15 Haziran 2020
Dominic Mealy’nin Andreas Malm ile söyleşi
Mevcut COVID-19 salgını ve küresel iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi açıklayarak başlayabilir misin?
Salgının seyri içinde ta başlarından itibaren, yorum yapan insanlar COVID-19 krizi ile iklim krizi arasında karşılaştırmalar yapmaya başladılar. Ancak ben, bu türden doğrudan karşılaştırmaların, mevcut salgının spesifik bir olayı oluştururken küresel ısınmanın süreğen bir eğilim olması anlamında hatalı olduğunu savunuyorum. Bununla beraber, COVID-19’un patlak vermesinin tam olarak ne anlama geldiğinin yani, bir diğer süreğen eğilimin aşırı ama uzun süredir beklenen bir tezahürü olduğunun farkına varmada başarısız olursak meselenin özünü gözden kaçırırız: yaban hayvanlardan insan topluluklarına sıçrayan bulaşıcı hastalıkların oranındaki yükseliş eğilimidir bu. Son on yıllar boyunca artmış ve gelecekte hızlanması öngörülen bir yükseliştir bu.
Salgınların ortaya çıkışının arkasındaki en önemli itici güç, bilimsel literatürde açık bir şekilde yer alır ve bu, aynı zamanda küresel iklim değişikliğine en büyük ikinci katkıyı yapan ormansızlaştırmadır. Yeryüzünde en yüksek biyoçeşitliliği bulacağınız yer tropikal ormanlardadır ve bu biyoçeşitlilik patojenleri içerir. Yabanıl habitatlarda insandışı hayvanlar arasında dolaşan bu patojenler, insanlar bu hayvanlardan uzak durduğu sürece genellikle insanlık için bir tehdit teşkil etmezler. Fakat, insanın ekonomik faaliyeti bu habitatların giderek daha derinine doğru istilalar gerçekleştirmesiyle birlikte bu sorun ortaya çıkar. Kerestecilik, tarım, madencilik ve yol yapımı için ormanların yok edilmesi, insanların vahşi yaşamla temas ettiği yeni arayüzleri meydana getirir. Bu arayüzler üzerinden, zoonotik yayılma adı verilen bir süreç ile hayvan patojenleri mutasyona uğrama ve insan topluluklarına sıçrama kapasitesine erişirler.
Küresel ısınmanın kendisi de aynı zamanda bu eğilimi hızlandırır. Sıcaklıklar yükseldikçe, bazı hayvanlar, adapte oldukları iklimle eşleşen iklimlerin arayışında göç etmek zorunda kalırlar. Özellikle, yarasalar da dahil olmak üzere hayvan popülasyonlarının giderek artan bir şekilde insan topluluklarıyla temasa geçtiği, böylece iletim hızını artırdırdığı genelleşmiş bir kaos hali sonucunu doğurur. 1200’den fazla farklı yarasa türü olsa da memeliler arasında onları benzersiz kılan ortak bir özelliğe sahiptir hepsi: sürekli uçuşta bulunma yetenekleri. Bu ortak karakteristik, onları son derece hareketli ve böylece iklim değişikliğine bağlı göçe elverişli hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda müthiş miktarlarda enerji gerektirir ve diğer memelilerin çoğunda ateş olarak deneyimlenen bir düzey olan 40 °C’ye varan vücut sıcaklıklarının saatlerce sürdüğü metabolizma hızına ulaşırlar. Bu süreç, koronavirüsler gibi patojenlerin ana taşıyıcısı olan yarasaların altında yatan ana neden olarak öne sürülmüştür. Bu hayvanlara yerleşen virüsler ateş düzeyindeki bu vücut sıcaklıklarına uyum sağlamalıdır. Bu patojenler, konakçı konumdaki yarasaların bağışıklık sistemlerini bozmasa da, diğer hayvanlara geçebilmeleri halinde onların bağışıklık sistemlerinin üstesinden gelebilirler. Tüm dünyada, yarasalar ormansızlaştırma yoluyla yerinden ediliyor ve artan sıcaklıklar nedeniyle daha yüksek enlemlere sürülüyor ve Çin’de durum farklı değil. Yarasa popülasyonları gittikçe daha fazla kuzey ve orta Çin’e ve yüksek yoğunluklu popülasyonlar şeklinde yaşayan insanların daha yakınına sürüldüler, böylece zoonotik yayılmanın gerçekleşebileceği yeni arayüzler giderek daha fazla yaratılmış oldu.
