Fotoğraf: Mayke Toscano/AFP/Getty Images
Bu yazı, Covid-19 salgını öncesinde planlanan ancak salgınla birlikte iptal edilmek zorunda kalan “Artık Devrim Zamanı” sempozyumu için bir tebliğ metni olarak kaleme alınmıştı. Salgın boyunca artarak devam eden sermayenin doğa talanı ve ekolojik krizin sonucu yıkıcılığı katlanan doğal felaketler ile dünya çapında George Floyd’un ölümü ve salgının yarattığı ekonomik yıkımla katlanılamaz hale gelen toplumsal eşitsizliklerin mayaladığı yeni ayaklanma, isyan ve devrim dalgasının kesişiminde olduğumuz şu günlerde güncelliğini koruyan metni ufak tefek değişikliklerle sizlerle paylaşıyoruz.
Cemil Aksu, Onur Yılmaz
Sevgili yoldaşlar, değerli arkadaşlar,
Emperyalist küreselleşmenin krizine karşı isyan dalgasını ve onun ihya ettiği devrimci perspektifleri tartışıyoruz. Ben de, kapitalizmin krizi, ekolojik kriz -ya da iklim krizi-, her iki krize karşı verilen mücadeleler arasındaki bağlantılara, bağlantısızlıklara dair bazı sorunsallaştırmalar ve tartışmalar yapacağım.
Ama öncelikle, yaşamı, yaşamımızı tamamen egemenlik altına almak isteyen şirketlere, hükümetlere karşı direnen, önlerine barikat olan Kaz Dağları’ndan Hambach ormanlarına, Amazonlar’dan Avustralya’ya, sömürgeciliğin her türlüsünü yaşamış Orta Doğu’dan, Mezopotamya’dan Afrika’nın acı ile dağlanmış diyarlarına, dünyanın her yerindeki ekoloji direnişlerini selamlamak istiyorum. Dünden bugüne, bu yerel, tekil, küçük direnişler sayesinde yepyeni bir dünya, yaşam tahayyülü kazandık.
Konuşmamda önce, bugünkü ekolojik yıkımın ve kapitalizmin krizinin geçmiştekilerden farkını ve bu ikisi arasındaki bağı gösteren birkaç noktaya değineceğim. Sonra, sadece kapitalizmin krizinin bir sonucu değil, başka krizlerin ve yıkımların bir nedeni hâline de gelmiş ekolojik yıkımın güncel görünümlerini ve ezilenler üzerindeki etkilerini inceleyeceğim. Küresel ekolojik krize karşı sermayenin farklı kesimlerinin sundukları çözüm önerilerine ve bunun mücadele üzerindeki etkilerine bakacağım. Ve en son da devrimcilerin, komünistlerin tüm bu gerçeklikle kurduğu veya kurması gerektiği ilişkiye ve bu yolla devrimin güncelliğini ekolojik kriz üzerinden nasıl yorumlamamız gerektiğine dair bazı önermeler yapıp toparlayacağım.
****
Sizler de fark etmişsinizdir; kimse iyi bir gelecekten bahsetmiyor. Herkes felaketten bahsediyor. 2008’den beri kapitalizmin, neoliberalizmin, emperyalist küreselleşmenin krizini yaşıyoruz, tartışıyoruz. Artan işsizliği, açlığı, binlerce insanın yeni bir yurt bulmak ümidiyle kendini yollara, okyanuslara atışını; güvencesizliğin, geleceksizliğin ayyuka çıktığı bir dünyanın sonunu konuşuyoruz. 6. büyük yokoluşu konuşuyoruz. İklim krizini, gıda ve su krizini. Koronavirüs gibi salgınları ve daha bir sürü felaketi. Sadece biz değil, egemenler de, mesela Davos’ta Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu da bu krizleri konuşuyor.
Emperyalist küreselleşme, bir küresel ekonomik politikalar manzumesi, bireyin ve toplumun yönetimine dair bir “rasyonalite” olarak, 1980’lerden itibaren küresel çapta yürürlüğe sokularak, finansal sektörün diğer sektörlerin üzerine çıkarak finansallaşmanın belirleyici hale geldiği, borçlandırma teknikleri sayesinde hem makro ekonomilerin hem de tek tek bireylerin yönetiminin gerçekleştirildiği, sermayenin küresel olarak faaliyetlerinin her türlü sınırlamadan kurtarılması için ulusal ekonomi ve ulus-devlet hukuklarının olabildiğince aşındırıldığı, üretimin uluslararasılaştırılmasıyla birlikte üretim süreçlerinin esnekleştirildiği, iş ve sosyal güvencelerin tırpanlandığı, yıkıcı bir emek rejiminin inşa edildiği hızlı bir süreç oldu. Güvencesizleştirme, esnekleştirme, borçlandırma, belirsizlik, bireycilik ve rekabetçilik sadece neoliberalizmin ideolojisinin köşe taşları değil bizzat yaşamın temel kodları haline getirildi.
Emperyalist küreselleşme veya yaygın adıyla neoliberalizm niye krize girdi sorusu benim konuşma alanım değil ama kriz ile ekolojik yıkım arasındaki bağı göstermek bakımından bir iki noktaya değinmek istiyorum: Birincisi, kriz demek, sermayenin kendini arttırarak yeniden üretme kanallarının, yol ve yöntemlerinin işlememesi, dolayısıyla yeterince kâr elde edememesi, emek üretkenliğini arttıramaması, para-meta-daha-çok-para ve para-daha-çok-para çevrimini döndürememesi demektir. Bu çevrimlerin sonunda daha çok para-sermaye elde etmek için esasında hedefte her zaman emek ve doğa vardır. Çünkü kapitalistler açısından daha çok kâr elde etmek, daha ucuz hammadde ve daha ucuz işgücü gerektirir. Çünkü Marx’ın gösterdiği gibi değerin kaynağı doğa ve doğanın kendi suretinden bir parçası olarak emektir ve yine bu denklemde artı değerin kaynağı da emek gücüdür.
Nitekim bugün krizde olan neoliberalizm de (ilk kez 1989’da bu ad dillendirilse de) esasında 1970’lerden itibaren, Washington Konsensüsü olarak adlandırılan 10 ilke doğrultusunda bu iki “ucuz” güce saldırmıştı. Hatırlayacağınız gibi, neoliberalizmin temel ilkelerinden özelleştirmede de işe en başta su ile başlanmıştı. Bugün ABD destekli bir darbeyle mücadele eden Bolivya’da ezilenlerle ezenler arasındaki ilk su savaşı, 1999-2000’de Cochabamba Su Savaşı yaşanmıştı. Sağlık, eğitim, tarım, ulaşım, enerji vb. sektörler de piyasalaştırılarak, yaşamın her alanı şirketlerin yağmasına açılmıştı. Bu yağma hareketinin sonucu bugün geldiğimiz noktada gelir ve servet eşitsizlikleri, yoksulluk ve açlık kontrolden çıkarak hızlı biçimde artmaya devam ediyor.
