Bu yazı, Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar: Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak (NotaBene Yayınları, 2020) isimli kitabın bir bölümünün kısaltılmış hâlidir.
Eski Ahit’te Samson’un [bazı kaynaklarda Şimşon diye çevrilmiş] Filistinlilerden aldığı intikam anlatılır. Samson, Filistinli kayınpederi tarafından karısının bir başkasına verildiğini duyunca, kıra çıkıp üç yüz çakal (bazı kaynaklarda tilki) yakalar. Bunları kuyruklarından çifter çifter birbirine bağlar, attığı düğümün ortasına birer çıra yerleştirir, çıraları yakar ve çakalları Filistinlilerin tarlalarına salar. Bu şekilde demetleri, ekinleri, üzüm bağlarını ve zeytinlikleri yakmayı başarır. Bu yetmez, ardından kendisini öldürmeye gelen bin tane Filistinliyi bir eşeğin çene kemiğiyle öldürür (Yargıçlar, 15: 4-5, 15).
Bu ayetlerin kabul gören yaygın yorumu, inananların [Musevîlerin] her türlü güçlüğü yeneceği, en güçlü düşmanı bile alt edebileceği şeklindedir. Bu yolda hiç akla gelmeyecek araçlar bile (eşek kemiği, çakal), Tanrı’nın inayetiyle ölümcül hâle gelebilir, yani çok daha güçlü düşmanları yenmeye yarayabilir.
Fakat görüleceği üzere bu hikâyede yalnızca Filistinliler ve Samson yok. Arada kalmış üç yüz çakal silah hâline getiriliyor ve bunun sonucunda yanarak ölüyor. Denebilir ki hikâye mecazî, insanların ders çıkarması için anlatılmış. Ancak işin aslı, hayvanların silah yahut asker olarak kullanılması, tarihte sık rastlanan bir vaka ve günümüzde de devam ediyor. Bombardıman kelimesi bile, Yunanca arı demek olan bombos’tan geliyor. Çünkü eskiden düşmanın üstüne arı kovanları atılırdı (Lockwood 2010).
Bu yazıdaki amacım savaşların sadece insanla sınırlı tutulan anlatımlarını sorgulamak. Hayvanlar tarih boyunca savaşlarda çeşitli şekillerde yer aldılar. Fakat savaşlar kutsanırken de savaşlara karşı çıkılırken de genellikle insanla sınırlı çerçeve muhafaza ediliyor. Diğer varlıkların yaşamları ve ölümleri bu mevzuda da pek önem arz etmiyor. Peki bu varlıklar hesaba katıldığında, insan türünün hikâyedeki tek aktör/mağdur/gözlemci/değişken olmadığı kabul edildiğinde, tarih yazımında kullandığımız kategoriler, temel parametreler, ölçekler nasıl değişir? Aynen feminizmde olduğu gibi, maksat sadece bilindik tarihe paralel bir kadın/hayvan tarihi yazmak değil; böyle bir tarihi yazarken insan ve erkek sesleriyle dolu tarihin temel varsayımlarını, başarılarını, kategorilerini de sorgulamak.
Savaşan Hayvanlar
Hayvanların savaşlarda uzun süredir asker olarak kullanıldığını biliyoruz. Bunun sebebi illâ ki gözden çıkarılmalarının kolay olması, yani insanlardan aşağı görülmeleri değil. Hattâ aksine, pek çok durumda filler, atlar ve kimi köpekler insanlardan daha değerli görülmüş. Örneğin 15. yüzyılda Afrika’nın kuzeyinde bir atın karşılığında 7-8 köle almak mümkünmüş. Atın (ve kölenin) cinsine göre bu sayının 60’a kadar çıktığı olmuş (Wright 2007, s. 44). Hayvanlar, savaşan taraflara bambaşka hareket imkânları ve stratejik üstünlük sağlamışlar.