Bunlar COVID-19 krizi ile iklim krizi arasındaki nedensel bağlantılardan sadece birkaçı. Bir ayrım yapılması gerekmekle birlikte, küresel ısınma ve küresel hastalıklar şeklindeki iki eğilim, çeşitli farklı nedensel faktörler üzerinden iç içe geçmektedir ve böylece, daha geniş, büyüyen bir ekolojik felaketin iki boyutunu oluşturmaktadır.
Ve buna rağmen bu iki krize verilen tepki birbirinden daha farklı olamazdı. İklim değişikliği büyük ölçüde eylemsizlik ve etkisiz yarı önlemler ile karşılanırken COVID-19’un patlak vermesi, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmemiş ölçekte bir ekonomik müdahale düzeyini beraberinde getirdi. Bu tezatı nasıl açıklıyorsunuz?
Avrupa’da ve diğer yerlerdeki hükümetlerin salgını kontrol altına alma çabasıyla esasen tüm ekonomilerini kapatmaya hazır olduklarını gördüğümüz Mart 2020 bir an için, iklim adaleti hareketinde yer alan birçoğumuzda bir miktar sürpriz hissi uyandırdı. Aynı devletlerin iklim krizi karşısında ekonomiye herhangi bir müdahale yapmayı düşünmedikleri göz önüne alındığında bu çarpıcı bir durum. Bunun başlıca nedeni, bu iki krizin ortaya koyduğu farklı mağduriyet zaman çizelgesidir.
Şimdi, salgın, süreçten en çok canı yananların ve ölme olasılığı en yüksek olanların işçi sınıfı, özellikle de renkli halklardan ve Küresel Güney’deki çeşitli sıcak noktalardan işçi sınıfı olması anlamında toplamda küresel ısınmaya benzer şekilde gelişti. Bu arada zenginler, kırsaldaki yedek evlere kaçarak kendi kendilerini tecrit edebildiler ve özel sağlık hizmetlerine erişebildiler.
Fakat burada büyük bir fark var: bugünkü aşamasında iklim krizine karşı savunmasızlığı olmayan insanların, kapitalistler, ünlüler ve siyasi liderlerin hasta düştüğü, COVID-19’un erken aşamasında zenginleri de vuran bir anomali. Küresel ısınmanın etkisinden farklı olarak, koronavirüslerin iletimi hava yolu hatlarını üzerinden ilerler ve basitçe söylemek gerekirse, zengin insanlar fakir insanlardan daha fazla uçarlar. Salgın, farklı ülkelere varmasıyla diğer kanallar üzerinden yayılırken, havacılık virüs için ilk giriş noktasını sağlayarak, virüsün ilk olarak bulaştığı insanlar arasında zengin insanların olması paradoksuna neden oldu. Örneğin Brezilya’da, virüsü getiren toplumun varlıklı kısmıydı, ama şimdi seri bir şekilde ölenler işçi sınıfından sıradan insanlar. İklim değişikliği felaketlerinde durum açıkça böyle değildir ve hükümetlerin çarpıcı biçimde farklı tepkilerini açıklayan kilit etmenlerden biri budur.
Normalde, Küresel Kuzey’in bakış açısından, felaketler, Haiti’de, Somali’de veya insanların her zaman sefil bir sefalet içinde yaşadıkları başka uzak ve yoksul bir yerde meydana gelir. Oralarda depremler olur, Ebolaları ve HIV’leri vardır ve bunlar modern yaşamın arka plan gürültüsünün bir parçası haline gelmiştir. Öte yandan salgın ise varlıklı ülkeleri çok ani ve erken bir aşamada vurdu ve bu nedenle tam da küresel kapitalizmin merkezinde üretim ve tüketimi yönlendirmesi beklenen insanların bedensel bütünlüğü için bir tehdit oluşturdu, böylece devlet devreye girdi. Böyle bir adım aynı zamanda, elbette, bu hükümetler için politik bir hayatta kalma meselesiydi. Bu, örneğin, İngiltere’deki Tory (Muhafazakâr Parti) hükümetinin politikasındaki keskin U dönüşünü açıklıyor. Başlangıçta bir “sürü bağışıklığı” stratejisini onayladıktan sonra, yüzbinlerce insanın göz göre göre ölmesine izin verirlerse, oy sandığında bunun politik bedelini ödeyeceklerini fark ettikten sonra karantina ve diğer müdahale önlemlerini desteklemeye geçiş yaptılar.
