“Resmi verilere göre 2020’de 3.1 milyon ton petrol üreten Türkiye’de, yıllık tüketim 33.5 milyon tona ulaşıyor. Türkiye ağırlıklı olarak tükettiği enerjinin yüzde 27’sini doğalgazla karşılıyor. Burada yüzde 99,1 dışa bağımlı. Türkiye tükettiği enerjinin birincil enerji tüketiminde yaklaşık yüzde 29’unu petrolle karşılarken, burada da yüzde 92,4 dışa bağımlı. Yüzde 17 civarında da taş kömürü var. Burada da yüzde 97 dışa bağımlı. Türkiye’nin kalan üretilebilir petrol rezervlerinin 340 milyon varil yani 48,1 milyon ton seviyesinde olduğuna dikkat çekiyor. Türkiye’nin 2021 yılında elektrik enerjisi tüketim miktarının 330 milyar kilovat saat olduğunu, yıllık güneş enerjisi potansiyelinin ise 400 milyar kilovat saati bulurken bunun sadece yüzde 3’ünün devreye sokulduğunu söylüyor. Benzer şekilde rüzgar enerjisi potansiyelinin de yüzde 2’sinin devreye alındı. Enerji verimliliğine ilişkin adımların atılması halinde Türkiye’nin şu an tükettiğinden yüzde 25 daha az enerji tüketebilirdi. Türkiye’nin elektrik üretiminin sadece yüzde 16’sının kamunun elinde. 2021’de enerji ithalat faturamız 28,8 milyardan 51 milyar dolara çıkmış. Şimdi bu sene ne olur diye baktığımızda şu gidişat devam ederse petrolde 110-115 dolarlar civarında bir yıllık ortalama fiyat olursa 65 ila 70 milyar dolar gibi bir fatura ödeyeceğiz. Yani bu sürdürülebilir bir şey değil.” (T24, 9 Mart 2022 tarihli söyleşi, Türkiye enerjide neden dışa bağımlı hale geldi?)
Türkiye’de enerji politikası tartışması iş cepleri yakmaya başlayınca hararetlendi. Oysa enerji politikasında yakın zamanda bir değişiklik olmadı. Ne olmuştu? Enerji sektörü adım adım özelleştirildi ve son 15 yılda birçok enerji yatırımı yapıldı. Yenilenebilir enerji adı altında yüzlerce HES, JES, GES, RES yapıldı, yetmedi, iklim değişikliği umursanmadan termik santraller açıldı. Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’ne 40 yılı aşan gitgelin ardından siyasi konjonktüre uygun olarak başlandı ve ilk reaktörü – eğer köle koşullarındaki işçilerin isyanı inşaatı aksatmazsa – 2023’te açılacak. Bunlara rağmen elektrik ve ısınma ucuzlamadığı gibi hâlâ enerji yoksulluğu giderilmiş değil, yeterli enerjye erişim bir sorun ve enerjide dışa bağımlılık tüm bu süreçte arttı. İktidar yeni enerji yatırımları yapmaya devam ediyor.
İktidarın enerji yatırımları nedeniyle yaygın ve büyük ekolojik ihtilaflar oluştu. Karadeniz’deki HES inşaatları nedeniyle vadilerin yapısı değişti; her sağanakta sel, heyelan can almaya devam ediyor. Termik santraller havamızı, suyumuzu, toprağımızı kirletmeye devam ediyor. Termik santraller için kömür sahaları genişletiliyor; dev hiltilerin, monorayların, makinelerin kullanımıyla sektörde çalışan emekçilerin ciğerleri de hızla tükenirken tarım alanları ve ormanlar kömürün karasına heba ediliyor. Türkiye’de ekoloji hareketi, özellikle bu son 15 yıldır iktidarın enerji politikalarına karşı yaşam alanı savunusu biçiminde mücadele ediyor. Elbette, insanların ve diğer canlıların yaşam alanları, yani varlıklarının ilk koşulu ortadan kaldırılmaya çalışılırken direnişin bu yönü öne çıkıyor; ancak ekolojistlerin toprağa tutunurken dillerinde iktidarın enerji politikalarının eleştirisi de vardı.