Yani başta değindiğim bağın ilk boyutunu, kapitalizmin mâli-ekonomik krizini aşmak için doğa ve emeğe önceki aşamalarından daha azgınca saldırması oluşturuyor. Bugün 4,3 milyar insan (dünya nüfusunun %60’ından fazlası) yoksulluk sınırının altında yaşıyor (günde 5 dolar gelir tüketebiliyor). Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerinden yola çıkılarak dünyada en az 1,5- 2,5 milyar insanın aç olduğu ileri sürülüyor. Buna karşılık dünyanın en zengin 8 kişisinin dünya nüfusunun en yoksul %50’si kadar servetleri var.
Neoliberalizmle birlikte daha önce kamu eliyle yerine getirilen altyapı, su, enerji gibi büyük boyutlu hizmetlerin piyasa kurallarınca şirketlere devredilmesiyle, dünyanın her yerinde hem emeğin haklarının yok edildiği hem de doğanın yeniden ve daha geniş bir biçimde temellük altına alındığı bir süreç yaşandı. Bu da kapitalizmin krizi-ekolojik yıkım bağının iyice belirginleştiği ilkinin devamı olan ikinci boyutudur. Şöyle ki; IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından yaratılan uluslararası iş bölümü ve yapısal uyum politikaları çerçevesinde:
- Hem emperyalist kapitalist merkez ülkelerde ama özellikle “gelişmekte olan ülkeler” olarak kategorize edilen ülkelerde tarımın geriletilerek nüfusun mega-kentlere yığılması ve bu kentlerde mega-inşaat projeleri üzerinden bir birikim yaratılması; soylulaştırma ve mülksüzleştirme ile süreklileşen yerinden edilmeler, (Bu son yıllarda John Bellamy Foster’ın yeniden popülerleştirdiği Marx’ın “metabolik yarılma” kavramının da doruğa ulaşmasına neden olan süreçlerden birisidir.)
- finansal borçlandırma, mekanın dönüşümü, “zorla türetilmiş” ihtiyaçlar ve başkaca telafi mekanizmaları ile hizmet sektörünün genişletilmesi,
- bütün bunların ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacının karşılanması için başta fosil ama yenilenebilir olanlar da dahil enerji şirketlerinin oldukça geniş kuralsızlaştırmalarla desteklenmesi, neredeyse bütün ülkelerde harfiyen uygulandı.
Sermayenin bu yeni saldırı dalgasının taşıyıcısı bu alandaki şirketler oldu. Elbette bunların harekete geçirdiği daha büyük bir sermaye zinciri var; ama maden ve enerji şirketleri, endüstriyel tarım şirketleri ve inşaat şirketleri neoliberalizmin emeğe ve doğaya saldırısının koçbaşları oldular. Kentsel dönüşüm politikaları ile kentlerdeki kamusal alanları, parkları, tarım alanlarını, mahallelerimizi, enerji ve endüstriyel tarım politikaları ile su varlıklarını, vadileri, ormanları, toprağı temellük ettiler.
Siyasi iktidarlar, sermayenin bu saldırı planını en iyi uygulama vaadi sayesinde iktidara geldiler ya da iktidarlarını korudular. Özellikle 2008 krizine, neoliberal politikaları bozmadan ilerleyecek şekilde, bugün yeni faşizm diye tartıştığımız süreçle yanıt verdiler. Toplumsal tabanı genel olarak, kalan son çıkarlarını kaybetmek istemeyen küçük burjuvazinin gerici kesimlerine ve işçi sınıfının bazı katmanlarına dayanan bu iktidarlarda, doğanın temellükünden ezilenlerin payına ekolojik yıkımın sonuçları dışında çok da bir şey kalmadı. Sermaye onların yaşamlarını bir bütün olarak yeniden tasarlıyordu: emek sürecindeki değişimlerin yanında, elektronik cihazlarda patlama, “duble yollar” ile hızlı ulaşım, görece ucuz ama tek tipleşmiş ve sağlıksız gıda, boş zamanın kapitalizmin türettiği “ihtiyaçlara göre şekillendirilmesi (kamusal mekânların ve tüm toplumsal ilişkilerin buna uygun dönüşümü) vb.
Ama tüm bunların yanında yaşamın/ekosistemlerin devamlılığının altı oyuluyordu, ki zaten büyüyen ekolojik yıkımın artık küresel bir olgu olarak kabul görmesi için çok fazla zaman geçmedi bu süreçte. Ve sermayenin bu yeni temellük dalgasına karşı yaşam alanlarını savunan yaygın, zaman zaman kitlesel çevre ve ekoloji direnişleri, hareketleri ortaya çıktı. Toplumsal hareketlerin içinde çevre ve ekoloji hareketleri ayrı bir departman olarak kendilerini var ettiler ve sürdürdüler.
İşte bugün, emperyalist küreselleşmenin aslında çok boyutlu krizini tartışırken ya da değinildiği gibi varoluşsal krizini tartışırken,
- ekolojik sorun ile toplumsal sorunun iki ayrı, bağımsız departman olarak ele alınmasının ve de öyle hareket etmesinin koşullarının kalmadığını;
- ekolojik sorununun, daha somutta onun öne çıkan yanı iklim krizinin, toplumsal sorunu ve bu temeldeki mücadelenin muhtevasını, programını, stratejisini esastan değiştirmeye zorladığını;
- aynı zamanda ekoloji mücadelesinin kendisini yerel, tekil, kesimsel ya da sadece belli bir projeyi yaptırmamayı hedefleyen tarzda ve kendini ayrı bir departman olarak kurgulamasının imkansız olduğunu ya da böyle yaparsa yenilmeye mahkum olduğunu ileri süreceğim.
