Çeviri: Nazlıcan Demir
Doğanın Dönüşü‘nün ilk sayfasında sosyalist düşüncenin “ikinci temeline” şu şekilde atıfta bulunmuştum:
“Liberal analizde olduğu gibi sosyalist teori için de -ve genel olarak Batı bilimi ve kültürü için- doğanın fethi ve insanın doğal yasalardan muaf tutulması kavramı yüzyıllar boyunca doğanın sistematik yabancılaşmasını yansıtan önemli bir tema olmuştur. Toplum ve doğa genellikle düalist bir yaklaşımla birbirinden tamamen ayrı iki alan olarak ele alınmış, bu da doğaya el konulmasını ve bununla birlikte daha geniş insan nüfusunun sömürülmesini haklı çıkarmıştır. Ancak, birçoğu eleştirel düşüncenin bir tür ikinci temelini oluşturan doğa bilimlerindeki çeşitli sol düşünürler ve sanat alanındaki diğerleri, bu dar insani ilerleme anlayışına isyan etmiş ve bu süreçte daha geniş bir ekoloji diyalektiği ve kapitalist toplumun çevresel olduğu kadar sosyal tahribatlarını da sorgulayan daha derin bir materyalizm yaratmıştır.”[1]
Eleştirel düşüncenin materyalist felsefe ve doğa bilimlerindeki bu ikinci temelinin kökenleri ve gelişimi ile bunun sosyalizm ve ekolojinin gelişimini nasıl etkilediği Doğanın Dönüşü‘nde anlatılan ana hikayeyi oluşturmaktadır. Böyle bir analizin karşılaştığı ilk zorluk, Batı’daki hakim yirminci yüzyıl anlayışında tarihsel materyalizmin nasıl olup da, doğa bilimlerinden ve bir bütün olarak doğal-fiziksel dünyadan koparıldığı için, herhangi bir gerçek materyalist diyalektikten ayrıldığı sosyal bilimler ve beşeri bilimlerle sınırlı olarak anlaşıldığını açıklamaktı.
Frederick Engels’in doğanın diyalektiğine ilişkin araştırmaları ve Marks’ın doğa bilimlerine katkıları, Batı Marksist felsefe geleneğinde genellikle sanki yokmuş gibi ele alınmıştır. Doğal-fiziksel dünya, Batı’daki Marksizm’in hakim görüşü içerisinde tarihsel materyalizmin kapsamı dışında görülmüştür. Dolayısıyla biyofiziksel varoluş alanı, içkin olarak pozitivist bir yönelime sahip olduğu düşünülen bir doğa bilimine devredilmiştir. Öyle ki, 1960’larda çevre hareketinin yükselişiyle birlikte, Marksizmin ekolojik analizin gelişimine çok az katkıda bulunduğunu ya da hiçbir katkıda bulunmadığını yanlış bir şekilde iddia eden soldakilerin aklına, sosyal bilimlerin ötesine geçerek doğa bilimlerindeki sosyalist katkılara bakmak hiç gelmedi. Buradaki ironi, sosyalizmin sadece doğal çevreyle ilgilenmekle kalmayıp, aslında en başından beri bilim ve materyalist felsefe içinde eleştirel bir ekolojinin gelişmesinde önemli bir rol oynamış olmasıydı.
Sorunun bir kısmı, özellikle Sovyet Marksizmi ile ilişkilendirilen tüm “diyalektik materyalizm” geleneğinin, Batı Marksist felsefe geleneği tarafından yanlış temeller üzerine inşa edildiğinin ilan edilmesiydi. Toplum diyalektiğinin aksine doğa diyalektiğinin, özdeş bir özne-nesneden ve dolayısıyla mutlak düşünümsellikten yoksun olduğu için reddedilmesi gerektiği iddia edildi. Ancak doğanın diyalektiğini reddederek Batı Marksizmi, insan psikolojisini ya da insan doğasını etkilediği ya da teknoloji aracılığıyla dolaylı bir etkiye sahip olduğu söylenebilecek durumlar dışında, doğal dünyadan neredeyse tamamen uzak durmak zorunda kaldı. Bu da Marksizmin daha idealist bir yorumuna doğru bir yönelişi teşvik etmiştir.[2]
Elbette Karl Marx ve Engels’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki klasik Marksizminin kökeni sosyal bilim eleştirisine dayanıyordu. Engels’in yazdığı gibi, “klasik ekonomi politik”, “burjuvazinin sosyal bilimiydi” ve bu nedenle sosyalizmin düşmanıydı.[3] Marx’ın klasik ekonomi politiğe yönelik eleştirisi, kapitalist üretim tarzının dayandığı sınıf temelli sömürü ve mülksüzleştirmenin “gizli meskenini” ortaya çıkarmayı amaçlıyordu.[4] Dolayısıyla Marksizmin ilk temelini oluşturan da bu eleştiriydi. Ancak ilk andan itibaren, eleştirel sosyal bilimdeki materyalist tarih anlayışı, doğa bilimindeki materyalist doğa anlayışına ayrılmaz bir şekilde bağlıydı. Marx’ın “doğanın evrensel metabolizması” dediği şeyle ilişkili gerçek biyofiziksel üretim koşullarını keşfetmeden tutarlı bir ekonomi politik eleştirisi mümkün değildi.[5]
İnsanlar Marx tarafından maddi varlıklar ve dolayısıyla nesneleri kendi dışlarında olan nesnel varlıklar olarak görülüyordu. Dolayısıyla sonuç olarak, doğa tarihi ve insanlık tarihi olmak üzere “iki taraftan” bakılan yalnızca “tek bir bilim” vardı.[6] Bu nedenle, burjuva doğa biliminin de eleştirisine girişmek için felsefe ve sosyal bilimin ötesine geçmek gerekiyordu. Gerçekten de, teorik bir yöntem olarak praksis felsefesi sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanıyla sınırlandırılamazdı, yani genel eleştirisini zayıflatmadan doğa biliminden ayrı tutulamazdı.
Doğa bilimi ve sosyal bilimin, doğa ve toplumun, mevcut üretim tarzı ve sonuçlarıyla yüzleşmeye yönelik her türlü girişimde ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğu gerçeği, kapitalizmin Yer Sisteminin biyojeokimyasal döngülerinde “antropojenik bir yarık” yarattığı ve sayısız diğer türle birlikte insanlığı da tehlikeye attığı jeolojik tarihin mevcut Antroposen Dönemi tarafından bugün bize çarpıcı bir şekilde gösterilmektedir.[7] Bu koşullarda, Marksist ekolojinin mevcut çevresel çıkmazımızı anlamadaki rolü çok önemlidir. Marksist teorinin materyalist felsefe ve doğa bilimi içindeki ikinci temeli, devrimci bir praksisin geliştirilmesi için vazgeçilmez olduğunu burada kanıtlamaktadır.
İkinci Temel
Marx ve Engels bilimi ya da “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırdıkları şeyi, günümüzde hakim olan dar bilim anlayışları açısından değil, akıl üzerine kurulu tüm rasyonel soruşturmaları bir araya getiren daha geniş Wissenschaft anlamında görüyorlardı.[8] Bilim olarak akıl, Engels’in Doğanın Diyalektiği‘nde “tüm hareketin genel yasalarının bilimi” olarak tanımladığı diyalektiğin uygulanmasında en yüksek tezahürüne sahipti ve “yasalarının düşüncenin hareketi için olduğu kadar doğadaki ve insanlık tarihindeki hareket için de geçerli olması gerektiğini” iddia ediyordu. [9] Gerçekten de, insan üretimi ve insan eylemi “toplumda, dünyada ve doğada” meydana geldiğinden, tutarlı bir materyalist diyalektik yalnızca sosyal bilim temelinde mümkün değildi. [10]
Çalışmaları ilerledikçe Marx ve Engels için doğa bilimleriyle ilişki kurmak daha acil bir gereklilik haline geldi. Charles Darwin’in evrim teorisi, Marx’ın ifadesiyle, “bizim görüşümüzün doğa bilimindeki temelini” oluşturuyordu. Engels, Darwin’i doğa tarihinin önde gelen “diyalektik” düşünürü olarak tasvir ediyordu.[11] Justus von Liebig’in toprak kimyası gibi doğa bilimlerindeki devrimler, Marx’ın metabolik yarık teorisini geliştirmesine olanak sağlamıştır. Etnolojik zamandaki devrimin bir sonucu olarak antropolojinin ortaya çıkışı, Marx ve Engels’i tarih öncesiyle ilgili bu yeni alana çekmiştir.[12] Fizikte termodinamikteki yeni devrimi politik-ekonomik eleştirilerine dahil etmişlerdir.