Salgın ile mücadele etmek için yürütülen devlet müdahalesinin ölçeği karşısında sol, gardı düşük yakalanmış gibi görünüyor kesinlikle. Ana akım yorumcuların çoğu için sadece birkaç ay önce imkansız olarak görülüp alay konusu olacak politikalar artık zaten olması gereken bir şey olarak kabul ediliyor. Neoliberal kapitalizmin ölüm çanları mı çalıyor? Bu, aslında solun kendi hareketleri ve fikirlerine verilen desteği harekete geçirmesi için bir fırsat olabilir mi?
Genel olarak konuşursak, bana göre hükümetler krizin yakında sona ereceği ve her zamanki gibi işe geri dönebileceğimiz beklentisi doğrultusunda bu politikaları izliyorlar. Şimdiye kadar, COVID-19 ile başa çıkmada sistemi hayatta tutmanın ötesine geçen hiçbir girişim görmedim. Bununla birlikte, bu, çevreye en zararlı faaliyetlerin çoğunun geçici olarak durdurulması, kitlesel hava yolu kullanımının askıya alınması, karbon salımlarının azalması, fosil yakıtların toprağın altında kalması vb. açısından bir fırsattır. Bu, hükümetlere şunu söyleyebileceğimiz bir andır: “Bizi virüsten korumak için gerekli müdahaleyi yapabiliyorsanız, bizi sonuçları daha kötü olan iklim krizinden korumak için de müdahale edebilirsiniz.” Mevcut konjonktür bu nedenle bize küresel ekonominin dönüşümü ve Yeşil Yeni Anlaşma gibi bir şeyin başlatılması için işlerin olağan akışına geri dönmesine karşı çıkma fırsatı veriyor.
Bununla birlikte, içinde bulunduğumuz durumla ilgili dürüst olmalıyız. COVID-19, 2019 yılı sonuna kadar üstüne konularak gelinen her şey açısından iklim adaleti hareketinin ani bir şekilde silinip gitmesine neden oldu. 2020’nin başından beri, COVID-19, çevre hareketindeki en umut verici gelişmeleri -Gelecek için Cumalar, Yok Oluş İsyanı, Ende Gelände ve diğerlerini- tamamen felç etti, bu ağır bir felaket hali. Bundan önce, işlerin olağan akışını agresif bir şekilde kesintiye uğratmaya yönelik büyüyen bir ivme vardı ve bu eylemleri geçici olarak çevrimiçi hale getirme girişimleri olsa da, aynı tür baskıyı dijital yollarla uygulamanın hiçbir yolu yok. Instagram’da dövizler tutarak doğrudan eylem ve kitle örgütlenmesinin yeri doldurulamaz. Bana göre, politikanın dijitalleşmesi radikal sola zarar verirken aşırı sağa faydalı olmuştur, bu nedenle daha fazla dijitalleşme bizim için hiç iyi bir sonuç doğrumayacaktır.
Ayrıca kuvvetler dengesi konusunda da gerçekçi olmalıyız. Dünyanın çoğu yerinde, genel siyasi eğilim aşırı sağın yükselişine doğru olmuştu. Pek çok ülkede, özellikle AB’de, görevdeki hükümetlerin yerini almak için seçmenlerin harekete geçişiyle bunlar geçici olarak yerlerinden edildiler. Karantina kısıtlamaları hafifletilirken şimdi ilginç bir an yaklaşıyor. Siyasi bir çözülme gerçekleşmek üzere, tam da halk sağlığı krizi kendi kendini besleyen bir ekonomik krize dönüşürken COVID-19’dan önce harekete geçen güçlerin çoğu yeniden hayata dönmek için hazır. Bu kez soru, kitlesel işsizlik ve toplumsal yerinden olma durumunu lehine çevirmek üzere hangi güçlerin en iyi şekilde konumlanacağı olacaktır. Belki de aşırı kötümserim ama bana öyle geliyor ki, en basit haliyle COVID-19’un patlak vermesinden önce çok daha güçlü bir konumda olduğu için ve ayrıca salgın, sınırları kapatmak, kendi ulusunu ilk sıraya koymak ve yabancılardan şüphe duymak gibi bazı yerelci siyasi paradigmaları güçlendirdiği için bu durumdan faydalanacak olan aşırı sağ olacaktır.
