Türkiye’de AKP’li yıllara denk düşen enerji ve inşaat odaklı kalkınma politikalarının kentsel ve kırsal alanda yarattığı yıkıma karşı gelişen hareketler kendilerini genellikle çevreci, doğa savunucusu, yaşam alanı savunucusu gibi adlarla tanımlamadı. Aynı zamanda bu hareketler, gerek “taktiksel” olarak, gerekse “ideolojik” olarak kendilerini “siyasetler üstü” olarak tanımladılar ve bunu vaaz ettiler. Daha çok akademik alandan sürece dahil olanlar, mücadele içinde hem kuruculuk hem liderlik konumunda olan bazı avukatlar, sosyalist ya da anarşist aktivistler, hareketi “antikapitalist”, “ekoloji” ya da “politik ekoloji” hareketi olarak adlandırmakta, nitelendirmekte veyahut bu adlandırmaya denk düşen bir hatta tekamül ettirmeyi savunmaktadır. Ezcümle, ekoloji hareketi, çevrecilik, doğa ve çevre, insan ve doğa, insan ve çevre, doğa ve toplum gibi birçok kavram, tanımlama ve ayrım birbirine ikame edilerek kullanılmaktadır. Oysa bunların her biri, farklı anlamlara sahip olduğu kadar, farklı paradigmalara ve ideolojilere denk düşmektedir.
Buradaki sorun tek başına hareketi kategorize etmek değildir. Ki aslında hareket, doğası gereği sürekli değişim, dönüşüm halinde olduğu için onu mahfuzlarda tutmak mümkün değildir. Kavramsal tartışma, ayrımların netleştirilmesi, hareketin geleceğine dair bir tartışmadır. Nereden başladık, ne olduk, ama daha önemlisi ne olacağız, tartışmasıdır. Bu açıdan yaklaşıldığında, meselenin sadece kavramsal ayrımla sınırlı olmadığı, halihazırdaki hareketlerin de dahil olduğu bir dizi arayışın ideolojik, felsefik ve politik muhtevası, örgütlenme, ortaklıklar geliştirme ya da müşterekleşme, program ve strateji gibi bir dizi tartışma için konum almak ve hareketin sorunlarıyla da buradan ilişkilenmek anlamına geldiği görülür.
Ülkemizdeki doğa ve kentsel müştereklerin (yeniden ve yeniden) sermaye tarafından iç edilmesinin yarattığı yıkıma karşı, deyim yerindeyse, “kapıdaki düşmanı kovma” havliyle ortaya çıkan yerel hareketlerin, son 15 yılın temel gündemlerinden biri haline gelmeyi başarmalarına rağmen, yaşanan bir dizi bunalımın aşılması bakımından da bu tartışma gerekli ve kaçınılmazdır. Bu yerel hareketler, örneğin, Avrupa’daki Yeşiller hareketinin bir yankısı olarak gelişen Türkiye’deki Yeşiller hareketinden bağımsız –Yeşiller sürecinde yer alan çoğu bireyin bu yerel hareketlerde de yer almasına, emeği geçmesine rağmen, örgütsel olarak bağımsız– ve ayrı bir kulvardan doğup gelişmesi bakımından olduğu kadar, hasbelkader ‘90’lı yıllarda dünyadaki tartışmalarla hemhal olarak “sosyalizm”, “yeşil sosyalizm”, “ekoloji”, “yeşil (sol) politika”, “ekolojik kriz/yıkım” tartışmalarını ülkemize getiren emekçi sol, sosyalist hareketlerin dışından gelişmiş olması bakımından da özgündür. Bu özgünlük temelinde, sadece bu hareketlere dair bir özgünlük müdür yoksa daha genel siyasetin doğasını etkileyen toplumsal ve teknolojik bir dizi gelişmenin –örneğin medyanın, sosyal medyanın gelişmesinin yarattığı enformasyon ağları– nesnel sonucu mudur tartışmasından ayrı olarak, “siyasetler/ideolojiler üstülük” iddiasının Türkiye’ye özgü bir tartışma olmadığını hatırlamak gerekir.
Buradaki tartışma sadece dışımızdaki bir hareketi “anlama”, “anlamlandırma” amacı da gütmüyor. Mesele böyle bir “örgütsel pragmatizm” olarak darlaştırılamaz. Daha çok, aslında yeni sayılabilecek bir bilgi, eleştiri ve hareket olan çevre ve ekoloji hareketinden öğrenerek, teorimizi ve hareketimizi (politikamızı) yeniden kurma çabasıdır asıl olan. Ekoloji, dahil olunacak bir alan/hareket olarak değil, sosyalistlerin kendilerini ekolojist olarak yenileyerek var edecekleri bir alan/hareket olarak ele alınmalıdır.
Neoliberalizm: Müşterek Olanın Çitlenmesi
Çevresel ya da ekolojik tahribat sorunlarının, siyaset gündeminde ve bu arada ideoloji alanında kendine geniş bir yer açmasına 1960’li ve ‘70’li yıllarda tanıklık etmekteyiz. ‘68 gençlik hareketinin savaş, kültür endüstrisi, cinsel özgürlük, doğaya yabancılaşma gibi temalar etrafında geliştirdiği, hippilerin yaşam tarzlarıyla özgülenen romantizm içinde doğaya/doğallığa dönüşü ifade eden arayışlar, feryatlar yükselmeye başladığı söylenebilir. Bu yıllarda, modern sanayi toplumunu sorgulayan ütopyalar sunan ya da çevre sorunlarını ele alan Barry Commoner, Ivan Illich, Erick Scheurmann, Robert Havemann, Stuart Udall, Fritjof Capra, Rudolf Bahro, Ernest Callenbach gibi düşünürlerin kimi yapıtlarının da bu gelişimde büyük payı vardır.