Fakat bunca yaşanana rağmen hâlâ enerji sorununun doğru bir tanımında ortaklaşmış değiliz. Ekoloji hareketinin bileşenlerinde de, kimi muhalif güçler de kafa karışıklığı var. Hâlâ enerji sorunu temelde iki noktada tartışılıyor: Birincisi mülkiyet sorunu olarak; enerji kamusal mı olsun, yoksa özel sektörün elinde mi? İkincisi, enerjinin kaynağı bakımından; fosil yakıtlar ve nükleer yerine yenilenebilir kaynaklar kullanılsın. Bu iki tartışma da eksik temellere dayandığından yanlış söylem ve politikaların savunulmasını beraberinde getiriyor. İlki bugün için neoliberalizm öncesi sosyal refah devleti dönemine özleme denk düşen politikalara razı gelmeye ve kapitalizmin güncel özelliklerine dair kafa karışıklığına yol açarken ikincisi iklim krizi bağlamında yine enerji sektörünün kapitalizmdeki rolü yerine yalnızca sera gazlarına odaklanmaya götürüyor. Öyle ki, kamulaştırma ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişle enerjide dışa bağımlılık bitecek, enerji ihtiyacı kalmayacak, enerji yatırımları ekolojik yıkıma neden olmayacak şeklinde bir algı yaratılıyor.
Enerjiyle ilgili yaşanan güncel sorun ne sadece bir mülkiyet sorunu ne de sadece hangi kaynaktan üretildiği sorunudur. Enerji, hem bütün metaların üretimi için gerekli temel bir girdidir hem kendisi bir metadır. Bu özelliğiyle hem üretim alanında hem de yeniden üretim alanında doğrudan yer alır. Yaşamımızı sürdürmemiz için emek faaliyetinin vazgeçilmez bir gerekliliğidir. Enerji ihtiyacı, bütün metaların üretiminin gerçekleşmesi ve sürdürülmesi için gerekli enerji arzının garanti altına alınmasıdır. Yani sanayinin, ulaşım, dağıtım ve “hizmet sektörü”nün, silah endüstrisinin, kültür endüstrisinin faaliyetlerine kesintisiz devam etmesinin sağlanmasıdır. Yani iktidar “enerjiye ihtiyacımız var” dediğinde, evlerde kışın soğuğunda yeterince ısınıp ısınmadığımızı, köylerde her evde elektrik olup olmadığını, bu çağda bile çocukların mum ışığında ders yapıp yapmadığını büyük oranda dert etmez. Sanayi üretimi kesintisiz devam ediyor mu, silah üretimi garanti altında mı, AVM’lerin elektrik tüketimi garanti altında mı bunu dert edinir. Enerjiye ihtiyacımız var demek aslında, daha çok demir-çelik üretimine ve otomobil üretimine ihtiyacımız var demek. Daha çok konut yapımına, “kentsel dönüşüm projesi”ne ihtiyacımız var demek; dolayısıyla daha çok çimento üretimine ihtiyacımız var demektir. Daha çok AVM, daha çok tünel, karayolu, havalimanına ihtiyacımız var demektir. Daha çok bombaya, hatta atom bombasına, F-16’lara, S-400’lere ihtiyacımız var demektir. Çünkü enerjinin büyük bölümü buralarda kullanılmakta, ihtiyaç açığı buralardaki büyümeden kaynaklanmaktadır.
Aynı zamanda, enerji ihtiyacımız var demek, enerji alanına şirketlerin yeni yatırımlar yapması için fırsat sağlayarak 1) sermaye ve iktidarın “yeraltı ve yerüstü zenginlikleri” olarak gördüğü yeryüzündeki her şeyin metalaştırılarak doğanın paraya çevrilmesini sağlamak; 2) bu şirketlere bu faaliyetleri için teşvik, vergi indirimi, yer tahsisi, uzun vadeli krediler ve alım garantisi gibi değişik araçlarla kamu bütçesinden aktarım yapmak demektir. Yani hem hukuken “kamusal mal” sayılan sular, ormanlar, meralar, madenler vb. devlet eliyle özelleştirilsin hem de bu peşkeşin üstüne bir de halktan zorla toplanan vergilerle oluşturulan devlet bütçesinden para aktarılsın demektir.