****
19. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi fosil yakıt ile işliyordu. 20. yüzyıl ise bu petrol, kömür ve doğal gaz kaynaklarına, nükleer enerjiye ve silahlara kimin egemen olacağını belirlemek için verilen savaşlarla geçti. Bütün bu savaşların ne kadar büyük felaketlere neden olduğunu hepimiz biliyoruz. Kapitalizmin bu 200 yıllık dizginsiz gelişimi sonunda şimdiki krizinin en önemli farklılığı, ekolojik kriz ya da iklim krizinin de kritik bir aşamasına denk gelmesidir. Ekolojik kriz ya da iklim krizi, Andreas Malm ve John Bellmay Foster gibilerine göre fosil yakıta dayalı endüstri devrimiyle birlikte 200 yıllık antroposenik çağın bir sonucu, Jason W. Moore gibi dünya-sistemcilerine göre ise uzun 16. yüzyılla, yani kapitalizmin uzun süren doğumundan itibaren gelişen kapitalosen çağının bir sonucu. Hangi açıdan yaklaşıldığı başka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte ekolojik kriz bir sorun, bir sonuç ama gelinen aşamada hem mevcut toplumsal eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştiren, hem de toplumsal sorunun muhtevasını değiştiren etkileri ve de insan dışındaki canlı hayatı üzerindeki etkileriyle başka krizler, yok oluşlar yaratan bir neden ya da daha doğru bir ifadeyle belirleyici faktör haline gelmiş durumda.
Bugün ekolojik yıkım deyince kabaca, Greta’nın “How dare you!” (“Ne cüretle!”) diyerek orada bulunan egemenleri yargıladığı meşhur Davos konuşmasında özetlediği gibi küresel ısınma, okyanusların asidifikasyonu, hava ve su kirliliği, ormansızlaştırma ve türlerin yokoluşunun coğrafyalarda yarattığı tüm gezegeni eş zamanlı vuran yıkımları, etkileri anlıyoruz.
Dünya Ekonomik Forumu’nun yayınladığı 2020 yılı Küresel Risk Raporu’nda, dünyanın karşı karşıya kaldığı en yüksek 5 risk şöyle sıralanıyor: 1. Olağandışı hava koşulları, 2. İklim değişikliğine karşı alınan önlemlerin başarısız olması, 3. Doğal felaketler, 4. Biyoçeşitlilik kayıpları ve ekosistem tahribatı 5. İnsan kaynaklı çevresel zarar ve afetler (nükleer, kimyasal, biyolojik silahlar dahil). Yine rapora göre, 2018’de ekolojik felaketlerin neden olduğu ekonomik zarar 165 milyar dolar. Tek başına Avustralya’da ortaya çıkan yangının neden olduğu zararın 68 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.
2019’a damga vuran 11 binden fazla bilim insanının imzasıyla yayımlanan bildiri oldu. Makalenin ana mesajı şuydu: Eğer hayatlarımızda hızlı, köklü ve kalıcı değişiklikler yapmazsak yakın bir zamanda “tarifsiz insani acılarla” karşı karşıya kalacağız. Son 1 yıl içinde bilim insanları iklim krizine dair bunun dışında da birçok rapor ve araştırma yayınladılar. Bu çalışmalarda öne çıkan önemli verilerin bir kısmını sıralarsak durumun vahametini daha iyi kavrayabiliriz.
Bilim insanları iklim değişikliği, tarım ilacı kullanımı ve doğada bulunan bitki, hayvan ve diğer türlerin insan kaynaklı tüketilmesi ya da öldürülmesi sebebiyle kelebek, karınca, arı, yaban arısı, çekirge ve diğer uçabilen böceklerin yok olmasının ekosistemlere olan yıkıcı etkilerinden de bahsediyorlar. Araştırmalara göre endüstri devriminin yaşandığı son 200 senede tüm dünyada böcek türleri %5-19 oranında yok oldu. Sorun sadece canlı türlerinin, biyolojik çeşitliliğin yok olması değil, bunlarla beraber bütün ekosistemlerin krize girmesi, karbon, fosfor, su ve besin döngüsünün bozulması. Bunun sonucu da kuraklık, su krizi, gıda krizi, yeni virüsler, hastalıklar…
1988’de kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC’nin 2018 iklim özel raporunda bildirdiğine göre Dünya’daki yıllık ortalama sıcaklık artışı 2100’e kadar 2 °C olursa deniz seviyesi yüksekliği yaklaşık 20 cm, 1,5 °C olursa yaklaşık 10 cm yükselecek. Bu ikisi arasındaki fark yaklaşık 10,4 milyon daha fazla ya da daha az insanın etkilenmesine tekabül ediyor. IPCC’nin raporuna göre, 2015 Paris İklim Anlaşması’ndaki vaatler yerine getirilse bile daha fazlası yapılmazsa sıcaklık artışı 3,2 °C civarında olacak. Raporda belirtilen 1,5 °C’lik hedefe geri dönülmesi için küresel çapta karbon salımlarının önümüzdeki 10 yıl boyunca her yıl %7,6 azaltılması gerektiği söylemi her geçen gün gerçekliğini yitiriyor.
IPCC’nin Eylül 2019’da yayımlanan raporu iklim değişikliğinin denizleri ve donmuş bölgeleri daha önce görülmedik şekilde yıkıma uğrattığı konusunda uyarıyordu. Donmuş hâldeki arazilerin (permafrost) kaybı daha fazla karbon salımına neden olarak erimeyi daha da hızlandırıyor. Bu tip pozitif geri besleme mekanizmalarından henüz öngörülemeyenler de mevcut.
Ekim 2019’da Nature Communications’ta yayımlanan bir araştırmaya göre ise yükselen deniz seviyesi 300 milyon insanı risk altında bırakıyor. Kıyı kesimleri bu gidişle 2050’ye gelindiğinde yılda bir sel felaketine uğrayacak.
Antarktika’daki yıllık buz kaybı 40 yıl öncesine göre 6 kat fazla gerçekleşiyor. Ayrıca Grönland’daki buzlar ise 2003’e göre 4 kat hızlı eriyor. Proceedings of the National Academy of Sciences (Ulusal Bilimler Akademisi Araştırmaları) dergisinde yayımlanan bu araştırmaya göre, erimenin giderek hızlanması son 40 yılda deniz seviyelerinde 1,27 cm fazladan yükselmeye neden oldu. IPCC raporu 3 °C ısınma senaryosunda ise yükselmenin 2100’e kadar 1 metre olacağını bildiriyor.
Alanında öncü bir grup bilim insanının Nature dergisinde yer alan makalelerinde, doğal çevrenin, iklim değişimi ve buna bağlı diğer değişimlere direncine ilişkin 10 yıl önce belirledikleri 9 taşma noktasının (tipping points) yarıdan fazlasının aşıldığını, bunun da bir domino etkisine neden olabileceğini vurguladılar. (Bu 9 sınır: Grönland buz katmanının tamamen erimesi, Sibirya permafrost topraklarının çözülmesi, Atlantik okyanus akıntısının bozulması, Kuzey Amerika’daki Boreal ormanlarının kuzeye kayması, Amazonların yok olması, Batı Antarktika buz tabakasının erimesi, Batı Afrika musonlarının şiddetlenmesi, mercan kayalıklarının ölümü.)