Ama kapitalist gelişmenin küresel olarak doğamızda yarattığı yıkımın dünya gündemine girmesinin, onlar böyle tanımlamasa da, küresel kapitalistlerin bir kulübü olan Roma Kulübü’nün talebiyle, ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde çalışan araştırmacılar Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, JorgenRanders ve Williams W. Behrens III tarafından yazılan “Ekonomik Büyümenin Sınırları” kitabının 1972 yılında yayınlanması ile gerçekleştiği söylenebilir. Kitabın “dünya nüfusunda, sanayileşmede, çevre kirlenmesinde, gıda üretiminde ve doğal kaynakların tükenmesinde bugünkü büyüme eğilimi süregelecek olursa, gezegenimizde ekonomik büyüme gelecek yüzyıl içinde sınırına dayanacaktır”[1] temel tezi, 1972’den sonra birçok Batı ülkesinde “yeşil partiler”in de dayanak noktası oldu. 1972’de Birleşmiş Milletler öncülüğündeki Stockholm Konferansı’nın düzenlenmesi ve Dünya Çevre Günü’nün kutlanması bu konuda bir dönüm noktası olarak algılanabilir.[2] Sovyetler Birliği’nin Doğu Almanya’nın Federal Almanya ile eşit haklarla toplantıya alınmamasını protesto etmek amacıyla katılmadığı bu konferans –Çin’i saymazsak– esas olarak kapitalist ülkelerin bir araya geldiği bir çalışma olmuştur. BM bünyesinde Stockholm Konferansı’ndan yirmi yıl sonra Brezilya’da Rio de Janeiro’da yapılan (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) zirve de, çevre konusundaki küresel politikaların belirlenmesinin bir basamağını oluşturmaktadır. Bu zirvede 178 ülke ve 115’ten fazla devlet başkanının bir araya gelmesi de bunu gösteriyor.[3]
1970’lı yılların, neoliberalizmin hem bir rasyonalite hem de küresel bir siyaset olarak doğduğu yıllar olduğunu hatırlamak gerekir. David Harvey, 1970’lerin krizinin ardından, sermayenin bu yeni birikim modelini, Marx’ın “ilk birikim” kavramı ile özdeş tuttuğu “mülksüzleştirme yoluyla birikim” olarak, “yeni emperyalizm” diye tanımlar.[4] Dolayısıyla “büyümenin sınırları” tartışmasının, küresel olarak “müşterekler”in emperyalist ülkeler, BM, DB, IMF gibi ulus üstü kurumlar tarafından yönetilmesinden başka bir şeyi ifade etmeyen “sürdürülebilir kalkınma” politikalarına evrildiğini görmek hiç de şaşırtıcı olmuyor.
Neoliberalizmle birlikte yeni bir genişleme sürecine giren sermaye, özelleştirmelerle eğitimden sağlığa, altyapı yatırımlarına kadar birçok alanda ulus-devletin yerini alırken, başta su kaynakları olmak üzere doğa müştereklerinin de yeni bir çitleme dalgasına girişti. Neoliberal politikalarla birlikte, her şeyi şirketlerin faaliyet alanı haline getirerek, yani özelleştirerek birikim krizini aşmaya çalıştı. Bu temelde, başta emekçilerin yaratıcı gücünün en ucuz şekilde köleleştirilmesinden Dünya Ticaret Örgütü tarafından gündeme getirilen fikri mülkiyet hakları, genetik materyalin patent ve lisans haklarının çitlenmesi, hava, su, orman gibi küresel müşterekler ile kültürel biçimler, ürünler, miras ve yaratıcılık gibi kültürel müştereklerin çevrelenmesi ve metalaştırılması, üniversiteler gibi kamu hizmeti veren kurumların özelleştirilmesi ve kamu hizmetlerinin (su, elektrik gibi) piyasalaştırılmasına kadar küresel düzeyde toplumsal müştereklerin yeni bir metalaştırma ve çitleme harekatıyla karşı karşıya kalındı.[5] “1980’ler boyunca, eski çitlemelere karşı ortaya çıkan Diggers, Levellers gibi popüler politik hareketler ve köylü ayaklanmalarına benzer şekilde Meksika’dan Doğu Afrika’ya, Hindistan, Sri Lanka ve Endonezya’ya ‘yeni çitleme harekatına’ karşı müşterek toprakları korumak adına bir dizi halk ayaklanması (etnik çatışma, kabile savaşları gibi adlandırmalarla gölgelendirilerek) yaşandı. Müşterekleri savunmak adına yükselen bu mücadeleler sadece ‘üçüncü dünya’nın kırsal halk ayaklanmalarıyla sınırlı değildi. Aynı dönemde Amsterdam, Berlin, New York ve Londra’da işgalciler, evsizler ve yoksullar sadece barınma sorunu için değil, müşterek mekanları geri almak için de sokaktaydılar.”[6] Bu hareketlere, nükleer santrallere karşı hareketleri, Latin Amerika’daki “Topraksızlar Hareketi”ni ve suyun özelleştirilmesine karşı verilen mücadeleleri, baraj karşıtı hareketleri de ekleyebiliriz.
Bu gelişmelere bağlı olarak, eski korumacı anlayışın yerine, çevreci hareket, ekoloji ve ekoloji hareketi gibi toplumsal ve siyasal anlamlar ihtiva eder olmuşlardır. Devletlerarası görüşmelerden farklı olarak, tabandan gelişen bu yeni çevreci ve ekolojistlerle birlikte de politik, ideolojik yeni tartışmalar boy vermiştir. Çevreci veya ekolojist eleştirileri ekonomik gelişmeye karşı akıldışılık olarak görenler (Rio Konferansı’ndan hemen önce “Heidelberg Çağrısı” olarak bilinen ve aralarında 62 Nobel Ödülü sahibi bilim insanının da bulunduğu grubun ortaklaşa yayınladığı bildiri) ya da “azgelişmiş ülkeler”in gelişimi önünde engel görenler olduğu gibi, “ekolojik süreçlerde minimum bozulma”, “madde ve enerjinin maksimum korunması”, “durağan bir nüfus” gibi ilkelerle yerleşik partilerden ideolojik olarak farklılık iddiasında olan yeşil partilere, çevresel yıkımı kapitalizmle bağlantılandıran politik ekolojist, ekososyalist gruplara, kapitalizm eleştirisini daha kökensel ve mistik düzeyde yapan “derin ekolojistler”e, birçok farklılık doğmuştur.
Her biri kendi içinde bazı farklılıklar içerse de, bu hareketleri politik açıdan çevreci, yeşil ve ekolojist hareketler olarak sınıflandırabiliriz. Sorunları tekil olaylar olarak ele alıp, engelleyici, korumacı tedbirlerinin geliştirilmesi için mücadele eden kuruluşları çevreci hareketler olarak adlandırabiliriz. Bu hareketlerin bir kısmı, çoğu zaman çevreyi kirletici şirketlerin finanse ettikleri “sivil toplum kuruluşları” oldukları gibi, meskun mahaldeki sakinlerin bir araya geldiği yurttaş girişimleri de olabilir.
