Coğrafya bir üretim kuvvetidir:
“Dış fiziksel koşullar iki büyük ekonomik sınıfa ayrılırlar, (1) geçim araçlarındaki doğal zenginlik, yani verimli topraklar, balık dolu sular vb.; ve (2) çağlayanlar, ulaşıma elverişli nehirler, kereste, maden, kömür vb gibi emek araçları şeklinde doğal zenginlik. Uygarlığın şafağında ağır basan birinci sınıf doğa zenginliğidir, daha yüksek gelişme aşamasında ise ikinci sınıf. (..) Karşılanmaları zorunlu doğal gereksinmelerin sayısı ne kadar az, toprağın verimliliği ile iklimin elverişliliği ne kadar fazla olursa, üreticinin yaşaması ve devamı için gerekli emek-zamanı da o kadar kısa olur. Bu yüzden de, emeğinin, başkaları için harcayabileceği kısmı, kendisi için harcadığı kısmından o kadar büyük olabilir.” (Marx, Kapital Cilt 1)
Marx geçim araçları olarak doğal zenginlik ile emek/üretim aracı olarak doğal zenginlik arasında kritik bir ayrım yapıyor. İlki daha ziyade kapitalizm öncesi tarıma dayalı toplumların doğal zenginliklerden yararlanma biçimine, ikincisi kapitalist sanayi toplumlarının doğal zenginliklerden yararlanma biçimine denk düşüyor gibi görünüyor.
Kuşkusuz bu mutlak bir ayrım değildir. Kapitalizm öncesi tarıma dayalı sınıflı toplumlar, hatta tarımsal üretim öncesi sınıfsız/devletsiz toplumlar da doğal zenginliklerden aynı zamanda emek aracı olarak yararlanıyorlardı. Madencilik, önce taş madenciliği (çakmak taşı, volkanik cam taşı -obsidyen-, kireç taşı), sonra bakır madenciliği, sonra kalay madenciliği, sonra demir madenciliği gibi biçimleriyle insanlığın başlarından itibaren vardı. Neolitikte kil, yalnızca geçim aracı üretiminde değil, kille kaplı artı-ürün depolama çukurlarının yapımında kullanılır, ki bu da bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinin temelini oluşturur. (Mustafa Cemal, Eşitlikçi Toplumlar, Belge yay.) Başka deyişle kil, kille kaplı ürün depoları, emeğin geçim aracı üretkenliğini artıran bir emek aracı olarak kullanılır. İlk sınıflı toplum olarak bilinen Güney Mezopotamya’daki Sümerler’in Dicle ve Fırat nehir boylarında yaptıkları bentler, drenaj sistemleri, sulama kanalları, su depoları, suyun yalnızca geçim aracı (içme suyu, balık tutma, temizlik, vd) olarak değil, tarımsal emek üretkenliğini ve istikrarı artıran emek aracı olarak kullanılmasının ifadesidir. (Esra Bulut, Mehmet Kurt, MÖ 3. ve 2. Binyıllarda Mezopotamya’da Sulama Kanalları ve Toplumsal Yaşama Etkileri. Fırat Ün. Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 30, sayı 2, Temmuz 2020)
Tarımsal üretime ilk geçilen bölgenin Mezopotamya olmasının, ikliminin, iki büyük nehir ile su kaynaklarının, ikişer çeşit doğal ve yüksek besleyiciliğe sahip buğday ve arpa başta olmak üzere florasının, ve yabani koyun, keçi, domuz, eşek başta olmak üzere faunasının, o dönem dünyanın başka hiç bir coğrafyasında bulunmayan doğal zenginliğe sahip olmasının etkisi belirgindir.
İlk sınıflı toplumların neden Kuzey Mezopotamya’da değil de nehir deltalarına kurulan ilk kentler ve sulama kanallarının yapımıyla Güney Mezopotamya’da ortaya çıktığı sorusuna yanıtı da Marx vermiş oluyor: Kuzey Mezopotamya’da iklimin elverişliliği, coğrafyanın verimliliği, yani emeğin coğrafi/doğal üretkenliğinin daha yüksek olması, iklimi daha kurak olan Güney Mezopotamya’daki gibi, sulama kanalları ve kentler ile daha büyük çaplı ve daha hızlı dönüştürme zorunluluğunu ortaya çıkarmamıştır. Nitekim G. Mezopotamya’da genişlikleri 4 metreyi uzunlukları 5 kilometreyi bulan, planlanmaları, yapımları, bakım ve onarımları büyük çaplı emek, organizasyon, hesap, denetim, tahsisat gerektiren su kanalları sistemine karşılık K. Mezopotamya’nın bir çok yerinde kanallar ya yoktur ya da az sayıda, tekil, dar ve kısa kanallarla yetinilmiştir.