Fakat enerjinin kendisi de bir metadır. Meta olduğu için, diğer bütün metalar gibi, en az maliyetle üretilip en kârlı bir şekilde satılması icap eder. Bir metanın en az maliyetle üretilmesi demek, dünyadaki bütün zenginliklerin kaynağı olan doğanın ve emek gücünün en düşük ücret karşılığında elde edilmesi demektir. Dahası, sermaye, sermayeler arası rekabet, sabit sermaye yatırımlarının yıpranması, kâr oranlarının düşmesi gibi nedenlerle özü gereği büyümediği zaman çürüyeceğinden üretilen meta ne ise onu daha fazla üretmeye meyleder. Üretilen enerjinin massedilmesi de, üretim anarşisi içindeki plansız bir toplumda her türden inşaat faaliyetine gömülen enerjinin yanı sıra toplumsal yaşamın yüksek enerji yoğunluklu tarzda tasarlanmasını ve enerjinin alabildiğince verimsiz bir şekilde kullanılmasını gerektirir. Bu, bir yanda milyonlar evlerinde kışın soğukta oturur, yüksek enerji faturalarıyla boğuşurken kentsel mekanın bir enerji yutağı olarak tasarlanmasıyla enerji şirketlerinin kârlarını garanti etmesinin sistematik yoludur.
Sermaye yatırım yaparken, hammadde çıkarırken hem çalıştırdığı işçilere en düşük ücreti vermek için sürekli ve değişik mekanizmalarla baskı yapar. Taşeron sistemi, sendikasızlaştırma, yoğun ve uzun mesai saatleri, ücretlerini zamanında ödememe, sigorta ve iş güvencesi sağlamadan, yeterli sağlıklı çalışma koşulları yaratmadan çalıştırma gibi. Sermaye sadece işçiyi bedava çalıştırmak için baskı yapmaz aynı zamanda yapacağı faaliyetten doğacak “dışsal maliyetler”e de para ödemek istemez. Dışsal maliyet dedikleri şey de, söz konusu faaliyet sürecinde 1) yatırım için alanın tahsisi; örneğin maden ya da fabrika kuruluşu için tarım alanında ya da orman içinde ücretsiz arazi tahsisi yapılması; 2) faaliyet esnasında oluşan ekolojik etkileri için herhangi bir ücret ödemek zorunda olmamak; 3) faaliyeti bittikten sonra da etkisi süren çevresel sorunlarla ilgili herhangi bir mâli sorumluluğunun olmaması; 4) faaliyetten direkt ve dolaylı olarak etkilenen, yıkıma uğrayan yöre insanlarının maruz kaldıkları maddi zararlar, hava, su kirliliği vb. yoluyla sağlık etkileri gibi konularda hiçbir mâli sorumluluğunun olmaması, 5) faaliyetten dolayı yaşam alanlarını kaybeden, türsel varlıkları riske giren diğer canlılar için herhangi bir mâli-hukuki sorumluluklarının olmaması ve bütün bunların gerekirse devlet, yani kamu bütçesinden karşılanması demektir. Kısacası ormanları, su alanlarını, tarım arazilerini yağmalayıp dursunlar ama hiçbir şekilde mâli, hukuki sorumlulukları olmasın.
Dolayısıyla meta üretimi olduğu müddetçe sermaye dünyanın her yerinde her ne üretirse üretsin bu ilkelere göre davranır ve davranmaya da devam edecektir.
Türkiye’nin enerji macerası da bundan azade değildir. Emperyalist kapitalist sistemin bir parçası, yeni sömürge –onların sevdiği kavramla “gelişmekte olan bir ülke”- olarak Türkiye’nin enerji sorununu özü de bu temel üzerine kuruludur. Türkiye’nin egemenlerinin kuruluş sürecinden itibaren takip ettiği “muasır medeniyetler” seviyesine gelmek için tercih ettiği “kapitalist yol” ve bu yolda bağlandığı emperyalist bağımlılık ilişkileri ve bunların güncel durumu onun enerji sorununun da en genel kapsamıdır.