Savaşmak zorunda kalan hayvanlar arasında akla ilk olarak atlar ve filler geliyor. Atlar yaklaşık 5000 ilâ 7000 yıldır savaşlarda yer alıyorlar (Ramanathapillai 2015, s. 106). Bu süreçte sıkı bir eğitimden geçmiş olmaları gerekiyor. Kan kokusundan, sesten, kendilerine doğru koşmakta olan diğer varlıklardan kaçma eğilimine sahip olmalarına rağmen, bugün bambaşka şekillerde hareket edebiliyorlar. Helen medeniyetinden Çin’e, Orta Asya’dan Batı Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada ortaya çıkan imparatorlukların atlar sayesinde kurulduğunu söylemek yanlış olmaz. Napolyon’un Rus seferinde, Müslümanlığın yayılmasında, Moğol akınlarında, Haçlı Seferlerinde ve tarihin diğer pek çok dönüm noktasında atlar bilfiil yer aldılar. Güney Amerika’da az sayıdaki İspanyol istilacının Aztek ve İnkaları yenmesinde büyük rolleri oldu. (Diamond 1999). Hattâ atların hasta olduğu zamanlarda seferler ertelendi, iptal edildi. 791 yılında Şarlman’ın Avar ordularını durduramaması, çıkan salgın hastalığın atları etkilemesinden kaynaklandı (Morron 2015, s.64).
Keza filler de korkutuculukları ve yüksek mevzi sağlamaları sebebiyle cepheye sürüldü yahut lojistik amaçlı kullanıldı. Hindistan’da Sri Lanka’da, Burma’da, Kamboçya ve Tayland’da çok uzun bir dönem, filler orduların ayrılmaz parçası oldu. İskender’i Hindistan’da evvela bir fil birliği durdurmaya çalıştı (Ramanathapillai 2015, s. 104) Mısır Kralı II. Ptolemaios [MÖ. 284-246] fillerin yakalanması için Afrika’nın doğusunda büyük av partileri düzenledi, filleri taşımak için limanlar ve tersaneler inşa ettirdi; sınır boylarındaki diğer toplumlarla filler için savaşa girdi. Kral öldüğü zaman geriye binlerce filden oluşan bir ordu kaldı (Sorenson 2015, s. 20-22). Elbette filler kendi gönül rızalarıyla savaşlara dahil olmadı. Bunun için yavruyken filleri yakalamak, gerekirse sürünün yetişkinlerini öldürmek, aç ve susuz bırakarak, yeri geldiğinde döverek dirençlerini kırmak gerekti. Yaklaşık 60 yıl ömrü olan filler, sultanın mülkü olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kaldı.
Atlar ve filler dışında develer, güvercinler, yunuslar, arılar, bakteriler, eşekler ve daha pek çok canlı türü savaşlarda yer almak zorunda kaldı. Sıçan, akrep, yılan gibi canlılar işkence aracı olarak kullanıldı.
Burada amacım, askerî tarihin bu fasıllarını uzun uzadıya aktarmak değil. Daha ziyade ortaya çıkan savaş makinelerinin ne tür kolektifler ortaya çıkardığını, nasıl bir dönüşüme imkân verdiğini gündeme getirmek istiyorum. Aşağıda ufak bir kavramsal tartışma etrafında önce insanı sahnede biraz kenara alıp diğer faillere yer açıyorum, ardından bunun savaşları ve geçmişi nasıl şekillendirdiğinden bahsediyorum.
İnsan Olmayan Kolektifler
Bruno Latour, kolektif kavramını insandan ibaret olmayan failleri ve ilişkileri anlatmak için kullanıyor. Önceden verili bilindik grupların (aile, mahalle, millet, sınıf…) külliyatta çok uzun bir süredir neredeyse sabit kategoriler olarak ele alındığını ve genellikle insanla sınırlı tutulduğunu ileri sürüyor. Diğer bir deyişle toplumu inceleyen bilimler, analizi kolaylaştırmak adına çok uzun süredir kolektifin pek çok unsurunu sabit kabul ediyor. Değişiklik yaratan, yani kompozisyonu etkileyen faillerin sayısını olabildiğince az tutmaya çalışıyor. Bu minvalde insan olmayanlar, doğa bilimlerinin çalışma alanına terk ediliyor.