Ancak, 1860’lardan itibaren tarihsel materyalizmin kurucularının araştırmalarını daha çok doğa bilimleri ve Marksist teorinin ikinci temeli yönüne kaydırmaya zorlayan olumsuz gelişmeler de vardı. Özellikle Almanya’da 1848 devrimlerinin yenilgiye uğraması, daha sonra Ludwig Feuerbach’tan Ludwig Büchner, Carl Vogt ve Jacob Moleschott gibi düşünürlere uzanan bir çizgide, mekanistik bir bilim felsefesinin büyümesini teşvik etmişti. Aynı zamanda Friedrich Albert Lange, tek taraflı bir mekanik materyalizmi sınırlandırmayı amaçlayan düalist bir felsefi perspektif olarak Neo-Kantçılığı ortaya atmış ve daha sonra bunu eşit derecede tek taraflı bir toplumsal/ideal alandan ayırmıştır. Bununla birlikte Almanya’da materyalizm ve diyalektiği, özellikle de G. W. F. Hegel ve Marx’ı, düşman olarak gören Arthur Schopenhauer ve Eduard von Hartmann’ın felsefelerinde irrasyonalizm yayıldı.[13] Eugen Dühring, Marx’ı hedef alan neo-Kantçı, sözde bilimsel ve pozitivist fikirlerin eklektik bir karışımıyla tüm bunlara dahil oldu. İngiltere’de agnostisizm, Thomas Huxley ve John Tyndall gibi isimlerin çalışmalarında neo-Kantçılıkla yakından özdeşleştirilmiştir. Sosyal Darwinizm ilk olarak bu dönemde Alman zoolog Oscar Schmidt’in çalışmalarında tarihsel materyalizme bir saldırı olarak ortaya çıkmıştır. Materyalizme ve diyalektiğe yönelik bu çeşitli saldırıların bir sonucu olarak, hem Marx hem de Engels, daha sonra çeşitli şekillerde diyalektik materyalizm, diyalektik natüralizm ve “diyalektik organikçilik” olarak adlandırılacak olan, insanlığın ve doğanın metabolizmasına ilişkin sosyalist bir anlayışla tutarlı bir doğa diyalektiğini ifade etme görevine çekildiler.[14]
Engels’in diyalektik natüralizmi kapsamlı bir biçimde ilk kez 1878’de tamamladığı Herr Eugen Dühring’in Bilimde Devrimi (daha çok Anti-Dühring olarak bilinir) adlı etkili çalışmasında geliştirilmiştir. Engels’in 1870’ler ve 80’lerde yazdığı daha geniş kapsamlı ve tamamlanmamış eseri Doğanın Diyalektiği, 1925 yılına kadar Almanca ve Rusça olarak yayınlanmadı ve İngilizce çevirisinin ortaya çıkması için bir buçuk on yıl daha beklemesi gerekti. Yine de Engels’in “Doğa diyalektiğin kanıtıdır” şeklindeki temel argümanı en başından beri açıktı. Bugünün terimleriyle ifade edersek, Ekoloji diyalektiğin kanıtıdır anlamına geliyordu.[15]
Materyalist biçimiyle “Diyalektik”, Engels’in sözleriyle, “bilmek” yoluyla “varlık”tan ziyade…, “varlık” yoluyla… “bilmeyi” açıklamak için bulunan bir yöntemdi.”. Bu yöntem, “şeyleri…” ya da Diyalektik, “şeyleri” karşılıklı bağımlılıkları, etkileşimleri ve bunun sonucunda meydana gelen değişimleri, ortaya çıkışları, gelişimleri ve yok oluşları içinde yorumlar.” Bu şekilde bakıldığında, Engels, “doğa, sürekli yinelenen bir döngünün ebedi birliği içinde hareket etmez, ama gerçek bir evrimden geçer.” diye yazmıştır. Dolayısıyla, “erişebildiğimiz tüm doğa bir sistem, birbirine bağlı bir cisimler bütünü oluşturur ve burada cisimlerden yıldızlardan atomlara kadar uzanan tüm maddi varlıkları anlıyoruz… Hareketi yaratan tam da [bunların] karşılıklı tepkisidir.”[16] Madde ve hareket (dönüştürülmüş enerji) olarak doğa, doğal tarihin akışı içinde, bir bütün olarak fiziksel dünyadan doğan ve yine de ona bağımlı kalan yeni, beliren (emergent) formlar veya bütünleşmiş maddi varlık düzeyleri üretir. Bu anlamda insan toplumu, kendine özgü yasaları olan evrensel doğa metabolizmasının ortaya çıkan bir biçimidir.[17]
Engels, doğanın diyalektiği üzerine çalışmalarında ortaya koyduğu ve bugün daha doğru bir şekilde genel ontolojik ilkeler olarak adlandırılan üç diyalektik “yasası” nedeniyle solda sıklıkla eleştirilmiştir: (1) niceliğin niteliğe dönüşümü yasası ve bunun tersi; (2) karşıtların özdeşliği ya da birliği yasası; ve (3) olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası. Bununla birlikte, bu ontolojik ilkelerden ilki bilimde uzun zamandır faz değişimi kavramı aracılığıyla tanınırken, ikincisi diyalektiğin felsefe ve sosyal bilimlerde çelişki kavramı veya “aynı ilişki içindeki farklı unsurların uyumsuz gelişimi” aracılığıyla yaygın olarak ele alınmasının ana yoludur.[18] Bu nedenle çoğu eleştiri bu yasalardan üçüncüsüne, genellikle basitçe göz ardı edilen olumsuzlamanın olumsuzlanmasına odaklanmaktadır.[19]
Bununla birlikte, bu üç yasayı ya da ontolojik ilkeyi belirimcilik (emergence) diyalektiği açısından anlamak önemlidir. Engels’e göre her şey hareket, çekim ve itim, olumsallık ve gelişimdir. Bu, doğada ve insanlık tarihinde yeni biçimlere ya da örgütlenme düzeylerine yol açar.Niceliğin niteliğe dönüşümü ve tersi yasası, en genel düzeyde maddi dönüşüme ve aşkınlığa işaret eder. Organik ve inorganik süreçlerde madde ve hareketin (veya enerjinin) dönüşümünden kaynaklanan bu tür eğilimler göz önüne alındığında, çelişkiler veya uyumsuz unsurlar doğal olarak ortaya çıkar ve olumsuzlamanın olumsuzlanması olan gelişme, evrim veya belirme olarak değişime yol açar.
Bunun önemini Engels’in jeolojiye yaklaşımında görebiliriz. Engels, jeoloji ve paleontolojiyi “organik dünyanın bir bütün olarak gelişiminin tarihi” olarak ele almıştır, ki bu da pratikte ancak on sekizinci yüzyılın sonlarında gelişmiş bir bilimsel araştırma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Jeolojinin tanımladığı dünya “insanoğlunun yokluğunda bile” mevcuttur.[20] Bununla birlikte, jeolojik tarihe diyalektik olarak yaklaşılabilir, çünkü “jeolojinin tamamı, gezegenin yüzeyinde dikkatli bir bilimsel araştırma yoluyla fark edilebilecek büyük dönüşümlerle sonuçlanan bir dizi olumsuzlanmış olumsuzlamadır”. Engels, Georges Cuvier’nin jeolojik “devrimlere” ya da felaketlere dini dogmalarla kirletilmiş olarak yaptığı önemli vurguyu sorguladı ve Charles Lyell’in tedriciliğiyle jeolojiye daha bilimsel bir yaklaşım getirdiğini savundu. Ancak Lyell’in kendisi de “yeryüzünde işleyen güçleri hem nicelik hem de nitelik olarak sabit olarak düşünme” hatasına düşmüştü, dolayısıyla buzul çağlarıyla ilişkilendirilen “yeryüzünün soğuması” onun için mevcut değildi. Bu görüşe göre, “olumsuzlanmış olumsuzlamalar” ve büyük, kalıcı değişiklikler yoktur.[21]
Engels’e göre, Lyell’in tekbiçimciliğine uygun olarak, yeryüzü yüzeyinin oluşumunda sabit, olumsal olmayan, önemsiz bir süreç yoktu. Cuvier’nin vurguladığı gibi, yeryüzünün tarihindeki belirli aralıklarla gerçekleşen büyük dönüşümler yadsınamazdı. Engels tarafından hem Cuvier hem de Lyell’e yöneltilen bu eleştirilerden (ve takdirlerden) bazıları daha sonra yirminci yüzyılda paleontolog Stephen Jay Gould tarafından geliştirilmiş ve Gould tam da bu antinomileri kullanarak evrimsel süreç içindeki noktasal denge teorisinin kökenlerini açıklamıştır.[22]
Anti-Dühring, felsefe, doğa bilimleri ve sosyal bilimlere hitap eden geniş yelpazesi nedeniyle zamanının en etkili eserlerinden biri oldu. Bilimde sol materyalizmin gelişmesine yardımcı oldu ve daha sonra Doğanın Diyalektiği‘nin yayınlanmasıyla daha da güçlendi. Bu, özellikle devrimden sonraki ilk yirmi yılda Sovyetler Birliği’nde ve hem Darwin hem de Marx’tan yararlanan bir geleneğin ortaya çıktığı Britanya Adaları’nda büyük ekolojik keşifleri kolaylaştırdı. Marx’ın arkadaşı, Darwin ve Huxley’in çırağı E. Ray Lankester ve daha sonra J. D. Bernal, J. B. S. Haldane, Joseph Needham, Lancelot Hogben, Hyman Levy, Christopher Caudwell, V. Gordon Childe, Benjamin Farrington, George Thomson ve Jack Lindsay gibi önde gelen kızıl bilim insanları ve ilgili kültürel figürler Britanya’daki önemli isimler arasındaydı.[23] Engels’in bilim üzerine çalışmalarının yanında, kızıl bilimciler V. I. Lenin’in Materyalizm ve Ampirio-Kritisizm’inden de büyük ölçüde yararlandılar.[24] Marksizm incelemelerinde sıklıkla göz ardı edilse de bu gelenek, hepsi de materyalist felsefe ve doğa bilimiyle bağlantılı olan, dönemin Britanya’sındaki en önde gelen Marksist düşünürleri içeriyordu. Bu düşünürlerin çalışmaları doğa bilimlerinde derin kökler salmış ve etkileri günümüze kadar uzanmıştır.