Yine, 50’den fazla ülkeden, doğa ve sosyal bilimler alanlarından 145 uzman tarafından, toplam sayısı 15 bine yakın bilimsel ve resmi kaynak sistematik biçimde gözden geçirilerek hazırlanan raporda 1 milyondan fazla türün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu ortaya kondu.
Tüm bu araştırma sonuçları bir “kıyamet alameti”, “felaket çığırtkanlığı” olarak algılanmamalı. Aksine artık ana akımlaşmış bu bilgiler, kapitalizmin ekolojik rejiminin kurduğu ilişkiler bütünüyle birlikte toplumsal bilince çıkarılarak ve mücadeleye tahvil edilerek birer akademik çaba, uzmanlık alanı verisi olarak kalmasının önüne geçilmeli. En fazlasından “alarmist”lerin ehven-i şere ikna için kullanacakları argümanlar olmaları engellenmeli. Korona sürecinde gördüğümüz bu uzmanlık dili, tam da ekoloji mücadelesinin diğer toplumsal mücadelelerden ayrıksılaşmaması için kaçınmamız gereken şeydir.
****
Yıllarca kutup ayılarıyla simgelenmiş ekolojik krizin, neden kapitalizmin kendine kaynak olarak ayırdığı metalaştırılmış doğa ve köşeye sıkıştırılmış yabanıl hayatın sürdüğü doğa arasında ayrıştırıldığını, doğayı insan toplumlarının da dahil olduğu bir bütün olarak ele almamanın “çevreci” perspektiften nasıl göründüğünü daha iyi anlamak için belki de ekolojik krizin doğrudan kapitalist toplumun krizi üzerindeki etkilerini de incelemek lazım. Buna çok kabaca bir bakalım.
Krizin “herkesi eşit oranda etkilediği” savı elbette açık bir yalandan ibaret. Ekolojik yıkımın her bir veçhesi saraylarda başka, kondularda başka sonuçlar doğuruyor. Kapitalistlerin aklına ilk gelen dünyadan kaçıp uzayı kolonileştirmek, kendilerini korunaklı adalarda, barınaklarda izole etmek, burjuva ideolojisinin çöküşüne kendi apokaliptik senaryolarını alabildiğine yayarak cevap vermek olurken dünya işçi sınıfı ve ezilenlerine hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir seçenek sunulmuyor.
Oxfam’a göre en zengin %10 tüm salımların %50’sinden, en yoksul %50 ise yaklaşık %10’undan sorumlu. Bu en zengin %10’un ise çok büyük bir kısmı en varlıklı 25 ülkede yaşıyor. Bireysel tüketim tüm salımların %64’ünü oluşturuyor ve “gelişmekte olan ülkelerdeki” üretimin büyük bir kısmı emperyalist merkezlerdeki bireysel tüketim için üretiliyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2018’de yayınladığı rapora göre 2030-50 yılları arasında sıcaklık stresi, yetersiz beslenme, ishal ve sıtma kaynaklı her yıl fazladan 250 bin ölüm yaşanacak. Sıcaklık artışının sivrisinek habitatını genişletmesi sonucu Deng, Zika, Nipah, Q Ateşi gibi hastalıklar daha sık ve tekraren görülecek. Ölenlerin sınıfsal analizini yapmaya bile gerek yok, safariye çıkmış burjuvalar dışında sivrisinek sorunu yaşayan zengin yoktur herhalde dünyada.
WWF-Türkiye’deki bilgilere göre ise dünyada 795 milyon insan yetersiz besleniyor. 150 milyon çocukta kronik beslenme bozukluğu var. Üstelik buna yol açan endüstriyel tarım, tarım kaynaklı sera gazı salımlarının %80’inden, tüm üretimin ise ancak %30’undan; köylü tarımı ise üretimin %70’inden, tüm salımın %20’sinden sorumlu. Endüstriyel tarım ve küresel gıda sistemi toplam salımların ise %44-57’si kadar bir paya sahip (%11-15 tarımsal faaliyet, %15-18 arazi açma-ormansızlaştırma, %15-20 gıda işleme-paketleme-nakliyat, %3-4 organik çürüme). Bu gerçeklik altında tarımda yüksek CO2 nedeniyle besin değeri düşük hasatlar, bugün bile yetersiz gelişim, anemi ve açlık gibi sağlık sorunlarına yol açıyor. İklim değişikliği sonucu tarımda verim azalışı, sulama suyu maliyeti artışı, ekme-hasat zamanlarının kayması, ürün yetiştirmeye elverişlilikte azalma, daha fazla tarım zararlısı görülüyor. Neoliberalizmle birlikte kırı kuşatan kentler ve kapitalist ilişkilerin tüm toplumsal mekanı kuşatması ile yabanıl ekosistemleri daraltan ve içlerine kadar giren tipik bir endüstriyel üretim sürecine bürünmüş olan endüstriyel tarım ve küresel gıda zinciri bugün toplumsal yaşamı sarsan koronavirüsünün insanlara geçişini sağlamıştır.
Yine Güney ve Güneydoğu Asya’da 2050’ye kadar nüfus %50 artarken bu nüfusa su sağlayan Himalayalara sıcaklık artışı sonucu düşen yağış sadece %2 artıyor. Bu ve benzer biyoçeşitlilik açısından kritik bölge kabul edilen yerlerde 1,9 milyar insan su sorunu yaşayacak. Şu an en olası senaryo olan 3 °C sıcaklık artışında 2100’e kadar 410 milyon insan şiddetli kuraklığa maruz kalacak, 49 milyon insanın yaşam alanları deniz seviyesi artışından etkilenecek. Şu an 500 milyon emekçinin yiyecek, koruma, gelir ihtiyacını karşılayan mercan resifleri tamamen yok olacak.
Bir detay olsa da daha ilginç bir anekdot ise Brisbane’de 2011 sel felaketinden sonraki araştırma sonucu sel sırasında hamile olan kadınların çocuklarında bilişsel kapasitenin diğer çocuklardan daha düşük olduğu görülmesiydi.
Uluslararası Doğanın Korunması Birliği (IUCN) adlı grubun bir raporuna göre; çevre şokları ve krizleriyle ilgili çatışmalara bağlı olarak çocuk evliliklerinde ciddi bir artış söz konusu. Ek olarak zorunlu evlilikler, seks köleliğine zorlama, cinsel şiddet ve insan kaçakçılığı vakaları arttı. Benzer nedenlerle insan ticaretinde % 20’lik bir artış yaşanıyor.