Yeşil hareketleri ise, ekolojik kriz ve iklim krizi gibi olguları hükümetlerin, şirketlerin yanlış ve dolayısıyla da önlenebilir politikalarının sonuçları olarak gören, “yeşil kapitalizm”i savunan hareketler olarak tanımlayabiliriz. Politik ekoloji hareketleri kategorisini ise, yeşillerin aksine, ekolojik krizin nedeni tek başına kapitalizm olmasa bile, sorunun ancak kapitalizmin aşılması ile birlikte çözülebileceğini savunan anarşist, sosyalist, komünalist hareketleri tasnif için kullanabiliriz. Bu her grup, kendi içinde de, örgütlenme türleri, eylem biçimleri, amaçları bakımından alt gruplara ayrılabiliyor.[7]
Çevrecilik
Hareketler arasında tasnif yapmamızı sağlayan temel konulardan biri, çevre ve ekoloji kavramlarının sırtını yasladığı paradigmalardır. Hareketler çoğu durumda bu kavramsal ayrımlarla ilgilenmez tabiatıyla. Bu, pratik olarak yıkıma neden olan tekil bir soruna, projeye can havliyle karşı çıkmaya ve engellemeye odaklanıldığı için elbette normaldir. Örneğin, mahalle parkında yapılmak istenen ağaç kesimini engellemek için, yapılaşmaya karşı mücadele ederken çevre mi ekoloji mi gibi bir tartışma abesle iştigal olacaktır. Bir mahalledeki yeşil alanı koruma mücadelesi yerel bir mücadele olarak değerlidir. Fakat hiçbir zaman sorun bu kadarla sınırlı değildir. Mekansal ölçekten bağımsız olarak çevreye, doğaya zarar veren sayısız kirletici ve yıkıcı faaliyet söz konusudur. Ayrıca doğa ölçeklenemez bir bütünlüktür. Bununla birlikte, bir parkı kurtarmak için verilen mücadele, çoğu durumda safiyane bir sorun değildir. Mahallelinin çalışma yaşamından beslenme rejimine, atık sorununa, mahallenin mimari yapısından toplumsal cinsiyetçi, ulusal, sınıfsal, kültürel eşitsizliklerden kaynaklanan kullanma/kullanamama sorunlarına, sokak hayvanlarına yapılan muameleye kadar, mekandaki başkaca bir dizi eşitsizlik ve adaletsizlik ile kesişim halinde olarak mekan oluşur. Bazı yurttaşlar “çevreci” olurken birçok yurttaşın olmaması, mekandaki başkaca eşitsizlik ve adaletsizliklerden kaynaklanır. Keza bir mekandaki ilişkiler ekonomik büyüme, teknoloji, siyasal rejim, nüfus, değerler sistemi, uluslararası ilişkiler gibi makro süreçlerin de etkisi altındadır, bunların karşılaşma, etkileşime girme alanıdır. Dolayısıyla, bunlar hakkındaki farklı değerlendirmeler ve çözüm önerileri söz konusu olduğunda da, ister istemez ayrışmalar gündeme gelecektir.
Çevrecilik yaklaşımının sınırlılığı da burada ortaya çıkmaktadır: bütünlükten yoksun, tek bir soruna, olaya odaklanan, insan odaklı, çoğu durumda da mekandaki belli toplumsal grup ya da topluluk çıkarını esas alan hareketler olması.
Çevre (environment) ve ekoloji (ecology) kavramları genellikle birbirine ikame edilerek kullanılmaktadır. Oysa bu iki kavram hem etimolojik olarak hem de politik dünya açısından oldukça farklıdırlar. İngilizce’deki environment kelimesine karşılık olarak kullanılan çevre, insanlar, bitkiler ve hayvanların birbirleri ve yaşam alanlarıyla karşılıklı ilişkilerini incelemekten ziyade, merkezdeki insanın onu kuşatan, çeviren çevresiyle olan ilişkilerini ifade eder. Antropoloji sözlüğünde çevre sözcüğü için şunlar söylenmektedir: Belirli bir zamanda dolaylı ya da dolaysız olarak kişiyi etkileyen, ferdin maddi ve manevi gelişmesini ve yaşam koşullarını belirleyen biyolojik, coğrafi ve toplumsal etkenlerin tamamıdır. Çevre kelimesinin yaygın kullanımı, içinde yaşadığımız doğa, yani insanı çevreleyen ancak insan dışı biyo-fiziksel dünyadır. Doğa, insanın dışındadır. Dolayısıyla çevre-cilik, salt insanın gereksinimleri etrafında belirlenmiş bir anlayışı yansıtmaktadır.[8]
Meselenin bu temelde alınması, yaşanan sorunların tanımlanmasını, çözüm önerileri ve mücadele biçimlerini belirler. Çevreciler, insana, topluma etkisi bakımından, en fazlasından gelecek nesillerin “doğa (ve) kaynaklarından yararlanması” ilkesinin gereği olarak, hükümetlere ve şirketlere karşı, uygulamalarında “çevresel etki”nin göz önünde bulundurulması, yaşanan sorunların bu çerçevede düzeltilmesi için mücadele ederler. Yaşanan çevre kirliliği ve yıkımının nedenlerine dair değil, sonuçlarının giderilmesine ya da azaltılmasına çalışırlar. Bütünsel bir değerlendirme yapmaktan kaçınarak, kirletici ve yıkıcı faaliyetleri belli bir üretim tarzının bütünsel bağlamından koparırlar. Dolayısıyla bu, esas olarak korumacılıkla sınırlı bir yaklaşımı ifade eder.
Pratikte de bu yaklaşımın birçok türevi var: kesimcilik, yerlicilik, tekil-sorun odaklı olma, yerel dar görüşlülük gibi.[9] Çevreci örgütleri, yerel platformlar ve ulusal örgütler olarak da ayırmak lazım. Ulusal örgütler (TEMA gibi), şirketlerin sponsorluğunda “çevre eğitimi”, ilgi alanlarına giren konularda “çevre korumacılığı” için teknik ve hukuksal raporlama, dava süreçleri ve lobi faaliyetleri yapmakla yetinmektedirler. Bunlar, örneğin, enerji yatırımları söz konusu olduğunda, kimin enerji ihtiyacı olduğu, enerjinin ne amaçla kullanıldığı, enerjinin ve suyun piyasalaştırılması, enerji israfı gibi sorunun sistemle ilgili boyutlarına girmeden, termik ve nükleer santral yerine “yenilenebilir enerji” politikasını savunur. Şirketlerin enerji ve su kaynakları üzerindeki egemenliğinin yarattığı eşitsizlik ve doğa yıkımına değinmeden, örneğin Doğu Karadeniz’deki HES projeleri ve bunlara karşı mücadelede görüldüğü gibi, bir vadiye birçok HES yapılması yerine “havza planlaması” yapılarak bazı vadilere “sürdürülebilir” sayıda HES yapılmasını savunabilirler.
Yerelde oluşan çevreci platformlar ise, heterojen bir yapıya sahiptirler. Genelde o yereldeki CHP ve diğer sol-sosyalist örgütlerden bireylerin katılımı ile oluşsalar da, bazı yerlerde MHP, SP gibi partilerden kişilerin de katıldıkları durumlar olmaktadır. Bu nedenle de, bu platformlar “siyasetler üstü” olma iddiasında bulunmaktadırlar. Tekil, kısmi bir çevre sorunu üzerinden de olsa bu çeşitlilikte yurttaşın o sorun temelinde ortaklık kurması önemli bir siyasallaşma deneyimi sayılmalıdır. Fakat bu deneyim tek başına, sürece katılan yurttaşlarda bir dönüşüme otomatik olarak neden olmamaktadır. Tekil mücadele başarılı/başarısız olduğu durumda, genellikle herkes eski konumuna dönmektedir. Dolayısıyla, yerellerde tekil sorunlar etrafında yakalanan “çevreci uzlaşma”, bazı durumlarda muhafazakar, hatta gerici olabilmektedir. Kimi platformların sosyalistlerden, hele hele Kürt siyasetinden uzak durmak için gösterdiği gayret buna örnek verilebilir.