Marksist bilim insanları ve materyalist filozoflar 1930’larda Sovyetler Birliği’nde ve 1950’lerde İngiltere ve ABD’deki antikomünist saldırılarda tasfiyelerin hedefi oldular. Bir dönem neredeyse yok olacakmış gibi görünen kızıl bilimin bastırılması, bir bütün olarak Marksizm için derin sonuçlar doğurdu. Batı Marksist felsefe geleneğinin önde gelen temsilcileri ekonomik/sınıfsal ilişkiler dışında materyalizmi tümüyle reddettikleri için -ki bu durum doğanın diyalektiğini reddetmeleriyle yakından ilişkilidir- ekolojik eleştiriye katkıda bulunacak neredeyse hiçbir şeyleri yoktu. Bu da sosyalizmin bir bütün olarak bu alanda başarısız olduğu mitine yol açmıştır.[25] Elbette Max Horkheimer ve Theodor Adorno gibi eleştirel teorisyenler “doğanın tahakkümü”ne atıfta bulunmuş, bununla esas olarak araçsal rasyonalite ve teknolojinin çağdaş kapitalist toplumda oynadığı rolü ve bunun insan doğası üzerindeki baskıcı etkilerini kastetmişlerdir. Bununla birlikte, maddi-ekolojik dünyanın kendisi karakteristik olarak analizlerinde yer almıyordu. Dolayısıyla, insanın toplumsal üretimi ve metabolizmasının daha geniş çevreyle olan diyalektik bağlantıları da yoktu.[26]
1980’lerden bu yana Marksist ekolojinin büyümesiyle netleşen şey, kapitalizm altında ekonomik yabancılaşma eleştirisi ile ekolojik yabancılaşma arasındaki yakın bağlantıdır. Bunların tarihsel-materyalist eleştirinin iki tarafını oluşturduğunun kabulü, gezegensel ekolojik kriz bağlamında giderek daha belirgin hale gelmiştir. Tüm bunlar, Engels’in geri dönüşüyle sembolize edilen Marksist teorinin yeniden birleştirilmesini ve doğanın evrensel metabolizmasını anlama girişimini gerektirmektedir. Kapitalist toplumsal metabolizmanın mevcut yabancılaşmış biçimini, insanın doğayla ilişkisini genelleşmiş meta üretimi aracılığıyla yıkıcı bir şekilde dolayımlamasıyla birlikte aşmak acil bir gerekliliktir.
Engels ve Antroposenin Kökleri
Yirmi birinci yüzyılda, Yer Sisteminde bir antropojenik yarıkla temsil edilen gezegensel bir ekolojik tehlike çağında yaşıyoruz. Bu durum, jeolojik zaman ölçeğinde son 11.700 yılın Holosen dönemini takip eden Antroposen döneminin 1950 civarında ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Kapitalizm şu anda dünyayı insanlık için güvenli bir yer olarak tanımlayan gezegensel sınırları aşma sürecindedir. Engels’in dediği gibi, tüm jeolojik tarih “olumsuzlanmış olumsuzlamaların” tarihiyse, bugün Holosen -insan uygarlığının ortaya çıktığı ve geliştiği jeolojik çağ- sermaye birikim sistemi tarafından olumsuzlanmakta ve günümüzün Antroposen krizine yol açmaktadır.
Kapitalist toplumun dayattığı ekolojik çıkmazın en eski ve kapsamlı kabulüne dönecek olursak, Engels’in Doğanın Diyalektiği‘nde yer alan “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Oynadığı Rol” başlıklı ünlü makalesine bakmaktan daha iyisini yapamayız. Engels burada, toplumsal varlıklar olarak insanların “doğaya, yabancı bir halka hükmeden bir fatih gibi, doğanın dışında duran biri gibi hükmetmediklerini; etimiz, kanımız ve beynimizle doğaya ait olduğumuzu, onun ortasında var olduğumuzu ve ona olan tüm hakimiyetimizin, onun yasalarını öğrenebilme ve bunları doğru bir şekilde uygulayabilme konusunda diğer tüm canlılara göre avantajlı olmamızdan kaynaklandığını” belirtmiştir. Dolayısıyla, insanlığın bir parçası olduğumuz doğal dünya üzerinde kazandığı varsayılan her “zafer” için “doğa bizden intikamını alıyor” ve bu da sadece antik ve ortaçağ dünyalarında değil, kapitalizm ve sömürgeciliğin yarattığı dünyada giderek artan ve çok daha büyük ölçekte doğal/ekolojik yıkımlara yol açıyor.[27]
Engels’in “doğayla birliğimiz” dediği şeyi ve onun yasalarına uyma ihtiyacını anlamamak, tarihsel sınıf ilişkilerimizin bir ürünüdür. Burada doğaya kapitalist tahakküm, insana tahakküm etmenin bir aracı haline gelir. Sonuç, tarihin hem ilerleme hem de gerileme gösteren bir sarmal içinde hareket etmesidir.[28] Sermaye birikimine felaket birikimi eşlik eder. Dahası, böylesi anarşik bir sistem altında – ilgili üreticiler tarafından kontrol edilen sosyalist ve planlı bir toplumun aksine – tamamen rasyonel bir bilim arayışı imkansız hale gelir ve biçimsel teknolojik rasyonalitenin ilerlemesinin ortasında bile maddi irrasyonalizm hüküm sürer. Toprak bozulması, ormansızlaştırma, seller, çölleşme, türlerin yok olması, salgın hastalıklar ve doğal kaynakların israfına işaret eden Marx ve Engels, mevcut üretim tarzının “doğanın geleneksel gidişatına kontrolsüz bir müdahale” ile bağlantılı olarak genişleyen Yeryüzü felaketleri yarattığını belirtmiştir.[29] Engels’in doğanın “intikamına” ilişkin küresel analizi bu nedenle Marx’ın metabolik yarık teorisi ile bir bütündür.
“Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Oynadığı Rol” ilk olarak Engels’in ölümünden kısa bir süre sonra 1896 yılında Alman Sosyal Demokrat dergisi Die Neue Zeit‘ta yayınlandı. Her ne kadar Marksizm dışındaki etkisinin haritasını çıkarmak zor olsa da Engels’in analizinin, kısa bir süre sonra Lankester’in 1905’te Oxford’da verdiği Romanes Dersi’nde ortaya attığı “Doğa ve İnsan” (daha sonra “Doğanın İsyancı Oğlu” olarak yeniden adlandırıldı) ve 1904’teki ilgili makalesi “Doğanın İntikamları” fikirlerine ne kadar yakın olduğu dikkat çekicidir: Bu makalelerin her ikisi de 1911 tarihli The Kingdom of Man’de (İnsanın Krallığı) yeniden basıldı.[30] Lankester’in Engels’in makalesini okuyup okumadığını bilmiyoruz, ancak iyi derecede Almanca biliyordu, sosyal demokrat çevrelerle iletişim halindeydi ve Engels’in kendisininkiyle birçok yönden örtüşen bu konudaki analiziyle derinden ilgilenmiş olmalıydı.[31] Marx’ın yakın arkadaşı ve Engels’in tanıdığı, güçlü bir materyalist ve kapitalizm eleştirmeni (Marx’ın Kapital‘ini okumuş olan) ve aynı zamanda o dönemde İngiliz zoolojisinin önde gelen isimlerinden biri olan Lankester’in radikal ekolojik eleştirisi zorunlu olarak tarihsel materyalizmle ilişkiliydi. Lankester, İnsanın Krallığı‘na atıfta bulunarak, Yeryüzü tarihinde insanların artık doğal dünyayı etkileyen ana güç olduğu ve bunun için giderek daha fazla sorumluluk almaları gerektiği yeni bir dönemi tanımlamaya çalıştı. Kapitalist bir ekonomik sistemin doğayı gözünü kırpmadan tahrip etmesinin ekolojik sonuçlarını öngörülü bir şekilde vurgulamış ve nihayetinde insanlığın kendisinin altını oyduğunu belirtmiştir.
“Nature’s Revenges” (Doğanın İntikamları) adlı makalesinde Lankester, insan-toplumsal varlığa “Doğanın bozucusu” olarak atıfta bulunmuştur; buna küresel kapitalizm ve finans yoluyla hayvanlarda ve insanlarda görülen ve büyük ölçüde toplumsal ve öncelikle ticari nedenlere bağlanabilecek olan tüm salgın hastalıkların tetikleyicisi olmak da dahildir.”[32] Bu koşullar altında insanlığın, bilime güvenerek ve sermaye birikiminin dar buyruklarını bir kenara bırakarak üretimini ve doğayla ilişkisini kontrol etmekten ve böylece birlikte evrimsel bir gelişmeyi başlatmaktan başka seçeneği yoktu. İnsan toplumu, Lankester’in biraz ironik bir şekilde “İnsanın Krallığı” olarak tanımladığı doğal dünya ile ilişkisinde kalıcı bir ekolojik bıçak sırtındaydı. Bu tür bir “doğanın insan tarafından yok edilmesi” yalnızca canlı türlerinin altını oymakla kalmıyor, aynı zamanda uygarlığı ve insan varoluşunun kendisini de tehdit ediyordu.[33] Tek çözüm, toplumsal insanlığın kapitalist oluşa karşı çıkarak, doğal yasalar ve sürdürülebilirlik ilkeleriyle uyumlu bir şekilde doğal dünyayla olan ilişkilerinin sorumluluğunu üstlenmesiydi.