Marx’ın geçim aracı ve emek/üretim aracı olarak doğal zenginlikler arasında yaptığı ayrım iki noktada büyük önem kazanır. Birincisi, coğrafya/doğa içerdiği yeraltı/yerüstü zenginlikleri ne olursa olsun, kendi başına üretim aracı yapamaz, kendi başına üretim kuvveti/aracı da olamaz. Belli coğrafi etmenlerin gerçek bir üretim kuvveti haline gelebilmesi, toplumsal üretim kuvvet ve ilişkilerinin bunu zorunlu bir üretimsel ve yaşamsal gereksinme hale getirecek ve gerçekleştirebilecek düzeyde gelişmesini gerektirir. Coğrafi rezervlerin üretim kuvveti olarak fiilileşmesi, ancak toplumsal üretim kuvvetlerinin bunu olanaklı kılması, toplumsal üretim ilişkilerinin ise bunu engellememesi ve gerektirmesiyle mümkün olabilir.
Demiri işleyecek teknolojiye sahip olmayan bir üretim tarzında, bulunduğu coğrafya en zengin demir rezervleri ile dolu olsa bile, demir bir üretim kuvveti haline gelemez. Hititler demiri bilmiyor değillerdi. Ancak sahip oldukları bakır ve tunç teknolojisiyle, demirden çok kısıtlı, çok nadide, yalnızca hükümdar ailelerinin statü ve zenginlik simgesi olarak sahip olabildiği bıçaklar üretebilseler de, demiri bir emek aracı ve silah olarak işleyip kullanma olanağına sahip değillerdi. Mevcut teknolojiyle demir cevherinden araç yapmak için gerekli emek-zaman çok yüksekti ve bu yüzden demir altından bile daha pahalıydı. Nitekim Miken’den Hititler’e, Asur’dan Mısır’a kadar geç bronz çağı devletleri, mevcut üretim ilişkileri üretim kuvvetlerinin demir teknolojisine geçişe elvermemesi nedeniyle, zincirleme çöküşler yaşadılar.
“Doğa makine yapmaz, lokomotifler, demiryolları, elektrikli telgraflar, self-acting mule’lar vb. üretmez. Bunlar insan çabasının, sanayinin ürünleridir; doğal hammaddelerin insanın doğaya hakim gelen iradesinin ya da insanın doğa üstündeki etkinliğinin organlarına dönüştürülmesidir.” (Marx, Grundrisse)
‘Doğa üretim araçları üretmez’ basit bir önerme gibi görünebilir. Ama ‘çağlayanlar, ulaşıma elverişli nehirler, kereste, maden, kömür gibi doğal zenginlikler kendi başına üretim kuvveti/aracı haline gelmez’ diye düşündüğümüzde, konumuz açısından, coğrafi determinizmden ayrışan gerçek anlamını kazanır.
“Sermayenin temeli ve çıkış noktası hizmetini gören emeğin üretkenliği, doğanın değil, binlerce yılı kucaklayan bir tarihin armağanıdır.” (Marx, Kapital Cilt 1)
Doğa kuvvetleri ve zenginlikleri her daim üretimin temel bir koşulu olduğundan, emeğin toplam üretkenliği içinde belli bir rol oynamaya devam eder. Ancak belli bir doğal üretim kuvveti ile onun birlikte kullanılacağı toplumsal üretim araçları ilişkisi açısından, toplumsal üretim araçlarının gelişimi, emek üretkenliğindeki artışta belirleyicidir. Örneğin her ikisi de rüzgarla çalışsa da, rüzgar değirmeni ile rüzgar turbininin enerji üretkenliği arasındaki büyük fark açıktır. Diğer taraftan bilim ve teknolojinin gelişimiyle, bunlarla birleşik olarak kullanılan doğa zenginlikleri arasında verimliliği daha yüksek olanların doğal üretim aracı haline gelmesini sağlar. Sanayi devriminin başındaki su gücünün yerini buhar makinesiyle birlikte kömürün, sonra içten patlamalı motorlar ile birlikte petrolün alması gibi.