Yeşiller
Çevrecilik ile yeşiller hareketi birçok yönüyle örtüşmesine rağmen, ekolojik yıkım/kriz konusunda daha bütünlüklü bir bakış açısı ve alternatif politikalar sunmaları açısından yeşiller çevrecilikten ayrılır.
Yeşil partiler, uluslararası işçi hareketinde Lenin zamanında yaşanan, “sosyal-demokrat” partiler (2. Enternasyonal) ile “komünist” partiler (3. Enternasyonal) ayrışmasında, birinciler içinde bir çatallanma olarak ortaya çıkmıştır. ‘68 gençlik hareketinin ve o dönemde Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki “reel sosyalizm”e yönelik eleştirilerin mayaladığı bir iklimde doğmuştur. Dolayısıyla, asıl karakterini sadece “reel sosyalizm” karşıtlığı değil, “reel sosyalizm”i marksizmin “doğal sonucu” olarak gördükleri için, marksizm karşıtlığı belirler. Yeşillerin düşünsel kaynağının, bu açıdan, esas olarak anarşist düşünürlerin marksizm ve “reel sosyalizm” eleştirileri olduğu söylenebilir.
Yeşillerin sağ ve sol ideolojilerden apayrı bir ideoloji olarak kendilerini sunmalarındaki temel kriterlerden biri de zaten bürokratizm, katılımcılık eleştirileridir. Militarizm karşıtlığıyla ve her türlü şiddete karşı olmakla, nükleer silahlanmaya ve santrallere karşı çıkmakla, barışçılıkla, temsil sistemlerinde daha fazla katılımcılığa, yerelliğe yaptıkları vurgularla, kendilerini geleneksel sağ ve sol partilerinden ayırmaya çalışırlar. Bu açıdan simge isim olan Rudolf Bahro’nun “ekososyalizm” anlayışı, “reel sosyalizm”in de kapitalizm kadar totaliter ve doğayı tahrip eden bir sistem olduğu eleştirisine dayanır.
Oysa kendi başına bir ideoloji olarak tanımlanabilecek, sınırları çizilebilecek, ütopyası olan bir “yeşil düşünce sistemi”nden söz edebiliriz. “Yeşil düşünce”, soyut bir “insan-doğa” çatışması üzerinden bir anlatı oluşturur ve “insan-doğa” ilişkisinin yarattığı ekolojik sonuçlara odaklanır. İnsanın doğa üzerinde kurduğu egemenliğin yeryüzünde yarattığı (dönüştürücü ve giderek büyük ölçüde yıkıcı) değişimler, insan nüfusundaki artışın ve üretim biçimlerindeki değişimin toprak, hava, su, iklim ve canlı yaşam üzerindeki (çoğu olumsuz) etkileri üzerinden bir “uygarlık” eleştirisi yapar. Marksizmi de içine katarak bütün ideolojilerin, bu “uygarlık tarihi”ni bir “ilerleme”, teknoloji sayesinde doğa üzerinde egemenlik kurma ve özgürleşme olarak yorumladığını ileri sürerek, yeşil düşünce, tarihin başından itibaren insan türünün gelişiminin, imparatorlukların, uygarlıkların, sömürgeciliğin vb. doğa ve başka toplumlar üzerinde yıkıma neden olduğunu savunur. Böylece “ekolojik yıkım”ın tarihini insanın gelişiminin tarihiyle özdeşleştirerek, sorunun üretim ilişkileri ve tarzına özgü, güncelde de kapitalizme özgü bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışır.
İnsan-doğa ayrımı/karşıtlığı argümanı üzerinden geliştirilen “uygarlık eleştirisi”, toplumsal üretim ilişkilerini paranteze alan bir yaklaşımdır. İnsan dahil bütün canlılar doğadan beslenirler, bir şekilde doğa üzerinde çalışırlar. Bunun tersi de düşünülemez. İnsan-doğa ilişkisi, tekil insan bireyinin faaliyeti olarak görülemez. İnsanların toplumsal bir varlık olarak, belli tarzda kurdukları toplumsal ilişkiler, üretim ilişkileri dolayımıyla, insan-doğa ilişkisi kurulur. Bir köylünün ormanı yakıp çay tarlası açması ya da kapitalistin zeytinlikleri kesip termik santral kurması, bir insanın köylü ya da kapitalist olarak dahil olduğu toplumsal ilişkiler bütününün “doğa”sı ile ilgilidir. Bu toplumsal doğa paranteze alındığında, romantizmin teknoloji eleştirisinden Doğu’nun mistik felsefelerine kadar birçok farklı düşünceyi referans alarak, kendinde harmanlamaya çalışmak kalır. Sorun insanların yanlış düşünceleri, hükümetlerin ve şirketlerin yanlış politikalarıdır. Örneğin, 2001’de Avustralya’nın Canberra kentinde yapılan “1. Küresel Yeşiller Kongresi”nde kabul edilen “Küresel Yeşiller Bildirgesi” ve Avrupa Yeşil Partisi tarafından 2006’da Cenevre’de kabul edilen “Avrupa Yeşil Şartı: Avrupa Yeşilleri’nin Yol Gösteren İlkeleri” gibi temel metinlerinde bir kere bile kapitalizm kavramı geçmez. Yeşillerin metinlerinde kapitalizm yerine “endüstri(yalizm)” kavramı ikame edilir.