Bugün, Antroposen Çağı kavramına karşı direnç, bilimsel tartışmadan büyük ölçüde habersiz olmakla birlikte, baskın bir Antropos‘un sonuçlarından dehşete düşen soldaki birçok kişide görülmektedir. Onlara göre bu durum, fiziksel dünyanın anlaşılmasında abartılı bir hümanizme ya da insan merkezciliğe ve şu anda tanık olduğumuz jeolojik iklim değişikliğinin toplumsal nedenlerinin küçümsenmesine işaret ediyor. Yine de jeolojik ve Yer Sistemi perspektifinden bakıldığında meseleler nettir. Küresel sermaye birikim sistemi, belirli kritik eşikleri ya da gezegensel sınırları aşarak, Yer Sisteminde niteliksel bir dönüşümü temsil eden niceliksel değişiklikler yaratmış, onu Jeolojik Zaman Ölçeğinde Holosen Çağından, ilk kez antropojenik olmayan faktörlerden ziyade antropojenik faktörlerin Yer Sistemi değişiminin başlıca itici güçleri olduğu ve insan uygarlığı ile insan varlığının şu anda tehlike altında olduğu Antroposen Çağına kaydırmıştır.[34]
Tarihsel ve diyalektik bir perspektiften bakıldığında, şu anda tanık olduğumuz gezegensel ekolojik çelişkiler uzun süredir devam etmektedir. Aynı zamanda doğanın intikamına ya da doğanın intikamlarına maruz kalan yeni bir “İnsanın Krallığı” meselesinin izi Engels ve Lankester’e kadar sürülebilir. Bu tür görüşler, insanlığın giderek daha baskın bir rol oynadığı evrimsel değişim süreçlerinin aracılık ettiği diyalektik bir bütünlük olarak doğa anlayışıyla ilişkiliydi. 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde, V. I. Vernadsky tarafından tanımlandığı şekliyle biyosferin bozulmasına bağlı olarak jeolojik tarihte Antropojen Dönem olarak adlandırılan kavram, jeolog Aleksei Pavlov tarafından ortaya atılmıştır. Antropojen kelimesine alternatif olarak Antroposen kelimesi İngilizce’de ilk kez 1970’lerin başında Büyük Sovyet Ansiklopedisi‘nde yer almıştır.[35] Rachel Carson, ekolojik yıkım bilincini ekosistem kavramı, yaşamın kökenleri teorisi ve biyosfer analiziyle -hepsi de diyalektik bilimin ürünleridir- birleştirerek, ekoloji kavramını halka tanıttığı konuşmasında dünya nüfusunu karşı karşıya oldukları gezegensel tehlikenin tüm boyutları konusunda uyarabilmiştir. Dahası, 1945’lerden itibaren insanın tüm Yer Sistemi ya da “ekosfer” ile ilişkisinde belirleyici bir değişime işaret edenler de sosyalist bilim insanları olmuştur.[36]
Daha yakın bir tarihte, jeolog Carles Soriano tarafından temsil edilen Yeryüzü tarihinde Antroposen Çağının ele alınışındaki atılıma işaret edebiliriz. Jeolojik Zaman Ölçeği’ndeki Antroposen Çağı kavramı, dört milyar yılı aşkın Dünya tarihinde ilk kez bir canlı türünün, Homo sapiens‘in, Yer Sistemi değişiminin birincil itici gücü olduğunun kabul edilmesinden türetilmiştir. Jeolojik değişimde insanın rolünün bu şekilde ortaya çıkması, hem Yer Sistemi biliminin ortaya çıkışının hem de yeryüzünü insanlık için güvenli bir yuva olmaktan çıkaran “antropojenik yarık” algısının büyümesinin bir ürünüdür. Teorik kökleri, hem ekosistem kavramının (ilk kez Lankester’in öğrencisi, Fabian-vari bir sosyalist olan İngiliz ekolojist Arthur Tansley tarafından ortaya atılmıştır) hem de daha sonraki Yer Sistemi metabolizması kavramının temelini oluşturan metabolizma kavramına dayanmaktadır.[37]
İnsan toplumu, üretim ölçeği nedeniyle Yer Sistemi değişiminde birincil güç olarak ortaya çıkıp Antroposen Çağı’nı başlattığında, bir Antroposen yok oluş olayında endüstriyel uygarlığın çöküşü dışında bu durum değiştirilemez hale gelir. Hoşunuza gitsin ya da gitmesin, endüstriyel insanlık artık Yer Sistemi üzerindeki etkilerini sınırlamak ve kontrol etmekten, kendi yok oluşunun pahasına, kalıcı olarak sorumludur. Bununla birlikte, yirminci yüzyılın ortalarında kapitalizm gezegensel bir ekolojik yarılmayı başlattıysa da, insan metabolizmasının doğayla birlikte, doğal yasalara uygun olarak, maddi eşitliğe ve ekolojik sürdürülebilirliğe adanmış bir toplumda dönüştürülmesi olasılığı hala devam etmektedir.
Analizini materyalist diyalektiğe dayandıran Soriano, 2020 yılında Geologica Acta‘da, mevcut jeolojik çağ olan Meghalayan’ı (Holosen Çağının son dönemi) takip eden Antroposen’in ilk jeolojik çağının, kapitalizmin şu anda tüm Yer Sistemi üzerinde oynadığı ve insanlık için bir yaşanabilirlik krizi yaratan yıkıcı ilişkinin tanınması amacıyla Kapitalyen olarak adlandırılmasını önermiştir.[38] Kapitalyen Dönem, mevcut Antroposen krizinin arkasında kapitalist üretim tarzının yattığı gerçeğini ifade etmektedir. Çevre sosyologları da kısa bir süre sonra bağımsız olarak benzer bir öneride bulunarak, Antroposen Çağının ortaya çıkışıyla bağlantılı yeni jeolojik dönemin Kapitalyen olarak adlandırılması gerektiğini ve insanlığın artık zorunlu olarak çabalaması gereken gelecek jeolojik dönemin- gezegensel acil durumu aşan yeni bir iklim karakteristiği getirerek -topluluk, koman ve müştereklerle bağlantılı olarak-Komünyen olarak adlandırılması gerektiğini öne sürdüler.[39] Engels’e göre jeolojik tarihin tamamı, bugünün Yer Sistemi krizine yol açan “olumsuzlayıcı olumsuzlamalardan” oluşuyorsa, şimdi önümüzde kapitalizmin bizi sürüklediği insan toplumunun maddi koşullarının olumsuzlanması ya da kapitalist üretim tarzının (ve dolayısıyla mevcut Kapitalist/Kapitalyen Dönemin olumsuzlanması arasında bir seçim var. Bu koşullarda esas olan, insanlığın ve yeryüzünün yenilenmiş, gelişmiş ve sürdürülebilir bir metabolizmasını somutlaştıran yeni, toplumsal olarak dolayımlanmış bir jeolojik Komünyen Döneminin (olumsuzlamanın olumsuzlanması) yaratılmasıdır.
Engels’e göre diyalektik, etkileşimi, çelişkiyi ve belirimciliği kapsıyordu ve maddi şeylerin ve hareketin (madde ve enerji) evrimleşen bütünlüğünün tüm varoluş için geçerli olan genel bir ifadesiydi. Bu bakış açısıyla, etrafımızdaki maddi dünyayı daha iyi anlamak mümkündü ve bu da bilimsel bir sosyalizmin temelini oluşturuyordu. Geçmişte, Engels’in doğanın diyalektiğine yaptığı atılımlarla ilgili Marksist çalışmalar sadece Engels’in genel görüşlerinin reddi ya da kabulü meselesine odaklanmış, bu görüşlerin praksis felsefesi açısından önemini keşfetmeye yönelik daha olumlu meydan okumayı dışarıda bırakmıştır. Bugün, bu bayat tartışmanın ötesine geçerek, Marksizmin bilim ve materyalist felsefe içinde ihmal edilen ikinci temeli doğrultusunda, doğanın diyalektiğinin çağımızı anlamak için yeni kavrayışlar ve yöntemler sunduğunu, tam da bu yaklaşımın praksis ekolojisinde ortaya çıkan büyük uçurum arasında köprü kuran birleşik bir yaklaşım olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Soriano’nun ifade ettiği gibi, bugün “çoğu doğa bilimi” – “kendiliğinden” ve tam olarak farkında olmadan da olsa- “Yer Sisteminin ve Antroposen krizinin doğal yönünü anlamada diyalektik ve materyalist bir epistemik bakış açısına sahiptir. Ancak sorunun sosyal yönüne bakıldığında, çoğu doğa bilimcinin benimsediği epistemik görüş, ana akım liberal sosyal bilim ve felsefeye boyun eğerek pozitivist ve idealist bir görüşe dönüşmektedir.”[40] Bu arada, sözde Batılı Marksist gelenek, diyalektik kavramına tutunmakla birlikte, bunu yalnızca insan tarihsel alanının özdeş özne-nesnesiyle ilgili yollarla uygulamıştır. Buradaki eğilim, doğa ile diyalektik arasında hiçbir ilişki görmezken, doğa bilimini öncelikle pozitivist olarak tasvir etmek olmuştur. Bu şekilde, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerdeki diyalektik düşüncenin iki alanı ayrı kalmış ve bilim olarak akla dayalı birleşik bir praksis imkansız hale gelmiştir. Bu durum ancak Marksizmin burjuva ekonomi politiğinin eleştirisindeki ilk temeli ile mekanistik bilimin eleştirisindeki ikinci temelinin yeniden birleştirilmesiyle aşılabilir.