Sınıflı toplumlarda toplumsal üretim kuvvetlerinin gelişimiyle birlikte, bunlarla birleştirilen doğal üretim kuvvetleri de egemen sınıfın hanesine geçer. Kapitalizmde örneğin elektrik üretiminde kullanılan su, rüzgar, güneş kendi başlarına sermayeye hiçbir şeye mal olmaz. Doğa zenginliklerinin makinelerle birleştirilerek üretim aracı olarak kullanımıyla sağlanan üretkenlik de, sermaye bunlara kendi başına hiçbir şey ödemediği halde, sermayeden geliyor gibi görünür.
“Böylece, yalnızca emeğin tarih boyunca gelişen toplumsal üretkenliği değil, aynı zamanda, doğal üretkenliği de, kendisiyle birleştiği sermayenin üretkenliği gibi görünüyor.” (Marx, Kapital Cilt 1)
Yalnızca enerji üretiminde değil, tarım, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık, madencilik gibi alanlarda emeğin doğal koşullara dayalı üretkenliğinin ortalamadan yüksek olduğu durumlarda, ya da geçim aracı ve üretim aracı olarak belli coğrafi rezervlerin ancak sınırlı bazı coğrafi bölgelerde bulunduğu durumlarda, veya ticari-lojistik açıdan kritik coğrafi geçiş yolları durumunda, bunları elinde tutan veya işleten kapitalist güçlere artı kar getirir. Doğa değer/artı-değer üretmez, ama sermaye ile birleştirilerek üretim aracı biçiminde kullanılan doğa zenginlikleri, sermayenin doğal üretim araçları haline gelerek, toplumsal emek üzerinde doğrudan veya dolaylı bir sömürü aracı olarak iş görebilir.
Kapitalizmde coğrafya sermayenin üretim aracıdır
Buradan kritik bir sonuç çıkartabiliriz: Coğrafyanın üretim kuvveti olması, kapitalizm koşullarında, sermaye ile birleştirilerek üretim aracı biçiminde kullanılabilen her türlü coğrafya öğesi, sermayenin üretim ve karlılık aracı haline gelir. Petrol, doğal gaz, madenler, ormanlar, toprak, sular, hatta denizler, hava, güneş ve doğal geçiş yolları bile. Bunlar doğal biçimleriyle sermaye, hatta bazıları özel mülkiyet dahi olmadığı halde, sermaye ile birleştirildiği anda, sermayenin üretim ve karlılık aracı olarak işletilebilir hale gelir.
Tam da bu nedenle, emeğin doğaya dayalı üretkenliği, ve dolayısıyla, sermaye ile birleştirilen coğrafyanın üretim kuvveti olarak üretim koşulları içindeki yeri görünmezleşir. Bir üretim kuvveti olarak coğrafya da, bir sermaye kuvveti olarak görünür ve kullanılır. Bunun en tipik örneklerinden biri, ileri teknolojilerde uluslararası rekabet şansı olmayan Türkiye gibi bağımlı kapitalist güçlerin, bulundukları coğrafyayı, bir sermaye kuvveti haline getirmeye çalışmaları ve baştan aşağıya bir sermaye aracı olarak işletmeleridir. Jeo-ekonomi, jeo-politika, jeo-strateji ise zaten coğrafyanın/doğal zenginliklerin üretim aracı olarak kapitalist güçler arasında yeniden paylaşımına dairdir.
Marx’ın doğal zenginliklerin geçim aracı biçimiyle üretim aracı biçimi arasında yaptığı tarihsel ayrım, sınıfsal bir ayrıma da denk düşme eğilimi gösterir. Üretici sınıf doğal zenginlikleri geçim ve yaşam aracı olarak kullanabilirken, sömürücü sınıf üretim aracı olarak kullanır. Kapitalist üretim tarzında sermayenin doğaya/coğrafyaya giderek daha fazla nüfuz etmesi ve üretim ve karlılık aracına çevirmesi ise, emekçilerin doğal zenginliklerden geçim ve yaşam aracı olarak yararlanma olanağını giderek daraltır ve ortadan kaldırır. Sermaye ile birleştirilerek sermaye birikim aracı haline getirilen her türlü doğal zenginlik, doğal enerji ve hammaddeler bir yana, hava, su, denizler, toprak, ormanlar, ulaşım bile ancak parayla yararlanabilecek, emekçilerin genişleyen bir kesiminin de yoksun (temiz hava, temiz su, elverişli iklim koşulları dahil) bırakıldığı şeyler haline gelir.