Çoban, yeşil düşüncedeki endüstriyalizm anlayışının farklı boyutlarını şöyle belirlemektedir: “Ekonomik cephede, sermaye ve teknoloji yoğun bir üretim sürecinde talebin kışkırtılmasına dayalı üretim örgütlenmesiyle yalnızca küçük bir azınlık için refah sağlarken çoğunluğu yoksulluğa mahkum etmektedir. Toplumsal cephede, patriyarkal değerlerle yoğrulduğu için kadın-erkek eşitsizliğinin ebedileştiği, kurumsallaşmış şiddetin gündelik yaşamın parçası kılındığı, merkeziyetçiliğin her alana sindiği bir toplum durumudur. Siyasal cephede, örgütlenme ve işleyişin hiyerarşik ve merkeziyetçi olduğu, farklı siyasal görüşlerin karar alma mekanizmalarını etkileyemediği, bunun yerine uzman görüşlerinin esas alındığı, özgürlükçü ve dayanışmacı yaklaşımları dışlayan bir hukuk ve düzen anlayışının hüküm sürdüğü vurgulanmaktadır. Endüstriyalizmin çevre ile ilgili yapı, yönetim ve politikalarının insan-merkezci görüşlerle biçimlendiği, doğanın fethedilmesi ve hakim olunması gereken ve insansal amaçlara hizmet eden bir araç olarak görüldüğü, çevrenin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir değer olmak yerine işletmeye açık bir kaynakmış gibi ele alındığı belirtilmektedir.”[10]
Fakat endüstriyalizm, kapitalizm demek değildir. Endüstriyalizmin tipik özellikleri işbölümü, kültürel rasyonalizasyon, fabrika sistemi ve makineleşme, problem çözmede evrensel düzeyde bilimsel yöntemlerin uygulanması, zaman disiplini ve ertelenmiş doyum, bürokrasi ve kurallarla idare ile toplumsal ve coğrafi bakımdan mobil bir işgücüdür.[11] Bunların her biri kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin bazı yönleri, biçimleri ve sonuçlarıdır. Ayrıca bunların her biri kapitalizmin gelişiminin farklı evrelerinde de farklı biçimler alır. Dolayısıyla, yeşil düşüncedeki “endüstriyalizm” karşıtlığı, kapitalizmin bazı sonuçlarının törpülenmesini, uysallaştırılmasını, “sürdürülebilir” hale getirilmesini ifade eder. Endüstriyalizm eleştirisi, büyümenin sınırlandırılması ve nüfusun azaltılması, merkeziyetçilik, kurumsallaşmış şiddet ve hiyerarşiyle ve katılım ve dayanışmanın bulunmayışıyla ilişkilendirilen siyasal sorunların çözümü, şiddete başvurmama, özgüven, kendine yeterlilik, özgürlükçülük, katılımcılık, dayanışma gibi ilkelere dayalı bir toplum görüşüne varmaktadır.
Yeşil düşüncenin ve hareketinin sınırlılığı da burada ortaya çıkmaktadır. Bu partiler, kapitalist üretim ilişkilerinin yasallığının gelişimi olan çelişkiler, eşitsizlikler ve sonuçlar karşısında, “insanlar”ın bazı görüşler etrafında uzlaşarak “yeşil bir dünya” kurabileceği naifliğine düşmekten kurtulamazlar. Ne burjuvaları ne de işçileri ve yoksulları ikna etmeyi başarmaktadırlar. Kala kala orta sınıfların memnuniyetsiz kesimlerinin arzularına, hayallerine, vicdanlarına seslenmekle kalmakta, onların sosyal faaliyetlerini yeşillendirmekten öteye gidememektedirler.
Yeşillerin bu felsefi, ideolojik temelleri, politikada da, örneğin fosil yakıt, nükleer enerji lobilerine karşı “yenilenebilir enerji” şirketlerinin PR çalışmalarını yapmaktan öteye geçmelerine mani olmaktadır. Seçimlerde görece başarı kazandıkları birçok yerde ise tamamen yozlaşarak, siyasal güçlerini silah ve fosil yakıt tekellerinden fon koparmak için kullanmaya kadar vardırmışlardır işi. Bunun en uç örneği Alman Yeşiller Partisi oldu. 1998 yılında yüzde 6,7 oy alan parti, SPD ile “Kızıl-Yeşil Koalisyon” oluşturdu. Yeşillerin 2002 yılına kadar sürecek ilk iktidar ortaklığı sürecinde, Almanya 1999’da Kosova’ya yapılan emperyalist müdahalenin başını çekerken, Yeşiller buna evet diyecekti. 2009 seçimlerinin ardından Saarland ve Hamburg eyaletlerinde Hristiyan Demokrat Partisi ve Hür Demokrat Partisi gibi sağ-muhafazakar partilerle ittifaka gitti. Yeşillerin son icraatı ise NATO’nun Libya’ya düzenlediği emperyalist operasyonları desteklemek oldu. Kanlı politikalara destek olmanın yanında, SPD ile koalisyon ortağı oldukları dönemde işçi sınıfının haklarını gasp eden sosyal kesintilere de ortak oldular.
Hem çevreci hareketin hem de yeşil hareketin alametifarikası “sürdürülebilirlik” kavramıdır. “Sürdürülebilir kalkınma” kavramının kökleri, 1980 yılında Uluslararası Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (International Union for the Conservation of Nature and Natural Resources – IUCN) tarafından hazırlanan Dünya Koruma Stratejisi (World Conservation Strategy) adlı rapora dayanmaktadır. Kavramın genel kabul görmesi ve geniş bir kullanım alanı bulması ise Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun (1987) “Ortak Geleceğimiz” başlıklı raporuyla olmuştur. “Sürdürülebilir kalkınma” bu raporda “bugünün gereksinimlerini, gelecek kuşakların da kendi gereksinimlerini karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılayan kalkınma” biçiminde tanımlanmıştır. Söylemdeki bütün bilimselliğine karşın “sürdürülebilir kalkınma” ideolojik bir tanımlamadır. Tanımdan ve de bugüne kadar geçen sürede “sürdürülebilirlik” kavramını ağızlarına pelesenk yapan hükümetlerin, hükümetüstü kurumların icraatlarından da çıkarılabileceği gibi, “sürdürelebilirlik”, doğayı bir “kaynak” deposu, ucuz hammadde kaynağı, aynı zamanda başlı başına bir meta olarak görmeyi, dolayısıyla bu halinin gelecekte de sürmesinin sağlanmasını esas alır.
Kalkınma, azgelişmişlik, gelişmiş ülke gibi birçok kavram, ideolojik işlev üstlenmektedir. Nüfus artışı, ihtiyaçların çeşitlenerek artışı gerekçe gösterilerek ekonomik büyümenin kaçınılmazlığını kabul eden kalkınmacı anlayış, bunun “çevre kaynakları üzerinde” baskısını hafifletmek için “sürdürülebilirlik” kavramıyla tamamlanmaya çalışılır. Kalkınma lafzında, örneğin, GSMH, kişi başına düşen gelir, eğitim oranı gibi bazı nicel parametrelerle yoksulluk-zenginlik tanımlamalarına gidilir. Sınıfsal, kültürel, toplumsal cinsiyetçi ve ekolojik birçok eşitsizlik ve adaletsizlik bu iktisadi göstergeler içinde sümenaltı edilir. Kalkınmacılık, ekonomik büyüme ile demokrasi arasında paralellik kurar. Fakat “ekonomik büyüme”nin eşitlik ve adalet açısından durumuna dair söz söylememeyi tercih eder. Daha temelde de, dünyadaki yoksulluğu, “azgelişmişliği”, kaynaklar ile nüfus arasındaki orantısızlığa bağlayarak, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini tartışma dışı bırakır. Oysa dünyadaki yoksulluk, üretilen zenginliğin (gıdadan beyaz eşyaya, konuta kadar) yetersiz olmasından değil, zenginliğin bir avuç kapitalist tarafından mülk edinilmesinden kaynaklanır. Ki Marx’ın da gösterdiği gibi, kapitalizmin krizi “fazla üretim krizi”dir; üretilen metaların satılamamasından dolayı doğan ve büyük bir yıkımla, israfla sonuçlanan krizlerdir. Dolayısıyla, aslında “sürdürülebilirlik”, sömürünün, yoksulluğun sürdürülmesinin asgari koşullarının belirlenmesi ve hükümetler ve şirketler tarafından bu kriterlere uyulmasıdır. “Sürdürülebilir kalkınma”, “sürdürülebilir çevre”, “sürdürülebilir su yönetimi” gibi hemen her şeyin başına ulanan kavramı temel alan siyasetin, “ucuz doğa”nın sonunun getirilmesini –başka gezegenlerde yaşam bulunana kadar en azından– engelleyecek teknolojilerin geliştirilmesini savunmaktan başka bir çaresi yoktur.