Engels’in geleneğinde yazan Soriano şöyle der: “Doğa da diyalektiktir ve Doğanın diyalektiği yalnızca teorik bir kurgu değil, yalnızca Doğa özünde öyle olduğu için mümkün olan bir kurgudur. Aksi takdirde, her türlü ampirik algının nihai kaynağı olan incelenen nesnede henüz yoksa, diyalektiği ‘inşa etmek’ nasıl mümkün olabilir?”[41] Bugün, doğanın diyalektiği toplumun diyalektiğiyle, ekonomi politiğin eleştirisi kapitalizmin ekolojik eleştirisiyle yeniden birleştirilmelidir. Bu, Marksizmin ikinci temeline praksis felsefesinde merkezi bir yer verilmesini gerektirir. İnsanın yeryüzüyle olan ilişkisi bir dengede durmaktadır.
Ek yazı: Engels Metabolizma Konusunda Marx’tan Koptu mu?
Kohei Saito’nun Cambridge University Press tarafından 2023 yılında yayımlanan Marx in Anthropocene: Toward the Idea of Degrowth Communism (Antroposen’de Marx: Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru) adlı önemli çalışması, Engels’in Marx’ın toplumsal metabolizma analizinden temelde ayrılıp ayrılmadığı gibi kritik bir soruyu gündeme getirmiştir.[42] Saito, Engels’in Kapital‘in üçüncü cildini düzenlerken, Marx’ın 1864-1865 Ekonomik El Yazması‘ndaki orijinal taslaktan “doğal” sıfatını ve dolayısıyla Marx’ın “onarılamaz yarık” hakkındaki pasajından “doğal metabolizma” terimini çıkardığını iddia etmektedir.[43] Bu, daha sonra Engels’in “Liebig’in metabolizma kavramını reddettiği” iddiasına dair bir eleştiri ile desteklenmektedir. Bu temellere dayanarak Saito, Engels’in Marx’ın toplumsal metabolizma/metabolik yarık argümanının bastırılmasından büyük ölçüde sorumlu olduğunu, “Marx’ın ekolojisinin görünmez kılınmasına” yardımcı olduğunu ve bunun daha sonraki Marksist teori için feci etkileri olduğunu savunmaktadır. Engels’in bu konudaki davranışının nedeni, doğanın diyalektiği kavramının Marx’ın toplumsal-metabolik analiziyle doğrudan çelişen bir doğa/doğa bilimi yaklaşımını temsil etmesidir. Marx ve Engels’in diyalektik ve ekoloji yaklaşımları arasındaki “tam da bu farktan dolayı”, “metabolizma kavramının ve ekolojik imalarının 20. yüzyıl boyunca marjinalleştirildiği” söylenmektedir.[44]
“Doğal metabolizma” teriminin Engels’in Kapital‘in 3. cildinin baskısındaki “onarılamaz yarık” pasajında yer almadığı doğrudur. (Aynı terim Ben Fowkes’un Marx’ın 1864-1865 Ekonomik El Yazması’nın 3. cildinin orijinal el yazmasının İngilizce çevirisinde de yer almamaktadır). Dolayısıyla, Engels’in Kapital’in üçüncü cildinin baskısında aktarıldığı gibi, kapitalizmin “yaşamın doğal yasaları tarafından öngörülen bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın birbirine bağlı sürecinde onarılamaz bir yarılmaya” yol açması yerine, aynı pasaj Saito’nun çevirisinde şöyle okunmalıdır: “Toplumsal metabolizma ile toprağın doğal yasalarının öngördüğü doğal metabolizma arasındaki karşılıklı bağımlı süreçte onarılamaz bir yarık.” (“Toprağın doğal yasaları tarafından öngörülen toplumsal ve doğal metabolizma bağlamında onarılamaz bir yarık” şeklinde daha da gerçekçi bir çeviri yapılabilir.) Engels, Kapital‘in üçüncü cildini düzenlerken “doğal metabolizma” terimini çıkarmıştır ancak “doğal” kelimesi cümlenin geri kalanında hala yer almaktadır. Saito’ya göre bu çıkarma, Marx ve Engels arasında metabolizma kavramına ilişkin “derin bir metodolojik farklılığı” yansıtmaktadır.[45]
Ancak yakından incelendiğinde, “doğal metabolizma” ifadesinin çıkarılmasının Marx’ın orijinal pasajının anlamını büyük ölçüde değiştirdiği tartışmalıdır – kesinlikle bu konuda önemli bir sorun yaratacak kadar değil. Her ne kadar Marx tamamlanmamış orijinal taslağında “toplumsal ve doğal metabolizma”dan bahsederken “doğal metabolizma” terimini kesinlikle kullanmış olsa da, burada belli bir laf kalabalığı söz konusudur. Doğal metabolizma kavramı Marx’ın tüm materyalist yaklaşımı için temeldir ve insanlığın Marx’ın “doğanın evrensel metabolizması” dediği şeyle ilişkisine aracılık eden “toplumsal metabolizma” kavramının kendisinde zaten varsayılmaktadır.[46] Marx için toplumsal metabolizma, doğanın evrensel metabolizmasıyla (emek ve üretim süreci aracılığıyla) özel olarak insan ilişkisinden başka bir şey değildir. Dahası, “doğal metabolizma” kelimeleri olmadan bile, pasaj “toplumsal metabolizmanın birbirine bağlı sürecindeki onarılamaz yarığın”, “yaşamın doğal yasalarını [toprağı]” ihlal ettiğini gösterir ki bu da doğanın evrensel metabolizmasından bir kopuşa işaret eder. “Doğal” kelimesinin ve dolayısıyla “doğal metabolizma” teriminin çıkarılması, ortaya konan temel noktayı değiştirmez. Saito, Engels’in versiyonunda kaybolan şeyin Marx’ın ikinci dereceden aracılığı ya da yabancılaşmış aracılığı olduğunu söyler.[47] Ancak bu da sorunludur çünkü Kapital‘in üçüncü cildinde yer aldığı şekliyle pasajın bağlamı, toplumsal metabolizmada bir yarık, yani yabancılaşmış kapitalist üretimin bir sonucu olarak insanlığın ve doğanın toplumsal-metabolik aracılığının bozulmasıdır.