Marx “çağlayanlar, ulaşıma elverişli nehirler, kereste, maden, kömür gibi emek/üretim aracı olarak doğal zenginlikler” derken, kuşkusuz kapitalist modern sanayi devrimini düşünüyor. İngiltere’de ilk sanayi fabrikaları nehir kıyılarında kurulabiliyor, tekstil makinaları enerji kaynağı olarak su değirmenleri tarafından üretilen akarsu gücünü kullanılıyor, Amerika’dan gelen pamuk gibi girdiler ve fabrikalarda üretilen pamuk ipliği ve pamuklu kumaş gibi ürünler yine – kanallara dönüştürülmüş olan su yollarından gemilerle taşınıyordu. Burada da suyun bir emek aracı/üretim kuvveti olarak kullanıldığını görürüz. Ama bu tarımsal sulama kanallarından çok daha farklıdır, artık makineli üretim için enerji ve ulaşım aracı olarak su gücüdür. Makineli sanayinin gelişimi doğal zenginliklerin üretim aracı olarak (enerji ve hammadde rezervleri, ulaşım olanakları) kullanılma olanaklarını da genişletir ve çeşitlendirir. Çok geçmeden sanayinin enerji ve ulaşım için nehirlere bağımlı olması da üretim koşullarının bir kısıtı haline gelir ve buhar makinesi, kömür, giderek de demiryolları ve buharlı gemilerle aşılır.
Doğanın dönüştürülmesi, aslen coğrafyanın/doğanın üretim koşullarına (üretimin gelişmesinin ortaya çıkardığı yeni üretimsel ve yaşamsal gereksinmelerin karşılanmasına) koyduğu kısıtların, doğa yasalarının kavranması ve üretime uygulanması ile aşılmasıdır.
Coğrafyanın üretim koşullarına koyduğu kısıtlar, ki aslında üretimin iç kısıtlarıdır, doğa yasalarını ve yeni doğa rezervlerini açığa çıkaran bilimsel gelişmelerin üretime uygulanması dahil, emeğin toplumsal ve doğal bileşik üretkenliğini yükselten yeni etmenlerin (yeni üretim teknik ve araçları, yeni enerji ve hammadde rezervleri, vd) devreye sokulmasıyla aşılır. Böylelikle kapitalizmde üretim kuvvetlerinin giderek daha ileri düzeyde toplumsallaşması, sömürünün, sınıfların ortadan kaldırılmasının da gelişen toplumsal-maddi koşullarını oluşturur. Bununla birlikte değer, mutlak ve göreli artı-değer ve karlılığa dayalı kapitalist üretim ilişkileri altında her coğrafi/doğal kısıtın aşılması, emek kırımıyla birlikte eko-kırımı da büyütür. Üretici güçlerin toplumsallaşması ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişki, kendisini, sermayenin emek ve doğa ile uzlaşmaz çelişkisi olarak gösterir. Kar oranlarının düşme eğilimi, ve dolayısıyla emek ve doğa, sermayenin dış değil, iç kısıtları olarak ortaya çıkar. Bu yüzden kapitalizmin kar oranlarının düşme eğilimine karşı devreye soktuğu tüm etmenler, emek ve doğa yağmasına dayanır. Emekgücü ve doğanın yıkıcı biçimde değersizleştirilmesi, kar oranlarının düşmesine karşıt etmenlerin en başında yer alır.
Emeğin toplumsal (bilimsel, teknolojik, organizasyonal vd) üretkenliğin gelişimi, doğal zenginliklerin üretim aracı (doğal enerji, hammadde rezervleri, ulaşım olanakları) olarak kullanılmasını ortadan kaldırmaz. Tam tersine doğal/coğrafi üretim kuvvet ve araçlarına olan gereksinmeyi artırır ve yakıcılaştırır. Kapitalist güçler arasında kilit enerji, hammadde, ulaşım, iletişim olanaklarını ele geçirme, yağmacılık, jeo-ekonomik güç ve rekabet savaşları bunun en açık göstergesidir.