Oysa insan çevresiyle sürekli ilişki kurarak, diğer varlıklarla temas ederek var oluyor. Örneğin markete girdiğimizde çoğumuz fiyat etiketlerine, paket arkalarına bakarız. Çünkü içimizde ekonomik yapılarla dolaşmıyoruz; bu etiketlerle temas ederek, o etiketlerle konuşarak ekonomik prensipleri icra [perform] ediyoruz. Bir programa eklenen kısa yazılımlar gibi [plug-in], etiketler başka yerlerde ve zamanlarda teşekkül etmiş (belli bir iktidar şebekesinin ürünü olan) kıstaslarla bizi “güncelliyor”. Böyle bir kompozisyonda insanın içi-dışı gibi ayrımlar önemini yitiriyor. Zira bilişsel melekelerimiz, hafızamız, kararlarımız, hareket kabiliyetimiz, savaşma kapasitemiz bile tümüyle “içsel” değil; ortama dağılmış hâlde duran diğer varlıklarla mümkün oluyor. Hız atla, hafıza kapasitesi bilgisayarla, aşk uzun mektuplarla, şiddet eldeki bıçakla ortaya çıkıyor (daha detaylı bir tartışma için bkz. Latour 2005).
Dolayısıyla insana dair bildiğimiz, varsaydığımız ne varsa belli kolektifler tarafından üretiliyor diyebiliriz. İnsan bu kolektifin tek faili değil. Kolektifin bütünü yahut olası sonuçları hakkında tam bilgiye sahip de değil. Diğerleri ile etkileşim hâlinde var oluyor. Ancak bu her varlığın aynı etkiye sahip olduğu anlamına da gelmiyor. Kolektifin bazı unsurları, diğerlerinin yaşamını asimetrik olarak daha fazla etkiliyor. Örgütleme, şekle şemale sokma kapasitesi aynı değil. En az 400 bin yıldır dünyayı yakarak dönüştüren insan, köpeğe kıyasla elbette ki daha baskın bir unsur. Köpeği hapsedebiliyor, mayın bulması için onu eğitebiliyor, gerekirse öldürebiliyor. Köpeklerin insanları öldürme imkânı ise çok daha az.
Ama bu, insanın en büyük dönüştürücü olduğu anlamına da gelmiyor. Örneğin bakteriler 3,5 milyar yıldır taştan toprağa, insandan bitkiye ne varsa kendi yaşam alanı hâline getirdi; havanın bileşenlerini, suyun muhteviyatını tümüyle değiştirdi. Öldürebiliyor, yaşatabiliyor. Tür olarak insandan daha yaşlı, daha etkili. Bilinçli ya da değil; önemli olan kompozisyonu değiştiren, dışardan gelen etkiyi aynen yansıtmayan bir unsur olması. Faillik bu demek. (Akılda tutmak gerekir ki insanın dönüştürücülüğü de tümüyle bilinçli faaliyetlerinden kaynaklanmıyor.) Dolayısıyla kolektif diye tabir ettiğimiz, eşit unsurların bir araya gelmesiyle değil, asimetrik güçleri olan varlıkların toplanmasıyla oluşuyor. Tek tek eylemlerin her biri önemsiz gözükse de bunların toplu etkisi ancak uzun zaman sonra fark edilebiliyor. Her eylem, pek çok farklı varlığın iştirakiyle icra ediliyor. Dolayısıyla dönüştürücü eylem yalnızca insan faaliyetleriyle, bilinçle, mantıkla, ruhla sınırlanmıyor.
Yıkım Araçları
Diğer varlıklarla kurulan yeni kolektifler hem erişim imkânlarını hem de savaş stratejilerini tümüyle değiştirdi. İnsanın uzun süre (yüz binlerce yıl) hayal dahi edemediği yeni hareket imkânları yarattı. Örneğin atların işe koşulması kullanımdaki fiziksel enerjiyi dörde katladı. Ardından gelen rüzgâr (yelkenli gemiler) ve su (değirmenler), erişim alanını daha da genişletti, nüfusu çoğalttı. Ancak en yakın tarihli ve belki de en köklü değişiklik karbon bazlı enerji sistemlerine geçilmesiyle yaşandığı. Kas ve rüzgâr gücünün sınırlı olan taşıma kapasitesi, hızı ve tahribat gücü, kömürle (ve sonradan petrolle) bambaşka bir merhaleye sıçradı; niteliksel bir değişim yaşandı. Örneğin icadından kısa bir süre sonra (1850) lokomotifler 300 beygir gücüne ulaştı. Lokomotifler enerji kullanımı konusunda attan daha verimli değildi, ancak kısa zamanda muazzam miktarda enerjiyi açığa çıkarabilme kapasitesine sahipti (Cronon 1991, s. 80).