Fosil şirketleri, iklim krizini derinleştirmesinin yanı sıra birçok insan hakları ihlalinin de sorumlusu. 350.org’un dünyanın farklı bölgelerinden 10 vakayı incelediği “Fosil Yakıt Şirketlerinin İnsan Hakları İhlalleri” adlı rapor, petrol, gaz ve kömür şirketlerinin özellikle son 30 senede yol açtığı hak ihlallerine ışık tutuyor. Meksika, Nijerya ve Kenya’da fosil yakıt şirketlerine karşı mücadele eden topluluk önderlerinin ve yaşam savunucularının öldürülmeleri ve keyfi tutuklamalarından ABD’de protesto hakkı üzerindeki kısıtlamalara, Avustralya’da su güvenliğine yönelik tehditlere, Ekvador ve Brezilya Amazonundaki yerli halkların topraklarından edilmesi ve nehirlerin kirletilmesine ve Bangladeş’te 24 bin düşük doğuma yol açacak Rampal termik santralı projesine kadar birçok vakanın incelenmesi göz önüne alındığında fosil yakıt şirketleri en az 45 bin kişinin erken ölümünden, 60 bin insanın yerinden edilmesinden ve 18 milyar galondan fazla toksik atık suyun nehirlere karışmasından doğrudan sorumlu durumda.
Bu rapora Türkiye’den son yıllardaki insani kayıpları; süreğen şekilde katledilen İstanbul Kuzey Ormanları’nı, Kazdağları’nı, Kirazlıyayla’yı, Avdan’ı, Kamilet’i ve buralarda tarımla uğraşan insanları, Soma maden faciasını, Yırca zeytinliklerinin yok edilmesi sonucu madende çalışmaya zorlanan köylüleri, kentlerdeki yeni termiklerle zaten kötü olan hava kalitesinin daha da kötüleşmesi sonucu yaşana hastalık ve ölümleri, 3. Havaalanı inşaat işçilerini, Hasankeyf’i terk etmek zorunda bırakılan insanları ekleyebiliriz.
Ekolojik felaketlerin sorumlusu şirketlerin, doğa savunucularının yaşam haklarına doğrudan ve dolaylı saldırıları sonucu 2002-2017 arasında 50 ülkede en az 1558 aktivist katledildi. İngiltere merkezli Global Witness (Küresel Tanıklık) adlı kuruluşun hazırladığı raporlarda bu sayı “en az” olarak geçiyor; çünkü çoğu ülkede kırsal alanlarda küçük çiftçilerin, köylülerin öldürülmesi münferit vakalar olarak kayıtlara geçiyor ve bölgedeki sermayenin yatırım işgali ile doğrudan bir bağ kurulamıyor.
Bütün bunları hesaba kattığımızda, yani iklim krizinin yaşamımızı belirlemeye başladığı bu koşullarda toplumsal sorun yani emek-sermaye arasındaki çelişkiler, gelir adaletsizliği, işsizlik, güvencesizlik gibi sorunlar ve bunlar için üretilen çözüm önerilerimiz ne anlama geliyor? Öyle ya, eğer üzerinde yaşayacağımız bir dünya kalmayacaksa devrim yapmanın ne anlamı var ki? Şimdiye kadar doğa asude kalmıştı, daha doğrusu biz duymuyorduk. Ama artık doğa asude değil, tayfunlarla, yüksek ısı dalgalarıyla, kuraklıklarla, konuşmaya başladı, bir özne olarak konuşuyor, konuşmakla kalmıyor çığlık atıyor.
Ekolojik krizin bir yüzünü, canlı türlerinin yok olması, biyoçeşitliliğin azalması oluşturuyorsa diğer yüzünü de işçi ya da işsiz, güvenceli ya da güvencesiz, beyaz ya da mavi yakalı her işçinin, emekçinin sağlıklı gıdaya, temiz suya erişiminin ortadan kalkması, en temel yaşama koşullarını yerine getirememesi oluşturuyor. Ekolojik yıkımdan en çok kadınların, çocukların, yerli halkların ve genel anlamda da işçi sınıfı ve ezilenlerin etkilendiği ortada.
Nereye bakarsanız bu böyle: Hindistan’daki musonda ölen de, sular altında kalacak Pasifik adalarında çaresizce göç etmeyi bekleyen de, Sahra-altı Afrikasında ekip-biçemediği için yollara düşen de, içtiği su kirlenen de, radyasyona maruz kalan da, soluduğu hava asbest dolan da, korona testi yaptırmak için zenginlerden kendine sıra gelmesini bekleyen de, virüs kapması umursanmadan fabrikalarda çalışmaya zorlanan da hep ezilenlerdir. Ki bunlar can pahası bedeller; bir de kölece koşullarda yaşarken ekolojik yıkımla yüzleşen yüz milyonların sefaletini düşündüğümüzde tüm mücadelelerin bileşkesi olarak bir ekolojik mücadeleyi de en çok ezilenler sahiplenmelidir.
****
Günün sonunda ekmeğiniz doygun değilse, kana kana içeceğiniz suyunuz yoksa, koşup eğleneceğiniz bir parkınız, bahçeniz yoksa, sigortalı bir işe sahip olmanın değeri nedir? Teknoloji, bizi mide illetinden kurtarabilir, filmlerdeki gibi bir hapla yemek sorununu çözebilir. Yani Bacon’un Yeni Atlantis ütopyasını gerçek kılmış durumda zaten. Güneş ışığı görmeden sebzenizi, meyvenizi yetiştirebilirsiniz. Kapitalizm buna gelişme, kalkınma, ilerleme diyor. Peki bizim ütopyamız nasıl olacak?
Ekolojik krizin yarattığı etkilere karşı alınacak tedbirler, sorunların tarihsel bir perspektiften, ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerdeki adaletsizliklerin, eşitsizliklerin bütünlüklü olarak ele alınmasıyla belirlenmelidir. Küresel iklim krizine acil, adil ve gerçekçi bir cevap üretmek için, gıda krizi, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, enerji politikaları, göçmen ve mültecilerin hakları, demokratik katılım süreçlerindeki engeller gibi birçok alandaki sorun ve mücadelelerle ilişkili enternasyonal düzeyde bir program ve örgütlenme gerçekleştirmek gerekir.
Bu noktada iklim krizine karşı kapitalistlerin ürettiği çözüm önerilerine ve küresel iklim hareketinin bazı sınırlarına da değinmek istiyorum.