Coğrafi rezervler kapitalizm için hayatidir
Emeğin üretkenliğindeki yükseliş ölçüsünde, makinelerin yapımında kullanılan malzeme ve girdilerin payı, asıl olarak da bir bütün olarak üretilen değer hacmi içindeki hammadde ve yardımcı malzemelerin payı, artış eğilimi gösterir. Hammadde ve yardımcı malzemelerdeki, yanı sıra enerji ve ulaşımdaki fiyat dalgalanmaları, kar oranlarını doğrudan etkiler:
“Bu … düşük hammadde fiyatlarının sanayi ülkeleri için ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ayrıca buradan, dış ticaretin, yaşam gereksinmelerini ucuzlatma yoluyla ücretler üzerindeki etkisi bir yana, kar oranını etkilediği sonucu çıkmaktadır. Önemli olan nokta, dış ticaretin, sanayide ve tarımda tüketilen ham ve yardımcı maddeleri etkilediğidir. (…)
Ham ve yardımcı maddelerin değerleri, yapımlarında tüketilmiş bulundukları ürünün değerine bir defada ve bütünüyle geçtiği halde, sabit sermaye öğeleri, değerlerini, ürüne, eskime ve aşınmalarıyla orantılı olarak yavaş yavaş aktarırlar. Demek oluyor ki, kar oranı, ürünün yapımında ne kadar tüketilmiş olursa olsun yatırılan toplam sermaye değeri tarafından belirlendiği halde, ürünün fiyatı, hammaddelerin fiyatları tarafından, sabit sermayenin değerinden çok daha fazla etkilenir. (…)
Ayrıca, kullanılan makinelerin miktarı ve değeri, emeğin üretkenliğindeki gelişmeyle birlikte büyür, ama bu, makinelerin verimi artırdıkları oranda olmaz. Bu nedenle, hammadde tüketen sanayi dallarında, yani emeğin konusunun, daha önceki bir emeğin ürünü olduğu sanayilerde, emeğin üretkenliğindeki büyüme, tam ifadesini, daha büyük bir miktardaki hammaddenin belli miktarda emeği emmesi oranında, ve şu halde, diyelim her saatte ürüne çevrilen ya da metalar haline getirilen hammadde miktarındaki artışta bulur. Demek ki, hammaddelerin değeri, emeğin üretkenliğindeki gelişme oranında, meta-ürünün değerinin gitgide büyüyen bir kısmını teşkil eder; bunun nedeni, yalnız hemmaddenin değerinin bütünüyle meta-ürünün değerine geçmiş olması değil, toplam ürünün her parçasında, makinelerin eskimesini temsil eden kısım ile, yeni eklenen emek tarafından oluşturulan kısmın her ikisinin de sürekli azalmasıdır. Bu düşme eğilimi nedeniyle, hammaddeyi temsil eden öteki değer kısmında, hammaddenin değerinde, üretiminde kullanılan emeğin büyümekte olan üretkenliğinden ileri gelen orantılı bir düşme ile karşılanmadıkça orantılı bir artma olur.” (Marx, Kapital Cilt 3, s 98-100)
Hammaddeler ve özellikle de üretkenliğin gelişimiyle ortaya çıkan yeni stratejik hammaddeler sorununa, enerji sorununu, ve sermayenin devir hızının artması dahil lojistik sorununu eklediğimizde, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, coğrafyanın kar oranları üzerindeki etkisinin, yani bir üretim kuvveti olarak coğrafyanın stratejik öneminin azalmadığını, tam tersine giderek arttığını ve yakıcılaştığını, kapitalizm için giderek nasıl bir ölüm kalım sorunu haline geldiğini görebiliriz.