Neoliberalizmin amentüsü sayılan “Washington Konsensüsü” ile elektrik ark ocaklı demir-çelik, çimento, otomotiv gibi sektörlerin -bunların elektrik tüketimi oldukça fazladır- Türkiye gibi ülkelere kaydırılmasının, yine DB, DTÖ ve IMF programları ile tarımın şirketleştirilerek geriletilmesi, yeni sermaye birikimi için kentlerin birer işgücü ve tüketim deposu haline getirilmesi, “kentsel dönüşüm projeleri” ile inşaat sektörünün temel alınması ve bütün bu faaliyetlerin ihtiyaç duyduğu enerjinin sağlanması için de ülkelerin birer enerji üssü yapılmasının arka planındaki en temel iki neden emeğin ve doğanın ucuzlatılmasıdır. Emeğin ve doğanın ucuzlatılması, 1978-1982 yılları arasında dünyanın birçok yerinde ardı ardına gerçekleşen askeri faşist darbelerle işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlülüklerinin katliamlarla, idamlarla bastırılması, dağıtılması yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Bu sayede Avrupa’nın merkez kapitalist ülkelerinde 1970’lerden 2013’e kadar (örneğin Danimarka ve Hollanda’da) demir-çelik üretimi yaklaşık %92 düşmüştür. Aynı yıllarda ise Türkiye’de demir-çelik üretimi 1 milyon 312 bin tondan 26,4 kat artışla 34 milyon 654 bin tona yükselmiştir. Türkiye demir-çelik üretiminin yarısını (17,3 milyon ton) ihraç ederek dünya yedincisi olmuştur. Hem hammadde sağlanması hem üretim aşamasında doğaya en fazla zarar veren, hem de üretim sürecinde yüksek elektrik enerjisine gereksinim duyulan çimento sanayi için de benzer durum sözkonusudur. 1975-2013 arasında İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya’da çimento üretimleri önemli ölçüde azaltılırken Türkiye’de 1990’da 24 milyon ton olan çimento üretimi, 2013’te 71 milyon tona çıkarılmıştır. Bu üretim miktarı ile Türkiye, çimento üretiminde Avrupa birincisi ve dünya genelinde yedinci olmuştur. Çimento ihracatında dünya çimento üretiminin yüzde 59’unu gerçekleştiren Çin’i bile geçerek ikinci olmuştur. Türkiye ekonomisi büyüyordu değil mi? Enerji yatırımı yapılmazsa karanlıkta kalacaktık değil mi? Manzarası ayçiçeği tarlası, portakal, zeytin ve diğer meyve bahçeleri olan evler artık gökyüzünü göremediği beton kulelerle kuşatıldı kentlerde değil mi?
Dolayısıyla enerji ihtiyacı sorunu, ulusal ya da küresel olarak ele alalım, meta üretiminin tabiatı gereği en az maliyetle, en hızlı, en çok ve sürekli büyüyen bir oranda sürdürülmesinin garanti altına alınmasıdır. Burjuva iktisadında bir ülkenin tükettiği elektrik miktarı o ülkenin gelişmişlik düzeyini yansıtan bir veri olarak değerlendirilir. Ne kadar çok elektrik tüketiyorsanız demek ki o kadar büyük bir ekonomisinizdir. O zaman enerji sorunu sürekli büyümek ve daha çok büyümek eğiliminde olan meta üretiminin ihtiyaç duyduğu enerjinin en ucuza, en garantili şekilde üretilmesi sorunudur.
Bu açıdan dört temel verinin karşılaştırmalı okunması meta üretimi, enerji üretiminin artışı ile ekolojik yıkımın ve gelir adaletsizliğinin artışı (ve bu temel çelişkilere bağlı olarak örneğin askeri darbelerin yaşanması, şiddet ve savaş, iç ve dış göçler gibi toplumsal adaletsizlikler) arasındaki bağı görmemizi sağlamaktadır.