O hâlde son iki yüz yılın belki de en önemli gelişmesi, çok daha yüksek enerji seviyeleriyle işleyen kolektiflerin kurulmuş olmasıdır diyebiliriz. Okyanusun dibine inmek, uzaya gitmek yahut marketleri gün aşırı taze sebzelerle doldurmak, maliyeti görece ucuz tutulan işte bu yeni girdiler sayesinde mümkün oldu. Yani dünyada yüz milyonlarca yılda birikmiş yoğun enerjiyi hızla harcayarak…
Savaşlar, daha doğrusu ordu kompozisyonu da bunun sonucunda köklü şekilde değişti. Karbon bazlı enerji kaynakları, yeni silah sistemleri ve değişen stratejiler hem filleri hem atları büyük ölçüde tasfiye etti. Ancak bu tek seferde olmadı. Geçiş sürecinde pek çok kez atlar ve filler, tankların ve topların kıyımına uğramak zorunda kaldı. Kırım Savaşı’nda yanlış planlamanın sonucunda Rus toplarına doğru koşturulan İngiliz Süvari Birliği, yüzlerce insan ve at kaybetti (Sorenson 2015, s. 25). İkinci Dünya Savaşı’nın başında (1939), Krojanty’de Polonya Süvari Birliği, Alman tankları tarafından ağır yenilgiye uğratıldı (Zaloga 1982, s. 9; Davies 2013, s. 324-326). Dikenli tellerin, mayınların, hava bombardımanlarının, makineli tüfeklerin ve çok daha güçlü araçların karşısında filler tümüyle yok olurken, atlar cephe gerisinde başka görevler üstlenmek zorunda kaldı.
Ancak karbon bazlı enerji tek başına bu geçişi sağladı demek doğru olmaz. Yeni savaş araçlarının kullanılabilmesi için yollar, ikmal depoları, tamirciler, tamir gereçleri, fabrikalar daha doğrusu kolektifi işlevsel kılan başka pek çok unsur gerekiyordu. Bunların olmadığı yerlerde atlar (veya diğer canlılar) kullanılmaya devam etti. Birinci Dünya Savaşı’nda develer Osmanlı ordusuna karşı Hicaz seferinde kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda da henüz asfalt yolların yaygın olmadığı bölgelerde atlar çamurda top çekmek, ambulans olarak çalışmak zorunda kaldı (Sorenson 2015, s. 22 ve 26). Günümüzdeki savaşlarda bile, mesela Afganistan’da, Sudan’daki soykırımda, Etiyopya’nın Batı Eritre’ye yaptığı saldırıda çok sayıda at ve eşek kullanıldığını görüyoruz.
Buraya kadar askerî teşekkülün gücünü belirli kolektiflerin sonucu olarak anlattım, ancak diğer yandan askerliğin de kurucu olduğu durumlar var. Savaş, kimi zaman insanları daha büyük bir bütünün parçası olarak hissettirebiliyor. Bu günümüzde çoğunlukla milliyetçilik olarak tezahür ediyor. Çoğu milliyetçi anlatıda kurucu mitin bir savaş olması tesadüf değil. Bu minvalde Barbara Ehrenreich, milliyetçilik külliyatında çığır açan Benedict Anderson’a şu eleştiriyi getiriyor:
Hayalî Cemaatler kitabında Anderson, başlarda [milliyetçiliğin] vatandaş üzerindeki âdeta dinî sayılabilecek tesirini anlatmayı vaat eder. Fakat sonradan görece kansız olan tahayyül işinde takılır kalır: Ortak dillerin, “geleneklerin” ve benzeri unsurların inşasına bakar. Bana göre Marksist geleneğe bağlı yazarların kör noktasıdır bu: Savaşın, insan topluluklarını kuran unsurlardan biri olduğuna dikkat etmezler.