Coğrafyaya dayalı doğal enerji ve hammadde rezervlerinin, uluslararası ticari kara ve deniz ulaşım güzargahlarının sömürgecilik, savaşlar, işgaller, darbelerde nasıl bir etmen olduğunu herkes bilir. Günümüzde ileri teknolojilerde rekabet şansı olmayan bağımlı kapitalist ülkelerde, emeğin toplumsal olduğu kadar doğal coğrafi rezervlere/zenginliklere dayalı üretkenliği (belli tarım, ormancılık, balıkçılık ürünleri, stratejik enerji, hammadde, su rezervleri, tedarik/ulaşım güzargahları, vd) daha bir önem kazanıyor. Uluslararası artı-değer zincirleri içinde, doğal tekel konumundaki belli coğrafi rezervlere dayalı olarak artı-kar/rant payını artırmaya dönük “kaynak çıkarım (ekstraktivizm)” ekonomisinin patlama yaptığı görülüyor. Bu gibi doğal rezervlerden birincil emtia üretiminde, dünya kapitalist ekonomisinin görece canlılık döneminde yüksek fiyatlar ve rant payı, coğrafyaya dayalı emtia üretimindeki üretkenlik artışlarının bunlara talebi daha hızlı büyüyen imalat sanayindeki üretkenlik artışından daha yavaş olmasından, ya da doğal coğrafi tekel konumundan kaynaklanır. Kriz koşullarında talep ve fiyatların düşmesiyle, bu ekonomilerde “kaynak çıkarım” ve rant payına dayalılığın ağırlığı oranında, yaşanan kriz sarsıntıları da o ölçüde büyük oluyor. Bununla birlikte yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı yeni hammadde gerekleri, bunların fiyatlarının yükselmesi vb gibi; emtia fiyatlarında çalkantılar, doğa yağması ve jeopolitik güç çatışmaları artarak devam ediyor. (Burada coğrafyaya/toprağa dayalı meta üretimlerindeki artı-değerin coğrafyadan/topraktan gelmediğini, emeğin toplumsal ve doğal üretkenliğinden geldiğini, kapitalist toprak rantının da, toprak üzerindeki özel mülkiyet tekelinin, toplumsal emek tarafından üretilen artı-değer içindeki payı olarak varolabildiğini bir kez daha hatırlatalım. Marx, Kapital Cilt 3, Artı-Değer Teorileri Cilt 2).
Günümüz kapitalizminde yeni teknolojik araç ve ürünlerin üretiminde kilit bir önem kazanan yeni hammaddelerin (nikel, kobalt, lityum, antimuan, germanyum, galyum, indiyum, platin, magnezyum, molibden, paladyum, radyum, renyum, titanyum, tungsten ve nadir toprak elementleri), geleneksel ve yeni enerji üretim ve aktarım biçimlerinin, birbirine rakip uluslararası lojistik/kuşak ve yol projelerinin, yeniden ve yeni bir düzlemden nasıl uluslararası kapitalist jeoekonomik ve jeopolitik güçler ve paylaşım mücadelesinin merkezine yerleştiğini görebiliriz.
Türkiye gibi yeni ve yüksek teknolojilerde uluslararası rekabet gücü şansı pek olmayan bağımlı orta gelişmiş kapitalist ülkelere düşen ise, ucuz emekgücü ile tedarik üretim ve hizmetlerinin yanı sıra, coğrafyasını da baştan aşağıya bir sermaye birikim aracı kullanmak ve pazarlamak oluyor: Doğal coğrafi yer altı ve yer üstü rezervlerini son sınırına kadar yağmaya açmak ve aynı zamanda uluslararası tedarik/artı-değer zincirlerinde coğrafi lojistiğe dayalı olarak payını artırmaya çalışmak.
Anadolu’da maden çıkarma veya arama ruhsatı verilmeyen doğal alan, ormanlar ve milli parklar dahil, neredeyse kalmadı. Halen yılda binden fazla maden ruhsatı daha veriliyor. Üzerine HES yapılmayan akarsu da yakında kalmayacak gibi görünüyor. Pıtrak gibi çoğalan organize sanayi bölgeleri bir yana, 42 termik santral, sayısız irili ufaklı HES, RES, GES (ve yapım aşamasındaki nükleer santraller), batıdan doğuya kuzeyden güneye sayısız lojistik/tedarik hattı ve merkezi daha (hızlı tren yolları, otoyollar, havaalanları, limanlar vd) plan veya yapım aşamasında; tarımsal ve doğal alanları dört bir yandan yıkıma uğratıyor. (Türkiye’de doğal ulaşım aracı İstanbul ve Çanakkale Boğazlarıdır. Bunun dışındaki kara, deniz, hava, demir yolu taşımacılığı araç ve yolları, toplumsal üretim araçlarıdır. Bununla birlikte, belli uluslararası merkez ve pazarlara yakınlık ya da geçiş aracı olarak coğrafya da, aynı zamanda doğal bir lojistik aracıdır.) Ormanlar ve sular açık ya da fiili biçimde özelleştiriliyor ve yağmalanıyor, yer altı yer üstü suları kuruyor, hava su toprak kirliliği had safhada, kuraklık ve şiddetli hava olayları her yıl daha fazla can alıyor, her yıl daha çok sayıda ve daha büyük kapitalist sınai çevre felaketleri yaşanıyor.