1800’lerde kapitalizm egemen üretim tarzı olarak giderek yaygınlaşırken üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, insanların ihtiyaçlarını kapitalizm dışı alanlardan sağlayabilmesi anlamına geliyordu. Kişi başına günlük gelirin farklı kıtalardaki nüfusa dağılımı grafiği, 19. yüzyılın başında dünyanın büyük çoğunluğunun -% 80’den fazlasının – bugün aşırı yoksulluk olarak adlandıracağımız maddi koşullarda yaşadığını gösteriyor. 175 yıl sonra, 1975 yılında, dünya çok daha eşitsiz hale gelmişti. Dünya gelir dağılımı, iki hörgüçlü bir deve şeklinde ‘iki modluydu: biri uluslararası yoksulluk sınırı diye belirlenen sefalet sınırının altında ve ikincisi oldukça yüksek gelirlerde. Dünya, yoksul, “gelişmekte olan bir dünya” ve 10 kattan daha zengin olan “gelişmiş bir dünya” olarak ikiye bölünmüştü. Takip eden 40 yılda dünya gelir dağılımı yeniden çarpıcı biçimde değişti. Gelirlerde bir yakınsama var: Birçok yoksul ülkede, özellikle Çin’in kapitalist kalkınma hızının yükselip emperyalist bir güç haline gelmesiyle Güneydoğu Asya’da, gelirler zengin ülkelerde olduğundan daha hızlı arttı. Özellikle Afrika nüfusunun düşük gelirli kısmı yükseldiği ve Asya-Pasifik dağılımının düşük gelire uzanan kolu daha belirgin görünmeye devam ettiği muazzam gelir farklılıkları devam etse de, dünya artık düzgün bir şekilde “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” ülkeler olarak iki gruba ayrılmıyor. İki hörgüçlü dünyadan tek hörgüçlü dünyaya geçtik. Bu tamamen neoliberal politikalar sonucu bazı üretim sektörlerinin “gelişmekte olan ülkeler”e kaydırılması ile bu ülkelerdeki artan üretim verileri üzerinden yapılan hesaplamaların sonucudur.
Dünyadaki meta üretimi ile karbon emisyonu arasındaki paralellik son derece çarpıcıdır. Zira, kapitalizmin üretim ateşi fosil yakıtlarla birlikte tutuşmuştur. Sanayi devrimi sonrası 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı emperyalizmle birlikte fosil yakıtların yükselişi tarihidir. 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası ise fosil yakıtlar yaşanan büyük sermaye kıyımı, üretim teknolojilerinin gelişimi, tarımda yeşil devrimle endüstriyelleşme ve 70’lerde elektronik ve otomasyonun üretime uygulanmasıyla sosyalizm hayaletinin varlığı altında üretimin çapını katlamak için dizginsiz bir şekilde yakıldı. Eski tip sömürgeci kontrol yerini mâli sermayenin egemenliği altında yeni sömürgeci biçimlere bırakarak eşitsiz ekolojik değişim kesintisiz bir şekilde sürdürüldü. Emperyalist kapitalizmin üretim kapasitesi ve sermaye birikim düzeyi artık ulusal pazarların zincir şeklinde bağlanması aşamasını aşarak üretimin ve dağıtımın küresel bir şekilde örgütlenebileceği, ulus devlet sınırlarının sermaye için geçersiz bir hale geleceği düzeye erişmişti. Fakat küresel ısıtma sonucu iklim değişikliği sorunu sadece fosil yakıt kullanımı sonucu atmosfere karışan CO2 miktarının artışı olarak gelişmedi. Karbon emisyonundaki artış, havadaki karbonu emerek massedecek kadar orman varlığının hızlı ve yüksek oranda yıkıma uğratılması, okyanuslardaki asitlenmenin ve 7. Kıta’nın oluşumu gibi gerçekleri de içerir.