(Ehrenreich 2011, s. 196; çeviri bana ait)
Ehrenreich’a göre üretim araçları [means of production] etrafında nasıl ki sınıf gibi belirli kolektifler kuruluyorsa, “yıkım araçları” da [means of destruction] benzer bir iş yapıyor. Ben bu noktada yine hayvanlara dikkat çekmek istiyorum. Hem üretim hem de yıkım süreçlerinde hayvanlar hep var olagelmiş. Dolayısıyla genelde insanlardan ibaret olduğu düşünülen “milletin” (yahut sınıfın) arasına hayvanlar da bir şekilde sızıyor aslında. Zira milletlerin kurucu anlarına, özellikle de savaşlara hayvanlar bilfiil iştirak etmiş/ediyor. Fedai, kahraman veya hain olabiliyorlar. Kimisi anıtlaşıyor; müzelere, çocuk hikâyelerine giriyor. Madalya takılan, kemikleri saklanan, heykelleri dikilen, milliyetçi kahramanlık hikâyelerine dahil edilen pek çok hayvan var.
Savaş karşıtlığı bağlamında hayvanlardan bahseden hafıza mekânları ise çok daha az. Bunlardan biri Londra Hyde Park’ın dışındaki “Savaşan Hayvanlar” [Animals in War] anıtı. Gerçek boyutlarda yapılmış yük taşıyan iki katır, at ve köpek heykelinden ve diğer hayvanların (fil, deve, güvercin…) kabartma resimlerinden oluşuyor. Üstünde şöyle yazıyor: “Bu anıt tarih boyunca Britanya ve müttefik askerleriyle savaşlarda yan yana yer alan ve ölen hayvanlara adanmıştır. Hayvanların seçim şansı olmamıştır.”
İnsanla Sınırlı Olmayan Aileler, Milletler, Sınıflar
Toparlayayım: Savaşlar sadece insan toplulukları arasında yaşanmıyor. Zaten işin aslı, “insan topluluğu” dediğimiz, bir tür soyutlama. Her aşamada, aile-sınıf-millet hangi insan topluluğundan bahsetsek, ismini layığıyla anmadığımız başka varlıklar hikâyeye dahil oluyor. Kurulan topluluğun mahiyetini, hareket imkânlarını, fiziksel özelliklerini, savaş tekniklerini tümüyle değiştiriyor; ancak buna rağmen kendilerine herhangi bir faillik atfedilmiyor.
James Scott, bu minvalde neolitik dönemin (M.Ö. 10.000-6.000) alternatif bir tarihini yazarken evrimleşmeyi tek tek türler üzerinden değil, kolektifler üzerinden anlatmaya çalışıyor. Hayvanların, insanların, davetsiz misafirlerin (fareler, böcekler…), belli bitkilerin bir hanede buluştuğunu, yeni bir birimin ortaya çıktığını ve dünyaya sonradan hakim olanın bu “birim” olduğunu söylüyor. Buna “domus” diyor (Scott 2017, 2. bölüm). (İngilizcede “domestication” ve “domestic” kavramlarıyla ilişkili bir kelime, hane demek). Keza Türkçede de bu ilişki son derece açık: Evcilleştirmek, eve dahil etmek; yani bir hanede farklı türlerin yan yana gelmesi, birliktelik [assemblage] oluşturması…
İnsanlarla hayvanlar kurulan hane çatısı altında beraber dönüşüyorlar: Evcilleşen hayvanların yüzleri kısalıyor, vücutları küçülüyor, beyin hacimleri azalıyor. Uysallaşıyorlar. Boynuzlar küçülüyor (zira erkeğin rolü değişiyor), dişi ve erkek arasındaki fiziksel farklar [sexual dimorphism] azalıyor. Doğurganlık yaşı düşüyor ve daha sık doğuruyorlar (a.g.e.). Keza tek tür tahılın ekildiği, devletlerin vergi toplamaya başladığı bu yeni hanede insanlar da aynı kalmıyor: Kadınlar daha çok çocuk sahibi oluyor; akrabalık ve mülk arasındaki ilişkiler tümüyle değişiyor, hastalıklar artıyor, kemikler bükülüyor (Roosevelt 1989; Tillion 2007; Tsing 2012).