Görüleceği gibi, belli ön kabuller ve belli kavram setleri belli siyasetlerle bir paradigma oluşturmaktadır. İnsan-doğa ayrımı, endüstriyalizm, çevrecilik, yeşil düşünce, sürdürülebilirlik, önü sonu kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülebilirliği noktasında bir bütünlük oluşturmaktadır.
Çevrecilik ve yeşil düşünce/hareket, bütün zaaflarına rağmen iki açıdan toplumsal hareketlere önemli katkılar yapmışlardır. Birincisi, elbette sanayileşmenin, silahlanmanın, savaşların doğa üzerinde telafisiz yıkımlara neden olduğuna, doğanın bir sınırının –en azından insan yaşamının sürdürülmesi açısından– olduğuna dair bilimsel çalışmalarla konuyu toplumun ve siyasetin gündemine sokmuşlardır. İkinci olarak ise, kendilerinden önce anarşistler tarafından dile getirilmiş olsa bile, yeşillerin “reel sosyalizm” ve marksizm eleştirileri, marksist düşünürler ve siyasetçiler arasında ekoloji konusunun öneminin anlaşılması, marksizmin bu konudaki yeterliliğinin –ya da tersi– araştırılması, marksizmin çeşitli yorumlarındaki “ekonomizm” anlayışının (üretimcilik, teknolojizm gibi) aşılması bakımından geliştirici olmuştur.
Ekolojistler
Bununla birlikte çevrecilik ve yeşil düşünce/hareket, hem nedenlerinin açıklanması, hem çözüm önerileri, hem de mücadele stratejileri açısından ekolojik krizin aşılmasında yetersizdir. Foster’a göre, “gezegenin ekolojik sorunlarını çözmek için önerilen son reçeteler, böyle uğursuz tehditleri karşılanması açısından, insana üzüntü verecek derecede yetersizdir. Çünkü bu reçeteler, yeni uluslararası anlaşmalar yapmaya, insanları nüfus ve tüketim artışını kısmaya, çevre dostu teknolojiler denilen bir avuç teknolojiyi benimsemeye davet etmekten daha uzağa gidemez.”[12]
Bugün doğal yaşamın tahribi, biyoçeşitliliğin azalması, canlı türlerinin soyunun tükenmesi, ormanların yok edilmesi, iklim krizi; hava ve su kirliliği, kültürel çevrenin tahribi, gıdalardaki tehlikeli kimyasallar, tarım alanlarına sanayi tesislerinin kurulması, çarpık yapılaşma, kömürlü termik santraller, nükleer reaktörler ya da HES, JES, GES, RES gibi enerji yatırımları ve bir yörede doğal çevreye, insanların yaşamına ve ekonomik etkinliklerine zarar veren endüstriyel yatırımlar, madenler, taş ocakları, turizm tesisleri ve benzerleri; türcülük, hayvanlara eziyet edilmesi, avcılık, endüstriyel hayvancılık; genetiği değiştirilmiş organizmalar, endüstriyel tarım, madencilik, toprakların kirletilmesi, petrol ve türevlerine dayalı sanayi ve yaşam tarzı, savaş sanayisi, silah denemeleri gibi çeşitli etkenlerin her birinin ve hepsinin yarattığı ekolojik krizin geldiği boyut açısından “dünyanın sonu”nu düşünmekle zaman geçirmek yerine, kapitalizmin sonunu düşünmek ve bunun için politik ekolojist temelde mücadeleye girişmek gerekir.
Ekoloji, ilk olarak 1867 yılında Alman biyolog Ernst Haeckel tarafından, canlı varlıkların yaşam ortamlarıyla olan ilişkilerini inceleyen bir disiplini tanımlamak için kullanılmıştır. Haeckel, ekoloji sözcüğünü, Yunancada yaşanılan yer, yurt, ev anlamına gelen “oikos” ile bilim, söz ya da söylem anlamlarına gelen “logia”, “logos” sözcüklerinden türetmiştir. Yine aynı yüzyılda bitki ve hayvanbilimcileri, sözcüğü, organizmaların içinde bulundukları çevrelerdeki yaşam biçimlerini incelemede kullandılar. İnsan toplulukları özgül kültürel yapılar içinde, toplumsal olarak örgütlenmiş bir şekilde yaşadıkları coğrafya, iklim, bitki örtüsü ve hayvanlarla, ayrıca diğer insan topluluklarıyla sürekli ilişki ve etkileşim içindedirler. Bu etkileşim karşılıklı, iki yönlü olarak işler. Topluluklar bilinçli veya bilinçsiz olarak çevrelerini değiştirip biçimlendirirlerken, çevreyle girilen etkileşim, aynı zamanda o toplumun kültürünü, ekonomik ve siyasi hayatını etkileyip biçimlendirmektedir. Ekolojik bakış ya da politik ekoloji, insan-doğa vb. düalist ayrımları bir tarafa bırakarak, bütünsellik ilkesini öne çıkarırken, aynı zamanda sorunun çevre sorunu, başka bir deyişle insanın doğa üzerindeki etkisinin yanı sıra, insanlar arasındaki tarihsel, toplumsal ve siyasal ilişkilerin insan-doğa ilişkileri ile bağını da bu bütünsellik içine dahil eder. “Hepimiz, ortak bir kadere sahip birbiriyle ilişkili ve birbirine bağımlı varlıklardan oluşan, parçalanamaz ve canlı bir topluluğun, Toprak Ana’nın parçası olduğumuzu biliyoruz.”[13]
