Where did all the blue skies go? Poison is the wind that blows from the north and south and east Oil wasted on the oceans and upon our seas, fish full of mercury Radiation under ground and in the sky Animals and birds who live nearby are dying What about this overcrowded land?
…
Mavi gökyüzü nereye gitti? Zehir, kuzeyden, güneyden ve doğudan esen rüzgar Okyanuslarda ve denizlerimizde petrol, cıva dolu balıklar Yeraltında ve gökyüzünde radyasyon Yakınlarda yaşayan hayvanlar ve kuşlar ölüyor Bu aşırı kalabalık karaya ne dersiniz?
Marvin Gaye
Çoğu zaman anlamına telaffuzu kadar vakıf olamadığımız ekoloji kavramı, biyoloji (canlı bilimi) ana bilim dalının bir alt dalı olmasıyla bilinir öncelikle elbette. Bir bilim olarak kazandığı anlamın haricinde dünya görüşü halini alan ekolojinin kökeni incelendiğinde eko- (yuva) ve logos (bilgi) ilişkisini içerdiği görülür. Ekosistem, dinamik bir mekan sunar öznelerine. Onun işleyişi çevre biliminin incelemeleri arasında yer alır. Ekosistemin öznelerinin davranışları kendi “çevre”lerindeki yaşama uyum sağlayarak ekolojiyi disiplinlerarası bir bilim alanı haline getirir böylece.
Ekoloji, farklı mekansal ölçekler sunar ve flora, fauna, endemik türler, habitat, ekosistem, ekolojik bütünlük, besin zinciri ve biyolojik çeşitlilik gibi kavramlarıyla “çevre” hukuku düzenlemelerinde de yer alır. Çevre hukuku her ne kadar kendine 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bir kimlik edinse de çevrenin korunmasına ilişkin düzenlemelere (Roma Hukuku gibi) en eski hukuk sistemlerinde dahi rastlanılmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda öne çıkmasının nedenlerine baktığımızda bir faktörün üretim, otomasyon ve dijital iletişim teknolojileri olduğunu görüyoruz. Anaakım tartışmalardaki kullanılan adlarıyla endüstri 2.0’dan 4.0’a yaşanan hızlı sanayileşme süreciyle, özellikle sanayi atıkları çevre ve halk sağlığını tehlike altına almıştır.
Bu tehlikeye dair çalışmalar ve analizler daha çok çevre kirliliği başlığında toparlanmış olsa da küresel ısınma ve iklim değişikliği, daha spesifik olarak da kuraklık ve içme suyu kaynaklarının azalması gibi başlıklarda yapılan çalışmalar da aynı gündemi geldiği kritik düzeyi daha bütünlüklü bir çerçevede sunması açısından önemli bir yer tutmaktadır. Sonuçları itibariyle gezegensel bir nitelik kazanan çevre kirlilikleri, kaynağı olan ülke ile sınırlı kalmamakta, siyasi sınırları aşmaktadır. Bu nedenle, mevcut mülkiyet anlayışının gerektirdiği bir zorunluluk olarak sınırlar arası düzenlemelerin yapılması, çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi için birtakım devletler arası ortaklıklar tertip edilmiştir.
Özel mülkiyetin yarattığı çelişkiler karşısında gümbür gümbür “ben buradayım ve siz benimlesiniz” diyen yerküreye adil bir yaklaşımı benimsemek adına ortak bir dil olarak çevre hukukunun dili ve ilgili düzenlemeleri ile politik-ekolojik bir zemin edinilmiş olur. “Küresel bir boyut kazanan çevre kirliliğin önlenmesi, çevrenin korunması, iyileştirilmesi, doğal kaynaklarla ilgili koruma ve kullanım esaslarının belirlenmesine yönelik uluslararası anlaşmalar, çevre ile ilgili yargı kararları ve bu yargı kararları sonucu ortaya çıkan içtihatlar, çevre hukuku ile ilgili gelişmelerdir.” (Doç.Dr.Nükhet Turgut,2009)
1913’te gerçekleşen Bern Konferansı, çevre bağlamında ilk çalışma sayılabilir. Bern Konferansı’nı 1923’te Paris ve Londra’da yapılan konferanslar takip eder ve bunlarda yoğunlukla fikri tabiat ve kültür varlıklarının korunması işlenir. 1965’te BM’nin ihtisas kuruluşlarıyla bağlantılı danışma kurulları kurulmuş, 1970 yılında da “Tabiatın Korunması Hakkında Avrupa Konferansı” düzenlenmiştir. Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği bir diğer toplantı da ‘’Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı”dır (Stockholm, 1972). Buralarda esasen siyasi ve ekonomik küresel güçlerin yer aldığını görmekteyiz.