Dolayısıyla bugün hakim olan anlayışın aksine, kendi seyrinde giden insanlık tarihine dışarıdan bazı unsurlar eklenmiyor; tarih baştan sona insan olmayan varlıklarla birlikte inşa ediliyor. Böyle bir tarih anlayışı zafer, gelişme, ilerleme, insan hakkı, demokrasi, doğa-kültür ikiliği gibi pek çok kavramı yeniden ele almayı zorunlu kılıyor. Hattâ insan nedir gibi kadim bir soruya bile başka türlü cevaplar verme imkânı sağlıyor. Benlik dediğimiz başka canlılara uzanıyor: Bakterilere, koyunlara, solucanlara…
Bütün bunları, başka türlü kolektiflerin kurulabileceğine inandığım için yazdım. Savaşlara sevk edilen emeği, parayı, zamanı, zekâyı bambaşka amaçlar için kullanabiliriz. Biz kendimize hangi payeleri biçersek biçelim, dünyayı paylaştığımız diğer varlıklarla kader birliğimiz var: Geçmişimiz ortak, geleceğimiz birbirine bağlı. Hayvanlar cepheye gönderilirken, düşman diye öldürülürken, kafeslere kapatılıp işkence edilirken aklımdan şu cümle geçiyor: De te fabula narratur, yani anlatılan senin hikâyendir.
Kaynaklar
- Cronon, William. 1991. Nature’s Metropolis: Chicago and the Great West. New York; Londra: W. W. Norton & Company.
- Davies, Norman. 2013. God’s Playground: A History of Poland, Vol. 2: 1795 to the Present. Oxford: Oxford University Press.
- Diamond, Jared M. 1999. Guns, Germs, and Steel: The Fates of Human Societies. New York: W. W. Norton & Company.
- Ehrenreich, Barbara. 2011. Blood Rites: The Origins and History of the Passions of War. Londra: Granta Publications.
- Latour, Bruno. 2005. Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network Theory. Oxford University Press.
- Lockwood, Jeffrey A. 2010. Six-Legged Soldiers: Using Insects as Weapons of War. New York; Oxford: Oxford University Press.
- Morron, Ana. 2015. “Nonhuman Animals as Weapons of War.” Animals and War: Confronting the Military-Animal Industrial Complex kitabının içinde. (Der.) Anthony J. Nocella II, Colin Salter ve Judy K. C. Bentley, 55–71. Lexington Books.
- Ramanathapillai, Rajmohan. 2015. “Animals at War.” Animals and War: Confronting the Military-Animal Industrial Complex kitabının içinde. (Der.) Anthony J. Nocella II, Colin Salter ve Judy K. C. Bentley. Lexington Books.
- Roosevelt, Anna. 1989. “The Evolution of Human Subsistence.” Food And Evolution: Toward a Theory of Human Food Habits kitabının içinde. (Der.) Marvin Harris, 23. bölüm. Philadelphia: Temple University Press.
- Scott, James C. 2017. Against the Grain: A Deep History of the Earliest States. New Haven: Yale University Press.
- Sorenson, John. 2015. “Animals as Vehicles of War.” Animals and War: Confronting the Military-Animal Industrial Complex kitabının içinde. (Der.) Anthony J. Nocella II, Colin Salter ve Judy K. C. Bentley. Lexington Books.
- Tillion, Germaine. 2007. My Cousin, My Husband: Clans and Kinship in Mediterranean Societies. Londra: Saqi Books.
- Tsing, Anna. 2012. “Unruly Edges: Mushrooms as Companion Species: For Donna Haraway.” Environmental Humanities 1 (1): 141–54.
- Wright, John. 2007. The Trans-Saharan Slave Trade. Routledge
- Zaloga, Steven J. 1982. The Polish Army 1939-45. Londra: Osprey Publishing.