Bu verilerden çıkarılması gereken sonuç meta üretimindeki -özellikle de 1970’lerden sonraki- artış oranı ile elektrik tüketimi arasındaki bağ ve bu ikisinin birlikte emeği ve doğayı nasıl bir yıkıma uğrattığı ile ilgilidir. Burada karşımızda iki akıldışı durum var: Birincisi sonsuz büyüme eğiliminde olan meta üretiminin kendisi, ikincisi de bu üretimin ihtiyaç duyduğu enerjiyi karşılamak. Meta üretiminin sürdürülmesi, üretilen metanın cinsinden, kullanılan teknolojiden bağımsız olarak her halükârda emeğin ve doğanın yıkımını yaratır. Mesele, üretim faaliyeti değildir, üretimin meta biçiminde, yani kapitalist tarzda yapılmasıdır. Çünkü metanın üretiminden kârın realize edilmesine ve tüketim alanına kadar toplumsal yaşamın her aşaması kâr güdüsüyle şekillenmiştir. Kriz kapitalizme içkindir, aşırı üretim biçiminde kendini gösterir; ama bununla sınırlı da değildir. Bugün içinde olduğumuz ekonomik, toplumsal, siyasi krizler ve bunların hepsiyle iç içe geçen ve bir anlamda kapsayan küresel ekolojik çöküş süreci artık kapitalizm içi bir kriz olmaktan çıkmış, kapitalizmin krizi, yani onun varlık gerekçesinin ortadan kalktığı bir biçimde kendini göstermiştir. İnsanlar yaşamak için emeği aracılığıyla üretim faaliyetini sürdürür, bugün meta üretimi, insanın üretim faaliyetini sürdüremez hale getirecek koşullar yaratmıştır. İşte, enerji ancak bu bağlamda anlaşıldığında ekolojik bir politika üzerine konuşulabilir.
Mevcut meta üretiminin ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacını sağlamak için yeldeğirmenlerini kullansak bile yeryüzünün tamamının bu değirmenlerle donatmamız gerekir. Güneş enerjisi ile bu enerjiyi karşılamaya çalışırsanız, dere tepe her yeri panellerle doldurmanız icap eder. Kaldı ki, yenilenebilir enerji kaynakları ile enerji ihtiyacı karşılanmaya çalışıldığında da güneş panellerinde ve depolama pillerinde kullanılan materyallerin temini için dünyanın derinliklerinde ve uzayda madenciliği geliştirmek zorunda kalacaksınız. Fasit daire içinde dönmekten başka bir şey değildir bu. İnsanların yaşamak için ne kadar enerjiye ihtiyaç var? Çağın getirdiği her türden yaşam standardının herkes için erişilebilir olmasının sağlandığı bir dünyada enerji yoksulluğunun olmaması için ne kadar enerjiye ihtiyacımız var? Enerji türü tartışması, hem bu enerji altyapısı dönüşümünün hangi üretim tarzında yapıldığı tartışılmadan hem de bu sorular sorulmadan yapılırsa ne ekolojik yıkım ve çöküşe bir çare olacaktır ne de enerjinin daha erişilebilir bir “meta” olmasını sağlayacaktır.
Dünya üzerinde kapitalist meta üretimi olduğu müddetçe ne ekolojik yıkım ne de diğer toplumsal sorunlar aşılabilir. Kapitalist meta üretimini, bu üretiminin meta biçimini, sermaye ilişkisini, ve bu temel üzerinde yükselen sınıf egemenliğini ve bu egemenliğin sürdürülmesi için geliştirilen bütün boyun eğdirme, şiddet teknolojilerini, askeri güçle korunan, berkitilen emperyalist kapitalist sistemi paranteze alarak kamulaştıralım demek, güneş-rüzgar bize yeter demek, “az” enerji tüketelim demek, niyet bu olmasa da emeğin sömürüsü ve doğanın talanının şu ya da bu biçimde devam etmesine razı gelmek demektir. Kitleselleşen emek hareketi ve ekolojik hareketi bu nedenle yüzünü bir yandan birleşik bir kitle hareketi yaratmaya, bu bağları görünür kılmaya dönmeli ama öte yandan artık kapitalizmde bir ara yolun kalmadığı sonucuna ulaşmalı ve devrimci demokratik bir hareket olarak gelişmenin araç, biçim ve örgütlerini yaratmanın, var olan devrimci yapılarla buluşmanın yollarını oluşturmalıdır.