Saito, Engels’in Marx’ın “onarılamaz yarık” pasajını düzenlemesindeki eksik terim üzerine filolojik argümanını, Engels’in “Liebig’in metabolizma teorisinin bir eleştirisini” geliştirdiği ek suçlamasıyla desteklemektedir.[48] Ancak, bu “eleştirinin” kanıtı Engels’in yazılarında hiçbir yerde bulunmamaktadır. Aslında Saito’nun kendisi de Engels’in kaleminden Liebig’in metabolizma üzerine böyle bir eleştirisinin çıktığına dair tek bir cümle bile sunamamaktadır. Bunun yerine, Engels’in Doğanın Diyalektiği‘nde, Darwin’in evrim teorisini ve yaşamın ezelden beri var olduğu hipotezini reddetmesi de dahil olmak üzere, Liebig’in vitalizmine yönelik oldukça farklı eleştirilerini vurgulamaya başvurmaktadır. Saito, Engels’in Liebig’e bu konuda yönelttiği eleştirilerden mantıksız bir şekilde, Engels’in Liebig’in biyolojideki vitalist ve evrim karşıtı kavramlarına itiraz ettiği için, Liebig’in kimyasında metabolizma kavramını kullanmasına da itiraz etmiş olması gerektiği sonucunu çıkarmaktadır. Bununla birlikte, Liebig biyolojide bir “özengen” ve aynı zamanda kimyada önde gelen bir bilim insanıydı. Bu, Engels’in vurguladığı bir ayrım. Saito’nun buradaki eleştirisini daha da sorunlu kılan şey, Engels’in kendi yazılarında -Marx gibi bu bağlamda Stoffwechsel (metabolizma) kelimesini kullanmayı tercih etmemiş olsa da- Liebig’in toprak metabolizmasındaki yarık analizinden defalarca yararlanmış olmasıdır.[49]
Ancak Engels’in Liebig’in metabolizma kavramını sözde “reddettiğine” dair kanıt bulmaya çalışan Saito’nun karşılaştığı daha derin bir teorik sorun, Liebig’in metabolizma kavramını kullanırken doğa bilimlerindeki metabolizma kavramına atıfta bulunmasıdır. Liebig, Marx örneğinde olduğu gibi, toplumsal metabolizma kategorisini geliştirmemiştir. Engels’in bu bağlamda Liebig’in kavramını reddettiğini söylemek, onun doğal metabolizma kavramını reddettiğini iddia etmek anlamına gelir, ki Engels de on dokuzuncu yüzyılın önemli bir savunucusudur. Metabolizma kavramı on dokuzuncu yüzyılın başlarında Alman hücre biyolojisinde ortaya çıkmış ve Liebig’in yüzyılın ortalarında tarımsal kimya alanında yazdığı yazılarda geniş bir şekilde kullanılmıştır.[50] Bu anlamda metabolizma, Engels’in yaşamın kökeninin anahtarı olarak metabolizma (ve proteinler) üzerine yaptığı ünlü analiz de dahil olmak üzere pek çok kez kullandığı bir kavramdır.[51] Gerçekten de Stoffwechsel kavramı, Engels’i (Liebig ve Marx’ın yanı sıra) güçlü bir şekilde etkileyen Julius Robert Mayer’in “The Motions of Organisms and their Relation to Metabolism” (Organizmaların Hareketi ve Metabolizma ile İlişkileri) (1845) adlı eserinde termodinamiğin birinci yasasının geliştirilmesinde merkezi bir rol oynamıştır.[52]
Tüm bunlar, doğa diyalektiği perspektifi tarafından engellendiği varsayılan Engels’in, Marx’ın “onarılamaz yarık” pasajına “doğal metabolizma”yı dahil etmesinin önemini takdir edemediği iddiasını daha da kargaşaya sürüklüyor. Saito bize, bu başarısızlık nedeniyle Engels’in doğal metabolizma terimini “kasıtlı olarak” sildiğini, Marx’ın temel ekolojik eleştirisini etkili bir şekilde “marjinalleştirdiğini” ve “görünmez” hale getirdiğini ve böylece “bastırıldığını” söylüyor.[53] Ancak burada Saito, kesinlikle zamanının en bilgili figürlerinden biri olan Engels’in, çok derin bir takdir gösterdiği bir kavram olan doğanın metabolizması konusunda tekrar tekrar yazdığı rahatsız edici gerçeği ile karşı karşıya kalıyor.[54] Dahası, Engels’in Kapital’in üçüncü cildinin baskısı, “doğal metabolizma” kavramını bastırmak şöyle dursun, Marx’ın orijinal metninde kullandığı başka yerlerde de bu kavrama yer vermektedir.[55]
Saito’nun buradaki tüm argümanının arkasında, Batı Marksist felsefe geleneği içerisinde Engels’in doğa diyalektiğinin daha geniş materyalizmiyle, Marx’ın kendi tarihsel materyalizmine karşıt olduğu fikrini pekiştirme çabası yatmaktadır. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in ekolojik analizlerinin nasıl birbirini tamamladığına ve güçlendirdiğine bakmak yerine, ikisi arasında Engels’in doğa diyalektiğinden kaynaklanan ve Engels’in Marx’ın ekolojisiyle arasına mesafe koymasına neden olduğu varsayılan teorik bir kopuş olduğu fikri bize sunulmaktadır. Ancak Saito, tartışması sırasında Engels tarafından geliştirilen doğa diyalektiğinin aslında Marx’ın ekolojisiyle çeliştiğini göstermenin tatmin edici bir yolunu bulamıyor. Bu nedenle, Engels’in Dünya tarihine yaklaşımının, insan dışı doğayı ele alırken pozitivist doğa bilimi tarzında insan tarihini aştığı için “tarih ötesi” olduğunu iddia etmekle yetiniyor.[56] Ancak, analizini yalnızca insan tarihiyle sınırlandırsaydı, yani insan dünyasını aşma anlamında tarih ötesi olmasaydı, ne tür bir doğa bilimi olurdu diye merak ediyor insan. Toplumsal varlığımızın doğa anlayışımızı etkilediği açıktır; Engels de Marx gibi bunu vurgulamıştır. Ancak bilim zorunlu olarak insanın ötesindeki alanlarla ilgilenir.[57] Şüphesiz, insanlık tarihinin ötesine uzanan bir Yeryüzü tarihi analizi Marx’ın kendi düşüncesiyle çelişmiyordu, çünkü Marx insan varoluşundan önceki jeolojik zaman içinde paleontolojik gelişmelere derin bir hayranlık duyuyordu.[58]
Engels ayrıca Saito tarafından, doğanın “intikamı” metaforunu kullanması ve insanların gezegensel ölçekte varoluş koşullarının altını oyabilecekleri fikriyle Marx’tan daha “apokaliptik” bir ekolojik kriz teorisi geliştirdiği için eleştirilmektedir.[59] Engels uzak bir gelecekte insanların yok olacağını bile düşünmektedir. Saito bu tür görüşleri, Marx’ın metabolik yarılma teorisindeki kıyametçi olmayan ekolojik anlayışlarına karşılık Engels’in doğanın diyalektiğine ilişkin “kıyametçi” anlayışına bağlamaktadır. Ancak Engels’in, yirmi birinci yüzyılın bakış açısından, dünya genelinde insan eliyle yaratılan ekolojik krizin gerçekliğini kavradığı için takdir edilmesi gerekir! Bu, Marx’ın metabolik yarık teorisiyle de hiçbir şekilde çelişmemektedir; bu teorinin günümüzdeki geçerliliği esas olarak Yer Sistemi kriziyle ilgilidir.[60]
Saito’nun doğanın diyalektiği konusunda Marx ve Engels arasında bir kopuş olduğu fikrine ne kadar bağlı olduğu, iki düşünür arasında derin bir ekolojik bölünme olduğunu tasvir ettiği, Terrell Carver’ın Engels’in Anti-Dühring‘e yazdığı 1885 tarihli önsözde, bu çalışmanın çeşitli bölümlerini seri halinde yayınlanmadan önce Marx’a okuduğunu belirtirken büyük olasılıkla yalan söylediği yönündeki görüşünü doğrudan desteklemesinde görülebilir. Saito’nun kendi sözleriyle, Engels’in buradaki ifadesi “pek de inandırıcı değildir.”[61] Dolayısıyla, Engels’in Marx’la bu konudaki etkileşimleri hakkında pekâlâ yalan söylemiş olabileceği ima edilmektedir. Engels’in karakterine ya da Marx’a ömür boyu sadakatine hiç uymayan böylesine önemli bir konuda yalan söylemiş olabileceğine inanmak için hiçbir dayanak bulunmaması, bu tür şüpheler ekenleri caydıracak gibi görünmüyor. Aslında, bu argümanın doğası Engels’in yalan söylemiş olması gerektiğidir çünkü aksi takdirde Marx’ın (Anti-Dühring‘e bir bölümle katkıda bulunmuştu) bu çalışmayı yayınlanmadan önce tamamen bildiği ve muhtemelen içeriğine katıldığı varsayılabilirdi. Bu da Marx ve Engels arasında temel bir kopuş olduğu fikrini zayıflatacaktır.[62]
Saito’nun metabolizma kavramıyla ilgili olarak Marx ve Engels arasında metodolojik bir kopuş yaratma girişimi de esasen aynı nedenlerle benzer bir biçim alır. Engels, Kapital‘in üçüncü cildini düzenlerken “doğal metabolizma” terimini (ve bununla birlikte metabolik yarığın önemini) kasıtlı olarak bastırmaktan sorumlu olmalıdır çünkü aksi takdirde Marx ve Engels’in ekoloji üzerine yazılarının tamamlayıcılığına dair fikirler, Saito’nun “Marx, Engels’in peşinde olduğu materyalist diyalektik projesini hiçbir zaman gerçekten benimsemedi “[63] iddiasıyla çelişerek günü kurtarabilirdi.
Yine de, Saito’nun Marx ve Engels arasında metodolojik bir kopuş olduğuna dair tüm sözde kanıtının, tek bir pasajda “metabolizma”dan önce gelen ve önemi son derece tartışmalı küçük bir değişiklik teşkil eden tek bir terimin, “doğal” kelimesinin yokluğuna dayanması, böyle bir kopuşa dair herhangi bir maddi kanıtın tamamen yokluğuna işaret etmektedir. Marx ve Engels’i metabolizma ve ekoloji konusunda böyle bir temelde ayırmak yersizdir. Gerçek şu ki, Engels 1868 tarihli Kapital’in Sinopsisi dışında Marx’ın “toplumsal metabolizma” kavramını doğrudan kullanmamış ya da Marx’ın bu konudaki analizini geliştirmemiş olsa da, bakış açısının bu alanda Marx’ınkiyle çeliştiğine dair hiçbir gösterge yoktur.[64]
Marx’ın metabolik yarık teorisi bu yüzyıldan önce Marksistler arasında daha iyi bilinmiyorsa, bunun Engels’in Marx’ın fikirlerini bastırdığı iddiasıyla hiçbir ilgisi yoktur, ki bu iddianın somut bir temeli yoktur. Daha ziyade, metabolizma kavramının Marx’ın çalışmalarının derin yapısına gömülü olduğu ve bu nedenle genellikle göz ardı edildiği, bu konuda yazdıklarının büyük bir kısmının eksik olduğu ve ancak sonraki yıllarında geliştirildiği gerçeğiyle ilgiliydir. Daha da önemlisi, Rosa Luxemburg’un da vurguladığı gibi, Marx’ın biliminin çoğu sosyalist hareketin çok ilerisindeydi ve ancak yeni sorunlar ortaya çıktıkça ele alınacaktı.[65] Marx’ın metabolik yarık teorisinin yeniden keşfedilmesine ve yeniden inşa edilmesine yol açan, Marx’ın ölümünden bir yüzyıl sonra ekososyalizmin gelişmesiydi, tersi değil. Marx’ın ekolojik argümanının bu şekilde ortaya çıkarılması, Engels’in çalışmalarıyla birlikte doğa bilimleri ve materyalist felsefe içindeki sonraki sosyalist ekolojik analizler üzerinde yarattığı önemli (biraz dolaylı da olsa) etkiyle kısmen mümkün olmuştur.[66]
Sol içindeki eski bölünmeleri devam ettirmek yerine, bugün Marx’ın toplumsal metabolizma argümanını, Engels’in doğa diyalektiği ile bir araya getirmek ve bu analizleri bütünsel olarak ilişkili görmek gerekmektedir. Amaç, Marksist düşüncenin birinci ve ikinci temellerini birleştirerek, yirmi birinci yüzyılda devrimci bir ekososyalist praksisin temel zemini olarak kapitalist üretim tarzının eleştirisi için daha geniş bir maddi temel sağlamak olmalıdır.