Bu, özellikle Avrupa, ABD ve Brezilya’daki aşırı sağ güçlerin fosil sermayesinin en güçlü ve sesi en çok çıkan savunucuları olarak ortaya çıkmaları anlamında çevre hareketi için ciddi bir sorun teşkil etmektedir. İklim bilimini reddediyorlar ve büyük çapta ormansızlaştırmanın ve fosil yakıt çıkarmanın hızlanmasını destekliyorlar. Bu nedenle, örneğin, Almanya’daki kömür madenlerini kapatmak istiyorsanız, [aşırı sağcı] Alternative für Deutschland’ı büyük bir siyasi yenilgiye uğratmanız gerekeceği açıktır; Amazon yağmur ormanlarının yok edilmesini önlemek istiyorsanız, Jair Bolsonaro çevresindeki siyasi harekete karşı harekete geçmeniz gerekecek. Dolayısıyla, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve birçok gelişmekte olan ülkede aşırı sağın büyük bir yenilgisi olmadan iklim krizinin hafifletilmesi söz konusu olamaz.
İklim krizini ele alacak başarılı bir stratejinin çevre adaletini, işçi sınıfı mücadelesini ve aşırı sağa karşı muhalefeti bir araya getirmenin bir yolunu bulması gerekecektir. Büyüyen sağlık krizinden ve ekonomik krizden çıkışın yolu, fosil yakıtlardan çok hızlı bir geçişi sağlayabilecek bir hareket inşa etmek olacaktır; bir tür yeşil Keynesçilik ya da fosil yakıt ekonomisine eklemlenmiş birkaç yeni yenilenebilir enerji yatırım değil, kömür madenlerinin derhal kapatılması ve kitlesel hava yolu kullanımının sona erdirilmesi de dahil olmak üzere fosil sermayesinin kendisinin gerçekten yıkımı olacaktır. Bu ancak büyük kamu yatırımları ve ekonominin büyük alanları üzerinde artan devlet kontrolü yoluyla gerçekleşebilir. Her kriz sol için bir fırsattır, ancak bu fırsatları boşa harcama konusunda oldukça becerikli olduğumuzu geçmişte kanıtladık.
Okuyucularımıza sürdürülebilir bir yeşil geçişi başarmak için gereken müdahalenin kapsamı hakkında bir fikir verebilir misiniz?
Gereken müdahale düzeyi, salgınla mücadele için uygulanandan hem daha yumuşak hem de daha zordur. Kimse iklim değişikliğiyle başa çıkmak için karantina çağrısında bulunmuyor, kimse tüm nüfus için ev hapsi ya da ekonominin bir günden diğerine bir anda durma noktasına gelmesi çağrısında bulunmuyor. Öte yandan, gereken şey enerji sisteminin ve üretimin uzun vadede sürdürülebilir bir şekilde kökten bir dönüşüme uğramasıdır, statükoya geçici bir ara vermek değil sadece. Küresel sıcaklıkların yükselişini 1,5 °C’de sabitlemek için salımların net sıfır olana kadar yılda yüzde 8 azaltılması gerekecektir. Bu tür bir değişikliği sadece piyasa mekanizmalarına müdahale ederek veya bazı karbon vergileri getirerek yapmak tamamen imkansızdır; bu daha çok, devlet mülkiyetinin muazzam bir şekilde genişletilmesini ve kapsamlı ekonomik planlamayı gerektirecektir.
Birçok kamu hizmeti kuruluşunun halihazırda devlete ait olduğu, ancak bunların başlıca sera gazı salım kaynakları olmaya devam ettikleri türden iddialarla yöneltilen yaygın itirazlara nasıl cevap veriyorsunuz?
Kamu mülkiyeti kendi başına her derde deva değildir, ancak karbondan arındırma işini önemli ölçüde kolaylaştırır. Devlet mülkiyeti altında kamu hizmetlerine sahip olmanın avantajı, hükümetlerin bunları çok hızlı bir şekilde yeniden düzenlemelerine olanak sunmasıdır. Bunları önce kamulaştırmanıza veya özel şirketlere mevcut uygulamalarını elden geçirmeye ve fosil yakıtları yeraltında bırakmaya zorlama görevine girişmenize gerek yoktur.
