız sonuçları hesaba katarlar. Bir fabrikatör ya da tüccar ürettiği ya da satın altığı metayı normal bir karla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metanın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez. Bu faaliyetlerin doğal etkileri için de aynı şey geçerlidir.” (Engels, Doğanın Diyalektiği)
Bugün ise, canlı ve cansız doğanın ve sayısız tür ve bileşenlerinin hemen her birinin kendi içinde ve birbiriyle içsel bağ ve etkileşimleri, insan faaliyetlerinin her biri ve bütünü ile içsel bağ ve etkileşimleri (evrimsel ve moleküler biyolojiden genetiğe, ekosistem analizlerine kadar) konusunda çok daha gelişkin ve bilimsel bilgiye, bunun kadar kapitalist ilişkiler sistemi içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim süreci ve doğrultusunu açıklayan devrimci diyalektik tarih bilimine sahibiz, ve toplum ve doğa/ekosistem bilimlerini birbirine içerilmiş tek bir bilim haline getirerek, insan ve doğanın birlikte kurtulma, iyileşme ve gelişimini gerçekleştirmede kullanma olanağına da sahip olacağız.
Biz bilim ve teknoloji ile de sınırlamadan toplumsal üretici (ve yaratıcı) güçlerin günümüzde geldiği gelişim ve toplumsallaşma düzeyinde, daha gelişkin ve toplum ve doğayı ortak yaşarlık içinde birlikte iyileştirecek ve geliştirecek bir sosyalizmin (kendisini değil) olanaklarını görüyoruz. Sosyalizm elbette bilimsel, teknolojik gelişme, toplumsal üretkenlik ve entegrasyon düzeyinden ibaret değildir, ama bu olanakların olmadığı ya da çok daha sınırlı olduğu bir sosyalizm de, tarihsel deneyimlerin gösterdiği gibi toplumsal-siyasal sınır, sıkışma, basınç ve sorunlar yaşar. Ekososyalizmin üretken güçler ve üretkenliği ekoloji adına engelleyip geriye götürmeyi öngören anti-endüstriyel, anti-üretken emek-yoğun sosyalizm hayali, “ekonomi değil ekolojik tarım, kültür ve doğrudan demokrasi merkezli bir toplum” söylemlerinin aksine, tarihsel deneyimlerdekinden bile daha ağır toplumsal kısıt ve sorunlar yaşar, toplam toplumsal çalışma zamanını azaltmak yerine artırmak ve angaryalaştırmak zorunda kalır, metalaşma, işbölümü ve planlama sorunlarını çözemeyeceği gibi, ekoloji sorununu da çözemez.