Türkiye’de ekoloji, bir bilim alanı olarak, ekonomik ve siyasal boyutundan kopuk görülmüş ve toplumsal sistemin dışında bir alan olarak ele alınmıştır. Bu yüzden toplum-doğa ilişkilerine ilişkin kavramsal tartışmalar da oldukça yenidir. Bunu ekoloji ve “çevrebilim” ayrımına ilişkin terminolojik tartışmalarda görürüz. Doğa kavramının aksine çevre, biz insanları diğer her şeyle çevrili merkezde gördüğünü ima eden antroposentrik ve düalist bir kavramdır. Bunun aksine eko (doğa) ise bağımsız toplulukların, entegre sistemlerin ve kurucu parçaların arasındaki güçlü bağlantıları ima eder. Ekolojistler, çevre korunması, ağaçlar ve yeşil alanlar için tasalanmakla kalmazlar, yani “mesele –sadece– üç beş ağaç meselesi değil”. Aynı zamanda, ekolojik sorunların aslında ekonomik ve politik sorunların bir yansıması olduğundan hareketle, mevcut sosyoekonomik yapının aşılmasını temel alan bütünlüklü bir bakış açısıyla hareket ederler. “Ekolojiye dair projelerin (ve fikirlerin) tamamı aynı zamanda ekonomiye dair projelerdir (ve fikirlerdir) ve bunun tersi de geçerlidir. Topluma ve ekonomiye dair görüşler ne kadar ekolojikse, ekolojiye dair görüşler de ancak o kadar toplumsal olarak tarafsız olabilir. Dolayısıyla çevre sorunlarını daha iyi kavramak istiyorsak, ekolojinin ve siyasetin nasıl ilişkilendiğine yakından bakmak bir zorunluluk olur.”[14]
Foster’ın da dikkat çektiği gibi, bugün çevrecilikle başlayıp yeşillerle devam eden hareketin ekolojik krize yanıtlar üretmesi için marksizme ihtiyacı var. Ekolojik kriz sonucunda dünyanın sonunun gelip gelmeyeceğinden, kıyametin kopup kopmayacağından ayrı olarak, halihazırda ekolojik kriz ve iklim krizi kapitalistler ve ezilenler için eşitsiz ve adaletsiz olarak farklı etkiler yapmaktadır. Krizden en fazla etkilenenler toplumsal, sınıfsal ve cinsel eşitsizlik ve adaletsizlik ilişkilerinden en fazla etkilenen ezilen kadınlar, çocuklar, yaşlılar olmaktadır. Dolayısıyla ekolojik krizin ve iklim krizinin yarattığı sonuçlara karşı mücadele etmek için kapitalizmin sonunu düşünmek zorundayız. Kapitalizmin eleştirisi hakkında da marksizm hala çağımızın ufku olmaya devam ediyor.
“Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre yıkımının başta gelen nedenleri, ne biyolojiktir ve ne de tek tek bireylerin tercihlerinin bir sonucudur. Bu nedenler, toplumsal ve tarihseldir. Sorunun kökleri üretim ilişkilerinde, teknolojik zorunluluklarda ve egemen toplumsal sistemlerin ayırıcı özelliği olan ve tarihsel olarak koşullanmış demografik eğilimlerdedir. Öyleyse, çevre krizine çare bulmak için ortaya atılan önerilerin çoğunda görmezden gelinen ya da önemsiz görülen şey, çevrenin kötüleşmesinin sadece küçük teknolojik temellerini kurcalamak değil, onun daha büyük toplumsal temellerini dönüştürme gerekliliğidir. Bu, hepsi içinde, üstünde çok düşünmeyi ve eyleme geçmeyi gerektiren en kritik şeydir. Egemen toplumsal ilişkiler sorgulanmadan kaldıkça, olan bitenlerle ilgilenen insanlara, çevreci eylem için geri dönüşüme ve çevreye zararsız ürünleri satın almaya, mesleklerle çevre arasında toplumsal bakımdan savunulamaz tercihlere ya da şirketlere, siyasi politikaları oluşturanlara ve bilimsel kurumlara –ki bunlar çevrenin bugünkü kötü durumundan en çok sorumlu olan çıkar gruplarının ta kendileridir– açık seçik ricalarda bulunma gibi salt kişisel yükümlenmeler dışında göze görünür birkaç yol kalmaktadır. Başka deyişle, krizin köklerinin toplumsal nedenlerinden dolayı, doğa ile toplum arasında sürdürülebilir bir ilişkiyi tesis edecek olan yegane çözüm, tarihsel ilişkilerin küresel ölçekte dönüştürülmesini gerektirir.”[15]
Kısa Bir Sonuç: Türkiye Ve Kürdistan’da Ekoloji Hareketi Üzerine Birkaç Anekdot
Bugün Türkiye ve Kürdistan’da hükümetin ve şirketlerin “yaşam alanları”nı tahrip etmelerine karşı verilen mücadeleler, enerji projelerine, orman talanına yol açan madenciliğe, hava, su ve toprak kirliliği yaratan/yaratacak olan termik ve nükleer santral projelerine, “kentsel dönüşüm” projelerine karşı verilen mücadeleler, güvenilir ve ucuz gıda üretimi için verilen mücadeleler, endüstriyel hayvansal üretime karşı hareketler, nesnel olarak, neoliberal kapitalist birikim modelini zora sokmasına, bu mücadeleye katılanlarda ve toplumda bu konularda belli bir farkındalık, aynı zamanda önemli bir hak arama ve demokratik örgütlenme bilinci yaratmasına rağmen, esas olarak çevrecilik boyutunu aşamamıştır. Harekette pratik ve politik olarak hiçbir etkisi olmamasına rağmen, söylem ve düşünce olarak esasen yeşil düşüncenin –o da epey bozuluma uğramış, içsel tutarlılığını yitirmiş olarak– etkisi olduğu söylenebilir.
Bununla beraber, bütün bu hareketin içinde, kimi yerde etkin olarak, politik ekolojist bireyler mevcuttur. Ekoloji hareketi, Kürdistan’da Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Türkiye’de Ekoloji Kolektifi Derneği gibi birkaç oluşum dışında, artık çoğu KHK’lı “barış akademisyeni” olan akademisyenler, avukatlar, çeşitli “sivil toplum örgütleri”nde çalışan bireyler, bazı ilerici ve sosyalist partilerin üyelerinden oluşan bir bütünlük arz ediyor. Bu dağınık tablo, ekoloji hareketinin ve dolayısıyla çevre hareketinin de, ortak bir “anlatı” oluşturamamasını koşulluyor.