Antroposen kavramını eleştirenler arasında önde gelenlerdensiniz, bunun yerine mevcut jeolojik dönemi tanımlamak için “Kapitalosen” terimini koydunuz. COVID-19’un patlak vermesi, kriz karşısında belki de en iyi “Korona tedavidir, insanlar hastalıktır” sloganı ile ifade edilebilecek, ortak bir kolektif sorumluluk kavramını yeniden canlandırmış gibi görünüyor. Bu gelişmeye ne tepki verirsiniz?
Bu argüman, insanlığın kendisinin sorun olduğu, ekolojik söylemin peşini bırakmayan bir hayalet gibi. Son Michael Moore belgeseli İnsan Gezegeni’nde buluyorsunuz, aşırı sağ söylemde buluyorsunuz, liberal çevreci söylemde buluyorsunuz – bu söylem zararlı, ciddi şekilde hatalı ve politik olarak tehlikeli. COVID-19 salgınıyla ilgili hiçbir şey onu eskisinden daha güvenilir bir argüman yapmaz. Artan zoonotik yayılmanın itici güçlerini oluşturan ormansızlaşma, küresel ısınma ve yaban hayvanı ticaretinin sorumluluğunu taşıyan genel anlamda insanlık değildir; daha ziyade bu sermayedir.
Salgın ile başa çıkmak için işe koşulan politikalar sadece belirtiye, yani virüsün kendisine yönelik bir arayış içindeyken, onun kökeninde yatan nedenler tamamen göz ardı edilmiş ve değinilmeden bırakılmıştır. Bulaşmanın yayılmasını kontrol altına alma sorumluluğu, kendi kendini tecrit edemedikleri takdirde rutin olarak cezalandırılan sıradan insanların üzerine bırakılmıştır. Tıpkı bireysel tüketim alışkanlıklarını değiştirerek iklim değişikliğini ele alamayacağınız gibi, tek tek vatandaşlara yaşamlarını değiştirmeleri çağrısı yaparak bu salgınları tetikleyen faktörlerle başa çıkamazsınız.
Örneğin, yetiştirilmesi tropik alanlardaki ormansızlaşmanın ana itici güçlerinden biri olan palm yağını ele alalım, çok sayıda yarasa ve diğer vahşi hayvanın plantasyonların istilasından muzdarip olduğu Güneydoğu Asya’da değil sadece. Burada, İsveç’te, bir parça küçük börek yemek istersem, palm yağı içermeyen bir tane bulmak neredeyse imkansızdır ve bir tüketici olarak benim bu konuda yapabileceğim bir şey yok – sorumluluk üreticide. Dahası, palm yağının çoğu, sıradan tüketicilerin satın aldığı ürünlere gitmez, aksine yağın çoğu, tüketimdeki bir değişiklik üzerinden varsayımsal olarak bile değiştirilemeyen endüstriyel süreçlerde kullanılır.
Devlet iktidarı, çevreye zarar veren belirli tüketim biçimlerini kısıtlamak için mi kullanılmalı, yoksa yalnızca üretimi değiştirmek için mi kullanılmalıdır?
Devlet iktidarı, zenginlerin faili olduğu lüks salımları önlemek için kesinlikle kullanılmalıdır – özel jetler ve hiçbir şekilde mazur görülemez miktarlarda yakıt tüketen SUV ve diğer araçlar hemen tamamen yasaklanmalıdır. Bu salım kaynakları toplumsal olarak en az gerekli olan şeylerden olduğu için, iklim adalet hareketi için kolay ulaşılabilir hedeflerdir. Örneğin, salımların neden olduğu sorunların nüfusun yaşamını sürdürmek için gıda üretme ihtiyacı karşısında iyi düşünülüp taşınılması gereken Hindistan’daki pirinç tarlalarından kaynaklanan metanı düşündüğümüzde durum tamamen farklıdır. Fosil yakıtlardan çıkışta başarılı bir geçiş, devletlerin bireysel tüketimi planlamak ve rasyonel hale getirmek anlamında – ekonominin tamamen planlanmasını gerektirmeyecektir. Ancak bazı tüketim biçimlerinin gerçekten sınırlandırılması veya tamamen ortadan kaldırılması gerekecektir – bu, piyasa yoluyla veya etik tüketime yönelik çağrılar yoluyla yapılamaz, sadece devlet düzenlemesi yoluyla yapılabilir.