İklim krizi genelde bir “kıyamet” teması olarak işleniyor. Bu “kıyamet” teması iki şeye imkân veriyor: birincisi, durumumuza ilişkin hükmün çoktan verildiğini anlamaya, yani başka bir dünyanın, başka bir ilerlemenin olmadığını anlatmaya yarıyor. Ama ayrıca olumlu bir tarihi yeniden başlatmaya, yapılacak çok sayıda manevra ve inovasyon olduğunu idrak etmeye yarıyor. Zizek’in ifadesiyle “Kıyamet, boş umutlardan kurtulabileceğimiz olumlu bir tema, heyecan verici. İçinde yaşadığımız dönemi bu kadar ilginç ve bu kadar sansasyonel yapan da bu.”
Paris İklim Anlaşması taahhütleri, Yeşil Yeni Düzen ve Küçülme programları gibi daha kapsamlı öneriler ya da korona sürecinde pek çok kesimden aydınlardan çıkan krizden çıkış manifestoları tam da bu kıyamet teması üzerinden sunulan “acil çözüm” planları olarak karşımıza çıkıyor. Her bir hat kendi içinde de daha radikal ve daha düzen içi uçlarını barındıracak şekilde çatallansa da sorunu görüp gerçek çözümü dillendirmekten çekinen bir zemindeler.
Paris İklim Anlaşması’nın bir oyalamadan başka bir şey olmadığı onu hararetle savunanlar tarafından bile kabul edildi. Hiçbir kapitalist ülke taahhüt ettiği emisyon azaltım hedefine uymuyor. Bugünkü yenilenebilir enerji kapasitesinin artan hızı ve enerji verimliliği artışı göz önünde bulundurulduğunda Uluslararası Enerji Ajansı, 2100’e kadar en olası sıcaklık artışının 3-3,5 derece olacağını hesaplıyor. Yani, 1,5 ya da 2 derecelik sıcaklık artışının engellenmesi için bugün mangal bile yapmamak gerekirken bu bağlayıcılığı olmayan ve ağırlıkla henüz geliştirilmemiş karbon çekme teknolojik mekanizmalarına dayanan anlaşmayla bu zaten mümkün değil. Dolayısıyla küresel ısınmanın kısa sürede 1,5 dereceyi geçeceğini görmek ve maruz kalacağımız etkilerini öngörmek gerekiyor.
Kapitalist sınıfın bir kısmı, ki bunlar fosil ekonomisinin ve savaş ekonomisinin oligarşileridir, zaten “iklim krizi”ni reddediyorlar. Bir kısmı, ana akım yeşillerde somutlaşan bir şekilde aşırı finansallaşmış dünyada yeniden yeşil kapitalizm/büyümeyi canlandırmanın peşinde. Bunlar için kapitalizm gelişmeye devam ettikçe rasyonel adımlar ve teknolojik atılımlarla yol üstünde ekolojik krizi de çözecektir; zaten kapitalizmin içinden çıkamadığı mali-ekonomik krizden çıkışın anahtarı da ekolojik krizi bir fırsata çevirmektir. Diğer bir kısım, esasen güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji sektörlerinde, bilişim ve otomasyon alanlarında faaliyet gösteren şirketler ve onların politikadaki izdüşümleri ise iklim krizine karşı “Yeşil Yeni Düzen” programını savunuyorlar. Bunlar dışında, küresel iklim hareketinde yer alan birçok örgüt ve ekososyalist de farklı versiyonlarıyla “Yeşil Yeni Düzen”i savunuyor. En son kendini Eylül ayında ilan edeceğini duyuran İlerici Enternasyonal’in de ekolojik krize karşı çözümü küresel bir yeşil yeni düzen programı.
Bu çatı altında toplanan ve kitleselleşen hareketin genel politik değerlendirmesini yapmak bu yazının kapsamını aşar. Ancak iklim krizinin tehlikeli eşiği aşmaması için, devletlerin merkez bankaları ve uluslararası fon kuruluşlarının “temiz enerji”, “sürdürülebilir kalkınma”, “iyi tarım” gibi politikaları desteklemesini, fosil ekonomideki şirketlere karbon vergisi ve belli düzeyde servet vergisi getirilmesini, herkese ücretsiz sağlık sigortası, eğitim ve konut hakkı ile bazıları petrol şirketlerinin kamulaştırılmasını, enerji altyapısında kapsamlı bir dönüşümü ve bunların demokratik kontrol mekanizmalarının oluşturulmasını, askeri-sınai kompleksin sınırlandırılmasını savunan genel bir iklim politikaları hattına sahipler.
YYD, iklim krizine gerçek çözüm değil de “acil çözüm” olarak, bugün için uygulanabilir bir “adil geçiş” planı olarak popülerleştiriliyor. Kapitalizmi, piyasa mekanizmalarını, sermayeyi gerekli sürede aşamayacağımıza göre, en azından YYD ile iklim krizini durduralım diyorlar. Bir adil geçiş programı olarak yeni bir Keynesçi ekolojik devlet kapitalizmine razı olsak bile, bu programı dünyanın egemenlerine benimsetmek için gerçekten devrimci bir harekete ihtiyacımız olduğu çok açık. ABD’de ve İngiltere’de yaşanan seçim süreci bu açıdan da değerlendirilmelidir. Bu iki ülkede de YYD’yi savunan iki lider/parti seçime girdi ve kaybetti. Amerikan seçimlerinde kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan ve YYD’yi savunan Sanders’in başkan adayı olmasını engellemek için bütün “demokratlar” birleşti.
Orijinal Yeni Anlaşma, 1929 Büyük Buhranı’nın ardından dünyada emperyalist kapitalist ülkeler üzerinde devasa bir SSCB baskısı varken ve buna bağlı olarak her ülkede işçi hareketi gelişirken kapitalizmin düşen kârlılığını geri getirmek için yeni bir modele geçilmesiyle hayat buldu. 1933’te uygulanmaya başlanan politikalar 1938’e gelindiğinde çökmüştü; ancak 2. Dünya Savaşı kapitalistler için büyük sermaye kıyımı ve kârlılığı geri getiren itkiyi sağladı. Yani orijinal Yeni Düzen, savaş olmadan olmazdı; bugün ekolojik yıkımı savaşın yıkımına benzeterek bu adlandırmayı kullanmanın bir anlamı olsa da artık ortada sermayeyi ikna olmaya zorlayacak bir SSCB yok. 1942’de ABD bir gecede tüm araba fabrikalarını uçak ve tank üretimi için merkezi planlamaya bağlamıştı. SSCB’de ise 5 yıllık planlar büyük bir tarım ülkesini uzaya insan gönderen ilk ülke hâline getirmişti. Tabi ki hiçbir gücün planında ekolojik bariyerler kendine yer bulmuyordu. YYD’nin adını aldığı bu tarihsel arka plan ve sıkça gönderme yapılan 60’ların “refah devleti”nin emperyalist küreselleşmenin geldiği düzey açısından geri dönülemezliği ortada. Keynesçi politikalar, bugün ancak politik olarak tercih edilen sermaye bölüklerine servet aktarımının bir yolu olabilir, ekolojik krizin çözümünün değil. Bugün entegre bir ortak pazar haline gelmiş dünya ekonomisini kontrol eden birkaç yüz uluslararası tekelin dünya ekolojisi üzerindeki hakimiyetini, yani emperyalizmi sorgulamadan, sarsmadan “acil çıkışlar” daima birilerinin aleyhine işleyecektir, ki bu birileri dünyanın ezlienleridir.