NOTLAR
[1] John Bellamy Foster, The Return of Nature (New York: Monthly Review Press, 2020), 7 vurgu eklenmiştir. “Marksist ekolojik düşüncenin ikinci temeline” yapılan atıf ilk kez yirmi yıl önce Marx’s Ecology (Marx’ın Ekolojisi)’nde ortaya konmuştur. Bkz: John Bellamy Foster, Marx’s Ecology (New York: Monthly Review Press, 2000), 250.
[2] Batı Marksizmi bu konudaki çıkış noktasını Georg Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde Engels’in doğanın diyalektiğine ilişkin açıklamasından duyduğu memnuniyetsizliği belirttiği kısa dipnottan almıştır. Yine de, Lukács’ın daha sonra birçok kez belirttiği ve Tarih ve Sınıf Bilinci metninin kendisinin de kanıtladığı gibi, aslında “doğanın salt nesnel diyalektiğini” reddetmemiştir. Yine de düşüncesinin bu yöndeki çarpıtmaları baskın olmaya devam etmektedir. Ünlü Tailism elyazmasının çevirisinde bu durum, bölüm başlıklarından birinde orijinal Almancada “Doğada Diyalektik” olarak geçen ifadeyi yanlışlıkla “Doğanın Diyalektiği” olarak çevirecek kadar ileri gitmiştir Bkz: Georg Lukács, History and Class Consciousness (Londra: Merlin, 1971), 24, 207; Georg Lukács, A Defence of History and Class Consciousness: Tailism and the Dialectic (Londra: Verso, 2000), 94, 102-7; Kaan Kangal, “Engels’ Intentions in Dialectics of Nature,” Science and Society 83, no. 2 (2019): 218; Foster, The Return of Nature, 16-21.
[3] Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, cilt 25 (New York: International Publishers, 1975), 463-64
[4] Karl Marx, Capital, cilt 1 (Londra: Penguin, 1976), 279.
[5] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 30, 54-66.
[6] Karl Marx, Early Writings (Londra: Penguin, 1974), 389-90; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 5, 28.
[7] Clive Hamilton ve Jacques Grinevald, “Was the Anthropocene Anticipated?”, Anthropocene Review 2, no. 1 (2015): 67.
[8] Joseph Fracchia, Bodies and Artefacts, cilt 1 (Boston: Brill, 2022), 3.
[9] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 545.
[10] Karl Marx, Early Writings, 398.
[11] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 24, 301; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 633; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 41, 232, 246; Foster, Marx’s Ecology, 197, 291; Foster, The Return of Nature, 251-58.
[12] Foster, Marx’s Ecology, 212-21.
[13] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 340; Georg Lukács, The Destruction of Reason (Londra: Merlin Press, 1980), 403-8.
[14] “Diyalektik organikçilik” üzerine bakınız Joseph Needham, Moulds of Understanding (Londra: George Allen and Unwin, 1976), 278.
[15] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 24, 301; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 23-27, 633; John Bellamy Foster, The Return of Nature, 254.
[16] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 26-27, 363, 593, 633.
[17] Diyalektik ve bütünleşik düzeyler üzerine bakınız Joseph Needham, Time: The Refreshing River (Londra: George Allan and Unwin, 1943), 233-72; Jean-Pierre Vigier, “Dialectics and Natural Science,” Existentialism Versus Marxism içinde, ed. George Novack (New York: Dell, 1966), 243-57.
[18] Bertell Ollman, Dance of the Dialectic (Urbana: University of Illinois Press, 2003), 11; John Bellamy Foster, Capitalism in the Anthropocene (New York: Monthly Review Press, 2022), 304-8; Craig Dilworth, “Principles, Laws, Theories, and the Metaphysics of Science,” Synthese 101, no. 2 (1994): 223-47; Richard Levins ve Richard Lewontin, The Dialectical Biologist (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1985), 268.
[19] Marksist diyalektik düşüncenin bir özelliği de olumsuzlamanın olumsuzlanmasını ya da gelişim, evrim ve belirimciliği küçümsemek olmuştur. Bu, Ollman’ın “diyalektik araştırmanın” “dört tür ilişkiyle” sınırlandırıldığı etkili çalışmasında görülebilir: özdeşlik/farklılık, karşıtların iç içe geçmesi, nicelik/nitelik ve çelişki.” Ollman, Dance of the Dialectic, 15. Marx ve “bilimsel sosyalizm” üzerine bkz: Foster, The Return of Nature, 253. Bu durum Sovyet Marksizmi için daha da geçerliydi. Frederick Copleston’ın belirttiği gibi: “Stalin’in zamanında, elbette, olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası sessizlik içinde geçiştirildi.” Frederick C. Copleston, Philosophy in Russia (Notre Dame, Indiana: University of Notre Dame Press, 1986), 327.
[20] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 82, 326.
[21] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 126, 324-25.
[22] Stephen Jay Gould, The Structure of Evolutionary Theory (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2002), 479-92; Stephen Jay Gould, Time’s Arrow, Time’s Cycle (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1987), 112-15, 133-34; Stephen Jay Gould, Hen’s Teeth and Horse’s Toes (New York: W. W. Norton, 1980), 97-105; Richard York ve Brett Clark, The Science and Humanism of Stephen Jay Gould (New York: Monthly Review Press, 2011), 21, 28, 40-42.
[23] Bkz: Helena Sheehan, Marxism and the Philosophy of Science (Atlantic Highlands: Humanities Press, 1985); Foster, The Return of Nature, 358-530.
[24] I. Lenin, Collected Works, cilt 14 (Moskova: Progress Publishers, 1977).
[25] Sebastiano Timpanaro, materyalizmi terk ettiği için Batı Marksizmine güçlü bir eleştiri getirmiş, ancak doğanın diyalektiğini de reddettiği için, analizi – tüm ihtişamına rağmen – kendi koyduğu sınırlamaların üstesinden gelememiştir. Sebastiano Timpanaro, On Materialism (Londra: Verso, 1975).
[26] Eleştirel teorinin, sığ materyalizmi ve doğanın diyalektiğini reddetmesi nedeniyle, anlamlı bir ekolojik analiz sunmadaki yetersizliği, klasik eleştirel teorinin ekolojiye katkılarını, özellikle de Adorno’nun katkılarını tanıtmaya çalışan ve aynı zamanda “klasik Frankfurt Okulu eleştirel teorisyenlerinin doğa bilimi veya ekoloji ile neredeyse hiç ilgilenmediklerini” kabul eden yakın tarihli bir çalışmada açıkça görülmektedir. Carl Cassegård, Toward a Critical Theory of Nature (Londra: Bloomsbury, 2021), 118.
[27] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 460-62. Engels, ekolojik felaketleri öngörüsüz, “öngörülemeyen” ve “uzak doğal sonuçlara” ve yalnızca anlık kazanca adanmış bir üretim sisteminin zorunlu yan ürünlerine bağlamıştır. Curtis White, Barbar Yürek kitabının “Dışsallığın İntikamı” başlıklı bölümünde, bu tür “istenmeyen sonuçların” kapitalist iktisatta dışsallıklar olarak ele alındığını ve kapitalizmin başına bela olanın doğal süreçler karşısında bu dışsallıklar olduğunu açıklamaktadır. Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 461-62; Curtis White, The Barbaric Heart (Londra: Routledge, 2009), 89-107.
[28] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 313, vurgu eklenmiştir.
[29] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 461.
[30] Ray Lankester, The Kingdom of Man (New York: Henry Holt and Co., 1911).
[31] Lankester’in insan evrimi anlayışı, ele yaptığı vurguyla Darwin ya da Ernst Haeckel’den çok Engels’in “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Oynadığı Rol” adlı kitabına yakındır. Bkz: E. Ray Lankester, Diversions of a Naturalist (Freeport, New York: Books for Libraries Press, 1915), 243-44.
[32] Lankester, The Kingdom of Man, 1-4, 26, 31-33, 184-89.
[33] Lankester, Science from an Easy Chair (New York: Henry Holt and Co., 1913), 365-79.
[34] Carles Soriano, “Anthropocene, Capitalocene, and Other ‘-Cenes,'” Monthly Review 74, no. 6 (Kasım 2022): 1-28.
[35] I. Vernadsky, The Biosphere (New York: Springer-Verlag, 1998); E. V. Shantser, “The Anthropogenic System (Period),” in The Great Soviet Encyclopedia, vol. 2 (New York: Macmillan, 1973): 139-44; V. I. Vernadsky, “Some Words About the Noösphere,” 150 Years of Vernadsky içinde, cilt 2 (Washington, DC: 21st Century Science Associates, 2014), 82. Antropojen ilk olarak Sovyetler Birliği’nde, günümüzde Kuvaterner olarak bilinen jeolojik dönemi tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır.