Kapitalist sistemin meseleleri uzmanlık alanlarına ayrıştırıcı özelliği ve iktidarların bu yönde desteklediği uygulamalar ve yasal onayları, çevre kirliliğine karşı disiplinlerarası çözümlerin gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır. Mevcut hukuk sistemi içerisinde de durumun ifadesi karmaşık olarak görülmektedir. Çevre mevzuatının kendi içerisinde normlar hiyerarşisine tabi olduğunu görmekteyiz. Mevzuattaki hiyerarşiye binaen anayasanın ardından kanun düzenlemeleri gelir. Yönetmelik, genelge ve tebliğler ile süreç devam ettirilerek çevre mevzuatı tamamlanır. Anayasa ve kanunla çevre hakkının hukuki koruma altına alındığından, yönetmeliklerle ise “çevre hakkı niteliğinin” açıklandığından bahsedebiliriz.
Uluslararası çevre sözleşmeleri Türkiye’deki çevre mevzuatı içerisinde kanunlara eş sayılmaktadır. Türkiye, 1982 Anayasası’nda çevreye resmen yer vermiştir. Anayasa Madde 56’da; “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevrenin kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.” hükmü yer alır. Yine, 2872 sayılı Çevre Kanunu, idari yaptırımı baz alarak Türk Ceza Kanunu’nda 5237 sayılı kanun olarak yer bulmuştur. TCK’da bu yasanın amaçlarından birinin çevreyi korumak olduğu belirtilmiştir. 5237 sayılı Kanunun 181. maddesinde “Çevrenin Kasten Kirletilmesi” suçu düzenlenmiş ve bu suç için hapis cezası, 182. maddesinde “Çevrenin Taksirle Kirletilmesi” suçu düzenlenerek karşılığında adli para cezası öngörülmüştür.
Yasa yapıcılar, çevre hukukuna ilişkin norm koyarken teknik derecesi yüksek konular öncelik kazanır, ancak bu durumun uzun vadede etkili olmadığı gelinen durumda bariz bir şekilde deneyimlemiştir. Daha açık belirtmek gerekirse doğa üzerinde adeta legal bir sopa olarak görülen bu durum, teknik alanların dışına çıkılmasıyla birlikte maskesini takarak ekonomist bakış açısının etkin olduğu politik tercihlere bir kılıf olur.
Çevre hukuku, normlarının oluşumu açısından antroposantrik (insan merkezli) bir yaklaşıma sahiptir. Yani çevresel öğelerin korunmasında dikkate alınan çevrenin insanın menfaatleri öyle gerektirdiği için korunmasıdır. Kirleten öder ilkesinin kapsayıcılığı ise ekolojik dönütün boyutu bakımından tam anlamıyla adil değildir. Tahribatlar doğrudan ve dolaylı olarak ekosistemlerin çoğuna sirayet ederek doğaya uzun vadeli etkide bulunurlar. Bu sebeple kişi veya tüzel kişiliklere verilebilecek ceza, –kirletme bedeli- hiçbir koşulda kirliliğin karşılığı olmamaktadır. Ancak özellikle altını çizmek istediğimiz nokta ekosistemlerin korunmasında salt insan merkezli bir yaklaşımla esasen “bazı” bireylerin çıkarlarına hizmet edilmesinin mümkün olmadığı ve bunun yerine halk ve çevre sağlığının eşitlikçi, kolektif yaşam normları ile sağlanması gerektiğidir.