Bir de YYD’nin piyasayla içli dışlılığının farkında olanların “küçülme” programları var. Buna göre iklim krizini durdurmak/etkilerini sınırlamak için kapitalist büyüme mantığını eleştirerek, “başta enerji olmak üzere tüm ekonomik altyapıyı sadece dönüştürmek yetmez (ki bu yeşil dönüşümün kâr hırsını dizginlemeyeceği, tam aksini büyüteceğini öngörerek), tüm tüketimde mutlak bir azaltmaya gitmek gereklidir” diyorlar. Evet, sınıfsal gerçekliklerin farkında olarak yekpare bir küçülme değil, küresel ölçekte bazılarının küçülmesi, temel ihtiyaçlarından dahi yoksun insanların koşullarının ise büyümesi, seçici küçülme-büyüme gerektiğini de bildiriyorlar. Buradan da toplumsal ihtiyaçların nasıl belirleneceği tartışmasına girerek insan-doğa ilişkilerini inceliyorlar.
Küçülme ekolü, ülkelerin gelişmişlik düzeyine, emekçi ve ezilen sınıfların ihtiyaçlarına, sektörel dengelere ve elbette ekolojik kısıtlara göre hareket edilmesi gerektiğini görüyorlar. Fakat bu kilidin tek anahtarının planlı bir ekonomi olduğu; piyasa mekanizmasının böylesi dev bir dönüşümü gerçekleştiremeyeceği; yani meselenin bir dışsallık, yanlış fiyat, koordinasyon, finansallaşma, tekelleşme, açgözlülük sorunu değil, tam da kapitalizmin kendisi olduğu vurgulanmadığında yüzleşmekten kaçınılmış, çatlaklara sığınılmış oluyor. Daha ileri giderek kâr motifinin ve sermaye ilişkisinin ilgası üzerine düşünmeli; onların yokluğunda üretim, bölüşüm, tüketimi ekolojik kısıtlar çerçevesinde nasıl örgütleyeceğimizi tartışmalıyız.
Kapitalizmin sonunu düşünmeyen bu tür politik “projeler” çubuğu teknik fizibilite çalışmalarına büküyor. Politik bir mücadele konusu olan bu “projelere” kim için, hangi sınıf için, hangi sınıf tarafından soruları yöneltildiğinde durum zaten daha da net ortaya çıkıyor. Durum “işçi sınıfı ve ezilenler dünyanın kurtuluşunu sırf kapitalizmin sonunu getirmek istedikleri için istemiyorlar” noktasında değil. YYD dünyadaki politik güç ilişkilerini, emperyalizmi, sömürgeciliği, ırkçılığı, sınıfsal konumları göz ardı ettiği için zaten ekolojik krizden çıkış için geçici bir program olarak bile yetersiz kalıyor.
Eğer merkez bankalarını, uluslararası fon şirketlerini fosil ekonomisine değil de BM uzmanlarının dediği gibi yenilenebilir, sürdürülebilir yeşil ekonomiye yatırım yapmalarını sağlamak için gerçek bir devrimci kitle hareketine ihtiyaç varsa, neden böyle bir hareket, kapitalizmin sonunu değil de iklim krizine geçici çözüm programını savunsun? Küresel iklim hareketinin yüzleşmesi ve cevaplaması gereken soru budur.
Sosyalistlerin de şuna cevap vermesi gerekiyor: bu farklı çıkış programları etrafında biriken bu “en geniş” kitleyi hareketin içinden mi değiştireceğiz, yoksa ayrı örgütsel yapılarda, anlarda mı harekete geçeceğiz. Kapitalizmi aşan bir programı, programımızı kitlelerin önüne getirmek için tüm dünyada bu bahsettiğimiz “projeler” etrafında harekete geçen insanlara ulaşmamız gerekiyor, öyle ya da böyle. Çünkü harekete geçecek başka insan yok, kitlemiz bu. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da farklı sınıfsal çıkar stratejileri, ideolojik saflaşmalar olması doğal. %1’in iklim krizi üzerinden başkaca kara-ütopyaları olabilir. Ama bunlar %99’un yaşadığı yokoluş gerçeğini değiştirmiyor.
Evet yıkımı yavaşlatmak, daha az insanın etkilenmesini sağlamak için acil çözümler gerekiyor ve bu acil çözümler değindiğimiz bu farklı planlarda mevcut. Ancak aciliyet bizim için her şeyin üstünde bir motivasyon olamaz. Çünkü: 1) dünyanın her yerinde ilk örneklerinde görüldüğü üzere bu planlar sermaye tarafından sulandırılıyor, 2) çözüm önerilerindeki altyapısal dönüşümün, ister YYA ister küçülmede olsun, bir şekilde yine ekolojik maliyeti var, 3) dünyasal ölçekte olmadığı sürece zaten yetersiz kalacaklar, 4) küresel ısınmanın etkileri tahmin edilenden bazı yerlerde hızlı bazı yerlerde yavaş gelişiyor ve bu da zamana dair tespitleri muğlaklaştırıyor, 5) yıkım/felaket halihazırda başlamış durumda, 2030-50’de olacaklara bakarak bugün olanları küçümsemek, iklim mültecilerini sayılara indirgemek devletlerin yaptığı bir iş, ekosistem kayıpları ve iklim kaynaklı ölümler “yokoluş” sürecini bugün başlatmış durumda, 6) aciliyet konusu devletlerin OHAL uygulamalarını meşrulaştırmasını ve ekolojik kriz yanında polis/güvenlik devleti politikalarına da ön ayak oluyor, 7) sadece enerji ve altyapı dönüşümü değil, emperyalist ve sömürgeci politikalarla yüzleşmeyen bir çözüm önerisinin geçerliliği yok (askeri sanayi-savaşlar, doğrudan hammade sömürüsü, darbeler, işgaller, vs.)