Oldukça erken bir tarihte, Özlüer[16], Türkiye’de ekolojist hareketlerin temel özelliklerini şöyle sıralar: Türkiye’de ekoloji hareketlerinin tamamı, gerçekleştirmek istedikleri toplumsal yaşama ulaşmayı sağlayacak örgütsel birikimden uzaktırlar. Çok parçalı ve zayıftırlar. Bu parçalı hareketlerin ‘siyasal iktidar perspektifleri’ netleşmemiştir. Hiyerarşi ve otoriteyi reddeden ekolojistler bile örgüt içinde kişisel özelliklerden kaynaklanan farklılıkların anti-otoriter kılınmasında görece başarısız kalmışlardır. Kendi gündemlerini politik gündem konusu haline getirmeye çalışan aksiyoner hareketlerle, bu hareketlere lojistik olarak bilimsel destek sunan kişi ve hareketlerin birlikte hareket etme becerileri gelişkin değildir. Ekoloji hareketlerinin söylemlerindeki çoğulluk, hareketin kadrolarının ve kitlelerinin niteliksel zenginliğini yaratmaya yetecek güçte değildir. Ekoloji hareketlerinin gündemleri, karşılarına aldıkları egemen kalkınma paradigmasının ideolojik hegemonyasını kırabilecek bir toplumsal meşruiyete kavuşmuş değildir. Ekoloji hareketlerinin gündemlerini tartıştırırken yaratılan kamuoyu, bu gündemlerin arkasındaki tarihsel birikimle halk tanıştırılamadığı için ketum kalmaktadır. Ayrıca sınıf mücadelesine uzak durulduğu gibi, ekolojik sorunlarla emek mücadelesi arasındaki kuramsal paralelliklerin kurulması konusunda başarısız, ekolojik sorunları, kapitalist üretim biçiminin bağlamına yerleştirmek konusunda yetersiz kalmaktadır. Oysa sınıf mücadelesi ile ekolojik mücadele birbirinden ayrı, yalıtılmış, farklı iki mücadele alanı olarak görülemez. Emek ve doğa sömürüsü, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olan sermaye birikimi ve sömürü çatışmasının birbirinden ayrılmaz iki yönüdür. Vurgulanması gereken, günümüzde ekolojist hareketin toplumsallaşan çevre hareketlerini ortak bir program ve mücadele zemini üzerinde birleştirme mücadelesi verdiğidir. Bu hareketler sokak, kent ve kır hareketlerine eklemlenmelerine rağmen geniş bir tabanı olmayan, ancak yerel ekolojik çatışmaları sorunsallaştıran ve taban hareketlerine stratejik destekler sunan hareketler olarak görülebilir.
Türkiye’deki ilerici ve sosyalist partilerin, hareketlerin de ekolojik düşünce ve hareketle rabıtası, ‘90’lı yıllarda dünyadaki “sosyalizmin yenilenmesi” tartışmaları vesilesiyle teorik düzeyde kısmen kurulmuş olsa da, çevre hareketlerinin temel gündeme girmeyi başarmaları sonrası oluşan örgütsel ilgi ile sınırlı kalmıştır. Sosyalistler, bütün benlikleriyle bu hareketlere dahil olmamış, bir nebze hareketle bağ kuranlar da genellikle “örgütsel pragmatizm”le hareketin “sözcülüğü”nü ele geçirmeye çalışmakla yetinmiştir. Devrimci ve sosyalist literatürde, program, strateji, taktik ve örgütlenme düzeylerinde henüz “ekoloji” yeterince gündemde değildir. Bu durum, bilimsel ve düşünsel alandaki gelişmelerle kendini yenileme kabiliyetinin zayıflığı kadar, “toplumsal alan” örgütlenmesi, politikanın mekansallaştırılması/yerelleştirilmesi anlayış ve pratiklerinin yetersizliğini de göstermektedir.
Türkiye ve Kürdistan’da çevre ve ekoloji hareketi, 2005 sonrası yakaladığı ivmeye rağmen, gerek içsel sorunlarından gerekse de bölge siyasetindeki savaş-barış denkleminin yarattığı iklimden dolayı, bir süredir politik ve örgütsel bir kriz yaşamaktadır. Gerek yerel çevre ve ekoloji platformları arasında kurulan birlikler (Ekoloji Birliği), gerekse ekolojistler arasında ortak program ve politikalar oluşturma çabaları sürüyor. Sosyalistler, politik ve örgütsel deneyimleriyle, çevre ve ekoloji hareketinin bu arayışları ile hemhal olarak, hem kendilerini yenileyebilir, hem de yeni bir yol açabilirler.
Dipnotlar
[1] Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, Jorgen Randers, Williams W. Behrens III, Ekonomik Büyümenin Sınırları, Çev. Kemal Tosun, Duygu Sezer, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Yayını, 1978.
[2] Aykut Çoban, Çevreciliğin İdeolojik Unsurlarının Eklemlenmesi, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57-3.
[3] Bülent Duru, Türkiye’de Çevrenin Siyasallaşması: Yeşiller Partisi Deneyimi, Mülkiye Dergisi, Cilt 26, Sayı 236, 2002. (https://bulentduru.wordpress.com/2017/09/20/turkiyede-cevrenin-siyasallasmasi-yesiller-partisi-deneyimi/)
[4] David Harvey, , “Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim, Çev. Evren Mehmet Dinçer, Praksis, 11, s. 23-48. (http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/011-02.pdf)
[5] Begüm Özden Fırat, Kentsel Müşterekleri Yaratmak, Kollektif/Ekososyalist Dergisi, Sayı 12/14, 2012.
[6] B.Ö. Fırat, age.
[7] Başkaca yapılan sınıflandırmalar için bkz. B. Duru, age.
[8] K. Emiroğlu ve S. Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, 2003, s. 195.
[9] Aykut Çoban, Ekoloji Mücadelesinde Strateji Tartışması: “Yine dene yine yenil” nereye kadar?, 31.07.2018. (https://www.birartibir.org/ekoloji/122-yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar)
[10] A. Çoban, age.
[11] Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Endüstriyalizm maddesi, Bilim ve Sanat Yayınları, s.195.
[12] John Bellamy Foster, Savunmasız Gezegen, Çevrenin Kısa Ekonomik Tarihi, Çev. Hasan Ünder, Epos Yayınları, 2014, s. 12-13.
[13] Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi, 22 Nisan 2010’da Bolivya’da toplanan Dünya Halkları İklim Değişikliği ve Toprak Ananın Hakları Konferansı’nda kabul edilmiş ve Bolivya hükümeti tarafından Birleşmiş Milletler’e sunulmuştur. Beyanname bugüne dek 122 ülkeden 125 bin kişi tarafından imzalanmıştır.
[14] David Harvey, The Nature of Environment: Dialectics of Social and Environmental Change, Socialist Register, No. 29. Akt. Sinan Erensü, Politik Ekolojinin Türkiye (Son)Baharı, Saha Dergisi, Sayı 5, Ocak 2019, s. 3.
[15] J.B. Foster, age.
[16] Fevzi Özlüer, (2005) Ekoloji Hareketleri Tarih Yapabilecek Mi?, 5 Ekim 2013. (http://www.fevziozluer.av.tr/ekoloji-hareketleri-tarih-yapabilecek-mi/)