[36] Rachel Carson, Lost Woods (Boston: Beacon, 1998), 227-45; Barry Commoner, The Closing Circle (New York: Bantam, 1971), 60-61, 117, 138-45; Foster, The Return of Nature, 502-13; John Bellamy Foster ve Brett Clark, “Rachel Carson’s Ecological Critique,” Monthly Review 59, no. 9 (Şubat 2008): 1-17.
[37] A. O. Tansley, “The Use and Abuse of Vegetational Concepts and Terms,” Ecology 18, no. 3 (Temmuz 1935): 284-307. Tansley, ekosistem kavramını geliştirirken büyük ölçüde Marksist matematikçi Hyman Levy’nin sistem teorisine dayanmıştır. Bkz: Hyman Levy, The Universe of Science (Londra: Watts and Co., 1932).
[38] Carles Soriano, “On the Anthropocene Formalization and the Report of the Anthropocene Working Group,” Geologica Acta 18, no. 6 (2020): 1-10.
[39] John Bellamy Foster ve Brett Clark, “The Capitalinian: The First Geological Age of the Anthropocene (Antroposenin İlk Jeolojik Çağı),” Monthly Review 73, no. 4 (Eylül 2021): 1-16.
[40] Carles Soriano, “Epistemological Limitations of Earth System Science to Confront the Anthropocene Crisis,” Anthropocene Review 9, no. 1 (2020): 112, 122, Soriano, “Anthropocene, Capitalocene, and Other ‘-Cenes,'” 14.
[41] Soriano, “Epistemological Limitations of Earth System Science,” 121.
[42] Kohei Saito, Antroposen’de Marx: Towards the Idea of Degrowth Communism (Cambridge: Cambridge University Press, 2023), 53-55.
[43] Marx’ın orijinal Almancasında ve Engels’in Kapital‘in üçüncü cildinin baskısında, İngilizce çeviride tek bir cümle olarak sunulan şey aslında çok daha uzun bir cümlenin sadece bir bölümüdür ve bütün bir paragrafı kaplar. Bu nedenle, buradaki tartışmada “cümle” yerine “pasaj” terimi kullanılmaktadır, özellikle de tartışılan ana konu İngilizce baskıda bile bir cümlenin sadece bir kısmıyla ilgili olduğu için.
[44] Saito, Marx in the Anthropocene, 45, 67-68.
[45] Karl Marx, Marx-Engels Gesamtausgabe (MEGA), II/4.2 (Berlin: Akademie Verlag, 1992), 753; Karl Marx ve Friedrich Engels, Werke, Band 25 (Berlin: Dietz Verlag, 1964), 822; Saito, Marx in the Anthropocene, 53-55, 70; Karl Marx, Capital, cilt 3 (Londra: Penguin, 1981), 949; Karl Marx, Economic Manuscript of 1864-1865 (Boston: Brill, 2016), 797-98. Saito ayrıca Engels’in Kapital’in 3. cildinin baskısında tartışmalı cümlenin sonunda “toprak” yerine yanlışlıkla “yaşam” kelimesinin kullanıldığına dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, her iki terim de bu özel bağlamda esasen aynı geniş anlamı ifade ederken, “toprak” Engels’in 3. cilt baskısında ve Marx’ın orijinal el yazmasında da takip eden cümlede yer almaktadır. Saito’nun kendisi bu tutarsızlığın muhtemelen Marx’ın Boden ve Leben kelimelerinin neredeyse aynı göründüğü kötü el yazısından kaynaklandığını söylemiştir. Yine de, dipnotunda bunun Marx’ın kötü el yazısının bir sonucu olabileceğini kabul etmesine rağmen, metninde Engels’i “yaşam” terimini değiştirdiği için eleştirir ve Engels’in bu değişikliği Marx’ın cümlesini Engels’in doğanın “intikamı” kavramıyla daha uyumlu hale getirmek için yaptığını iddia eder. Yazım sorunu ve Saito’nun “toprak” yerine “yaşam” ifadesinin kullanılmasının teorik önemine ilişkin iddialarının son derece sorunlu doğası göz önüne alındığında, tüm bu mesele mevcut tartışmada bir kenara bırakılabilir. Saito, Marx in the Anthropocene, 56, 70.
[46] Foster, Capitalism in the Anthropocene, 41-61; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 30, 54-66.
[47] Antroposen’de Marx, 53. István Mészáros’un “ikinci dereceden aracılık” kavramı hakkında bakınız John Bellamy Foster, “Foreword”, István Mészáros, The Necessity of Social Control (New York: Monthly Review Press, 2015), 16. Marx’ın yabancılaşmış dolayım kavramı hakkında bkz. Marx, Early Writings, 261.
[48] Saito, Marx in the Anthropocene, 45.
[49] Saito, Marx in the Anthropocene, 56-57; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 574-76; Justus von Liebig, Familiar Letters on Chemistry, in Its Relations to Physiology, Dietetics, Agriculture, Commerce, and Political Economy, dördüncü baskı (Londra: Walton and Maberly, 1859), 283-86; John Farley, “The Spontaneous Generation Controversy (1859-1880),” Journal of the History of Biology 5, no. 2 (1972): 317; Frederick Engels, The Housing Question (Moskova: Progress Publishers, 1979), 92-93.
[50] Franklin C. Bing, “The History of the Word Metabolism,” Journal of the History of Medicine and Allied Sciences 26, no. 2 (Nisan 1971): 158-80.
[51] Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 578; J. D. Bernal, The Freedom of Necessity (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1949), 363-64; Foster, The Return of Nature, 414; Saito, Marx in the Anthropocene, 56-57.
[52] Julius Robert Mayer, “The Motions of Organisms and Their Relation to Metabolism,” Julius Robert Mayer: Prophet of Energy, ed. Robert B. Lindsey (New York: Pergamon, 1973), 75-145; Kenneth Caneva, Robert Mayer and the Conservation of Energy (Princeton: Princeton University Press, 1993), 117; Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 688.
[53] Saito, Marx in the Anthropocene, 45, 53.
[54] Foster, The Return of Nature, 414.
[55] Marx, Kapital, cilt 3, 195, 949, 954.
[56] Saito, Marx in the Anthropocene, 59, 67.
[57] Saito, Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde doğanın evrensel metabolizmasının diyalektik bilgisinin temeli olarak bilimsel deneyin geçerliliğine yönelik eleştirisine işaret eder ve bunun Lukács’ın Engels’in doğa diyalektiğini reddetmesinin temelini oluşturduğunu söyler. Ancak Saito, Lukács’ın daha sonra 1967’de kitabına yazdığı önsözde bu noktadan çark ettiğini not etmiyor. Lukács, History and Class Consciousness, xix; Saito, Marx in the Anthropocene, 85.
[58] Marx ve Engels, Marx-Engels Gesamtasugabe (MEGA) IV/26 (Berlin: Akademie Verlag, 2011), 214-19; Joseph Beete Jukes, Student’s Manual of Geology (Edinburgh: Adam and Charles Black, 1872), 476-512; Foster, Capitalism in the Anthropocene, 51, 270; John Bellamy Foster ve Brett Clark, The Robbery of Nature (New York: Monthly Review Press, 2020), 143; Saito, Marx in the Anthropocene, 65-67.
[59] Saito, Marx in the Anthropocene, 55, 59.
[60] Bu konuda bakınız John Bellamy Foster, Brett Clark ve Richard York, The Ecological Rift (New York: Monthly Review Press, 2010).
[61] Saito, Marx in the Anthropocene, 51; Terrell Carver, Marx and Engels: The Intellectual Relationship (Brighton: Wheatsheaf, 1983), 123-25; Foster, The Return of Nature, 584. Engels, el yazmasının tamamını Marx’a okuduğunu belirtmenin yanı sıra, “bu açıklamamın onun bilgisi olmadan yayınlanmaması gerektiği aramızda kendiliğinden anlaşılmıştı” demiştir. Marx ve Engels, Collected Works, cilt 25, 9.
[62] Garip bir şekilde Saito, argümanının başka bir yerinde, bu yazar ve diğerleri tarafından sunulan ve Marx’ın Engels’in Anti-Dühring’ine ne kadar dahil olduğuna ve onu ne kadar takdir ettiğine işaret eden kanıtlara atıfta bulunmaktadır. Bkz: Saito, Marx in the Anthropocene, 48, 241, 253.
[63] Saito, Marx in the Anthropocene, 67.
[64] Frederick Engels, On Capital (New York: International Publishers, 1937), 63.
[65] Rosa Luxemburg, Rosa Luxemburg Speaks (New York: Pathfinder, 1970), 111. Ek bir faktör de Stoffwechsel kelimesinin Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinin 1886 ve 1909’daki İngilizce çevirilerinde orijinal olarak “metabolizma” olarak değil, “maddenin dolaşımı” olarak çevrilmiş olmasıdır.
[66] Bkz: Foster, Marx’s Ecology, 21-65; Foster, The Return of Nature, 405.
Kaynak: https://monthlyreview.org/2023/06/01/engels-and-the-second-foundation-of-marxism/
MonthlyReview,2023, Cilt 75, Sayı 02 (Haziran 2023)