Liberalizm, burjuva bireyci bir anlayışıyla özel mülkiyeti hukuki sayan, bu mülkiyet rejimini korumak için hukuksal yapıların yanı sıra asker ve polis gücünü bu anlayışın tekeline veren sığ ama taraftarı çok olan bir ideoloji. Fikir babalarının sözüyle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışıyla doğa karşısında daha ilk günden gardını almıştır. Liberal ideoloji, sermayenin durmaksızın büyüme kaygısının bir nevi dışavurumudur. Bu yüzden sınıfsal mücadelenin keskinleştiği noktada çubuğu bireyciliğe büker. 20. yüzyılda merkezileşmesi ve yoğunlaşması küresel bir düzeye ulaşan sermayenin daha fazla genişlemesi için artık neoliberal politikalar gerekliydi. Bütünleşmiş bir dünya pazarının olduğu koşullarda elbette uluslararasılaşan neoliberal politikalar, daha kompleks çevre hukuku normlarını da beraberinde getirmekteydi. Çevre kirliliğinin giderilmesinin kendisinin bir piyasasının olduğu bir ortamda devletlerin çevre hukuku, “evrensel” hukuk olma vasfından giderek uzaklaştırıldı.
Neoliberal özelleştirmelerle üretken kamu varlıkları özel şirketlere devredildi. Üretken varlıklar, doğal zenginlikleri de içermektedir: toprak, orman, su, hava. Bunların, devletin kamu adına himayesinde tuttuğu varlıklar iken özel şirketlere ham madde olarak satılması, tarihte benzeri olmayan ölçekte barbarca bir yıkım sürecini doğurmuştur ve çevre hukuku bu süreçte bu yıkımın bir tür aracı haline getirilmiştir. Adım adım çevrenin insan merkezli de olsa korunması amacından doğanın yıkımı için bir kılıf olma vasfına evrilmiştir. Elbette meselenin kendisi de diğer tüm politik meseleler gibi sınıf mücadelesinin bir alanıdır ve kazanımlar ancak ekoloji mücadelesi görünümünde kendini var eden sınıfsal direnişle gerçekleşmektedir. Neoliberal düzen, doğal zenginliklerin görülmemiş düzeyde metalaşması sonucunu doğurmuştur. Burjuva bireyci bir ideolojiyle kendini güvende hissedebilen insan, doğanın bu yıkımı karşısında onun çürümüş bir parçasına dönüşmektedir. İnsanı kendisine yabancılaştıran bu neoliberal ideolojiyi ve onun çevre hukukunu ancak verili düzenden çıkarı olanların bir normu olarak kabul edip, doğaya yeniden ayak uydurmuş insanın ekosistemlerin işleyişinden öğrendiği doğanın kendi hukukunu, sınıfsız ve sınırsız bir dünya için tam da bu düzenin reddini içeren ekolojik bir hukuku bugünden dillendirenlere katılalım!
Referanslar
David Harvey, A Brief History of Neoliberalism (Oxford: Oxford University Press, 2005), 21, 36.
John Broome, Climate Matters: ethics in a warming world (New York: W. W. Norton, 2012), 100.
Federico Cingano, ‘Trends in Income Inequality and its Impact on Economic Growth’, OECD Social, Employment and Migration Working Papers No. 163, OECD Publishing
Anthony Payne and Nicola Phillips, Development (Cambridge: Polity, 2010).
Duncan Bell, ‘What is Liberalism?’, Political Theory, 42 (6), 2014, 682-715.
Prof. Dr. Nükhet Turgut, Çevre Politikası ve Hukuku , İmaj Yayınevi, Ankara, 2009
Arundhati Roy, Power Politics (Cambridge, MA: South End Press, 2001)
Özgün Metin: 2007. Neoliberalism as creative destruction, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science. 610, 22-44.
Prof. Michael FREEMAN, D.E.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 17, Sayı: 2, 2015, s. 165-188 (Basım Yılı: Nisan 2016). Çeviri: Doç. Dr. Şafak Evran