Özellikle mâli-ekonomik sömürge ülkelerde bulunan her mineral ve fosil yakıt madeni “ulusal zenginlik” olarak görülüp ulusal kalkınma açısından ele alındığında tam da bu bağımlılık ilişkilerinin boğucu sınırlarına dayanılır. Bugün Orta Doğu halklarının üstüne çöreklenmiş dünyadaki en gerici monarşilerin bu fosil krallığının tepesinde oturduğunu bir an için unutsak bile herhangi bir ülkedeki “sıradan yurttaş”ın bilincindeki bu “kalkınma” algısını kırmanın kolay bir yolu yok. Ancak, Dünya’da “leave it in the ground”, yani “yeraltında bırak” talebiyle fosil yakıtların daha çıkarılma noktasında durdurulması gibi genel talepler ekoloji/iklim hareketinde enternasyonal düzeyde kabul görüyor. Kapitalizmin gelmiş olduğu düzey nesnel olarak hareketlerin içe kapanık, yerelcileşmiş ve “mikro-milliyetçi” bir hâle bürünmüş eski halinden çıkmasını dayatıyor. İklim hareketiyle bu gibi talepler üzerinden buluşmak ve “dış mihrak olarak algılanır mıyız” gibi sosyal şoven yanılgılara düşmek artık tarihin gerisinde kalmak anlamını taşıyacaktır. Tam da bu meseleyi yani emperyalist merkezlerde ve mâli-ekonomik sömürgelerde farklı yansımaları olan “büyüme-küçülme” ikilemini, daha derinlemesine tartışmalı, ekoloji mücadelesinin önündeki tıkanıklıkları Marksist ve enternasyonalist temelde açmalıyız.
****
İnsanın insanla olan ilişkisi, yani toplumsal üretim ilişkileri değişmeksizin çevreyle olan ilişkisinin değişeceğine dair olan inanç ekolojik çöküşü durdurma özelinde en az otuz yıldır fiyasko üretiyor. ‘Bağımsız’ durmak, ‘-izm’lerden kaçınmak bugünün akademisinde, hatta bazı ekoloji aktivistlerinde adeta bir amentü. Fakat ekolojik yıkım özelinde kapitalizmi lanetlemek yetmez. Meselenin boyutlarını ve karmaşıklığını gözeterek alternatifin ne olduğunu sormalı, sosyalizmi inatla ve yüksek sesle dile getirmeliyiz.
Elbette sosyalizm/komünizm derken, 20. Yüzyılın bakiyesini unutmadan, onunla yüzleşmekten kaçınmadan dolayısıyla “ev ödevlerimizi” çalışarak bunu yapmamız gerekir. Bu açıdan farklı Marksizm yorumları ve pratikleri olmasına rağmen, demokratik katılımcı bir planlamaya dayanan, dolayısıyla toplumsal ihtiyaçları ve doğanın sınırlarını baştan kabul eden sosyalist bir ekonominin ekolojik krizi, iklim krizini durdurmanın en acil çözümü olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Gerek kısa vadede yenilenebilir enerji kaynaklarının genel üretimi destekleyecek ölçekte geliştirilmesi, gerek de üretimin uzun vadede kaynak stokları ve kısıtlarıyla uyumlu bir şekilde örgütlenmesi ancak planlı bir ekonomi çerçevesinde gerçekleşebilir.
Nihayetinde bugünden somut örnekleriyle bir dönüşüm başlatmakla birlikte sosyalistlere klişe olarak yöneltilen “devrimi mi bekleyeceğiz” sorusuna cevabımız, devrimin halihazırda dünyanın dört bir yanındaki hareketlerin kendisi olduğudur. Durdurulan her doğa katliamı, gerçekleştirilen her grev, her eylem bu anlamda iklim krizinin “acil çözümü”dür. Zaten artık bekleyecek bir dünya da kalmadı, son korona salgını dünyanın hızla Mad Max-vari bir dünyaya nasıl evrilebileceğini gösterdi. Fakat görülmesi gereken şey iki sınıfın, iki dünyanın, iki ütopyanın savaş halinde olduğudur. Yokoluş tezleri bu ikili yapı içinde ancak ezilen sınıflar ve halklar için geçerlidir; ki zaten bu sınıflar yokoluşu, barbarlığı günbegün yaşamaktadır.
Ama biz şunu diyebiliriz kitlelere, bugün tam da ekolojik krizin, iklim krizinin geldiği düzeyden dolayı, şirketleri, elitleri, egemenleri ikna etmeye, onları vicdanlı olmaya çağırmaktan başka bir şey yapamayan, YYD’den de, küçülmecilikten de, ekomodernizmden de daha iyi, daha gerçekçi ve devrimci bir programa ihtiyacımız var! Sadece semptomlara müdahale etmeyip, sorunların kökenine inen, sermaye ilişkilerine saldıran, planlı merkezi bir ekonomiye bugünün ekolojik sınırlarını koyan, yeniden bir toplumsallaşmayla insanları yabancılaşmadan çıkararak insan-doğa ilişkisini onarmayı esas alan bir program. Ve bu programı uygulamak için, politik strateji ve taktiği belirleyecek 150 yıllık bir komünist hareketin birikimi/deneyimi var. Hiç vakit kaybetmeden hem devrim programımızı, hem dilimizi, hem de stratejimizi yeni ekoloji kriz gerçekliğine uyarlamamız gerekiyor.
Son olarak, komünistlerin hali hazırda süren kendiliğinden hareketleri, isyanları, ayaklanmaları komünizm doğrultusuna sokmaya çalışmaktan başka çıkarları, başka bir varoluş gerekçeleri olmadığını söyleyen önderlerimizi hatırlayalım. Emperyalist küreselleşmenin yarattığı bu çağda, bu toplumda ortaya çıkan hareketlerin kısmi, yerel, süreksiz/kesintili, geçici pratiklerin yeniliklerini genelleştiren, evrenselleştiren bir teorik çalışma yapılmak zorunda. Ne yapmalı, nasıl yapmalı sorusunun teorisi kapitalizme karşı bu direnişlerde ortaya çıkan kolektif devrimci pratikler üzerinden üretilecektir. Komünizm, “mevcut gerçekliği yıkıp geçen hareketler”in yarattığı yeni normlar, pratikler, söylemler arasındaki ilişkiler alanında zuhur edecektir. Yapılması gereken de bu hareketleri, pratikleri birbiriyle ilişkilendirecek, besleyecek, yayacak yeni pratiklerdir. Yapılması gereken de bu direnişleri, isyanları, hareketleri birbirine tercüme etmektir. Bugün burada yapmaya çalıştığımız da bu tercüme hareketine katkıda bulunmaktır.