Coğrafya bir sınıf mücadelesi kuvveti de olabilir
Coğrafya “kader” değildir ama, coğrafyanın giderek daha fazla, daha büyük çaplı ve daha çeşitli olarak kapitalist kullanım biçiminin, yani sermaye üretim ve birikim aracı olarak kullanımının, emek ve doğa yıkımını eşgüdümlü biçimde büyütmesi, kapitalizmin yasasıdır.
Sorun coğrafyanın, doğal zenginliklerin; bu bilinçli, kontrollü, planlı, doğanın kendini yeniden üretme olanaklarını gözeterek, toplumsal gereksinmeler için yapıldığında – üretim ve yaşam koşulu olarak kullanılmasında değildir. Sorun coğrafyanın, doğal zenginliklerin baştan aşağıya metalaşmasında ve sermaye birikim aracı ve kaldıracı olarak kullanılmasındadır.
Sorun doğa yasalarına hakim olmak ve üretime uygulamak da değildir. Sorun kapitalizmde toplum ve doğanın hareket yasalarının da tekniğe, kar için teknik dizayna indirgenmesidir. Toplumun ve doğanın tarihselliğinin, iç ilişki ve bütünsel hareket yasalarının, şu veya bu doğa yasasının açığa çıkarılarak üretimde uygulanmasının emek, toplum, doğa ve gelecek üzerindeki etkilerinin bilinmemesi, ve aslında bilinse bile yeterince kar getirdiği ölçüde umursanmamasıdır.
Coğrafyanın kapitalist kullanım biçiminin tipik bir örneği de, coğrafyanın hem sınırlar arasında hem de ülke içlerinde, işçi sınıfının parçalanması, katmanlaştırılması ve dibe doğru rekabeti için kullanılmasıdır. Üretimin emek ve doğa gücünün daha ucuz, emek ve doğa kırımının daha kolay, sınıf bilinç ve deneyiminin daha zayıf olduğu eski kırsal ve taşra denilen alanlara kaydırılması gibi. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve hemen her yeri birbirine benzer hale getiren sınai-ticari altyapı ve mekan dizaynı ile sermaye coğrafi uzam sabitesinden görece serbestleşirken, emeğin ağırlıklı olarak yerellere bağımlı kılınması ve daha fazla iş-ev rutinine sıkıştırılması gibi. (Marx, kapitalizmin coğrafi sınır, engel ve uzaklıkları, sermayenin dolaşım süresini ve maliyetlerini, iletişim ve taşımacılık teknolojilerindeki gelişmelerle azaltarak bir dünya pazarı oluşturduğunu belirtir: Sermaye “aynı anda hem pazarın daha fazla genişlemesi hem de uzamın zaman tarafından yok edilmesi için çabalar.” Marx, Grundrisse)
Peki kapitalist sınıf ve devlet tüm coğrafyayı bir “sermaye kuvveti”, bir sermaye birikim ve emek kontrol aracı olarak kullanmaya çalışırken; işçi sınıfının da coğrafyayı bir mücadele kuvveti haline getirmesi mümkün olabilir mi? Dünya çapındaki mücadele tarihimiz, dağları, ormanları, yer altı tünelleriyle, düşmanın lojistik, tedarik hatlarının kesilmesi ve bloke edilmesiyle, mekanın iletişim ve ulaşım araçlarıyla ve asıl örgütlenme ve mücadeleyle aşılmasıyla, enerji, hammadde üretim ve sevkiyatının durdurulmasıyla, doğa zenginliklerinin/coğrafyanın sermayenin yatırım ve birikim aracı haline getirilmesine karşı direnişlerle, yani coğrafyanın/doğanın çok çeşitli biçimlerde mücadelelerde kullanılmasının örnekleriyle dolu. Stratejik ve taktik örgütlenme-hareket planlarıyla, günümüzde sanayi, hammadde, enerji, tedarik, lojistik, bilişim-iletişim ve altyapıları bütünleştiren ülke içi ve uluslararası sermaye koridorları, neden “sınıf örgütlenmesi ve mücadelesi koridorları” haline gelmesin? Sınıf ve ekoloji mücadeleleri, kapitalist sistemin içindeki uzlaşmaz emek-sermaye ve doğa-sermaye karşıtlıkları ve emek-doğa içsel bağıyla, neden sınıf temel ve ekseninden bütünleşmesin?