Devlet iktidarının bu tür bir yükselişi beraberinde bürokratikleşme ve otoriterlik tehlikesini de getiriyor. Gerçekten de, bu yönde bir eğilim var, örneğin demokrasinin altını oymak ve devlet baskısını artırmak için salgının kullanıldığı Macaristan’da. Yine de, tabandan halkçı güçlerin gündeme getirdiği bir enerji geçişi planınız varsa, toplumsal hareketlerin geçişi yürüten devlet organları üzerinde güce sahip olması durumunda, bu tehlike kontrol altında tutulabilir. Bu aşamada ütopik gibi görünse de, nüfusu incelemek ve kontrol etmek üzere tasarlanmış kurumları kapatma önerisini yapmak ve onları sermayeye saldırmak, küresel ısınma ve zoonotik bulaşma kaynaklarını kapatmak için yeniden kurgulamak önemlidir. Örneğin, kitapta, sınırdaki yetkili kurumları ortadan kaldırmayı ve onları vahşi hayvan ticaretini engelleyecek kurumlara dönüştürmeyi öneriyorum.
Ütopyalardan bahsetmişken, sol ivmelenme savunucuları ve “Tam Otomatik Lüks Komünizm” destekçileri tarafından dile getirilen argümanları kesin bir dille reddediyor ve bunun yerine “ekolojik savaş komünizmi” fikrini ortaya koyuyorsunuz. Argümanlarınızı burada açıklayabilir misiniz?
Bu tekno-ütopik perspektiflerin ardındaki bütün fikir bana tamamen çocukça ve maddi gerçeklerle temastan uzak gibi geliyor. Daha önce görülmemiş bir materyal bolluğu dünyasının eşiğinde olduğumuz düşüncesi, toprağın bozulması, yok olmakta olan tatlı su döngüleri ve yükselen deniz seviyeleri de dahil, neredeyse her açıdan üzerimize doğru gelen ciddi materyal kısıtları göz önüne alındığında rasyonel olarak sürdürülemez bir kavrayıştır. Tam şu anda tüm salımları durduracak olsak bile, uzun bir süre boyunca iklim krizinin şiddetli yansımalarıyla karşılaşacağız.
Kitaptaki ekolojik savaş komünizmi fikrini, yakın zamanda COVID-19 salgını etrafında gelişen söylemde son dönemde yeniden ortaya çıkan bir kavram olan iklim krizi ile başa çıkarken, 2. Dünya Savaşı’nın ülkelere izleyecekleri bir model sağladığı uzun zamandır dillendirilen fikrine karşı bir fikir olarak geliştirdim. Benim iddiam, 2. Dünya Savaşı seferberliği yararlı bir analoji sağlasa da savaş sırasındaki çabanın fosil yakıtların müthiş düzeylerde tüketimine dayanması ve kapitalist sınıfın konumuna büyük ölçüde dokunmaması gibi ama sadece bunlarla sınırlı olmayan bazı kısıtlılıklarının olduğu yönünde.
İklim krizinin ele alınması ve zoonotik yayılmanın önlenmesi ise öte yandan, egemen sınıfların çok güçlü kesimlerinin kazanılmış çıkarlarına karşı gelecek ve ekonomilerin hızlı dönüşümünü kolaylaştıracak acil eylemler gerektiriyor. Savaş komünizmi, üzerinde oynanabilecek bir analoji sunar – Bolşeviklerin, Rus İç Savaşı sırasında yaptıkları her şeyi kopyalamak anlamında değil ama 2. Dünya Savaşı örneğinden alınacak daha fazla herhangi bir şey, bizi küresel ısınmanın üstesinden gelmek için Hiroşima’ya başka bir atom bombası atmaya doğru götürüyor. Aksine, savaş komünizmi, egemen sınıfların oluşturacağı kitlesel muhalefet karşısında üretimin dönüşümünün ve ekonominin örgütlenmesinin hızlı ve devlet güdümünde gerçekleştirilmesine bir örnek teşkil eder. Yeşil bir geçiş, iklim değişikliğini durdurmayı ertelemek ve engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmış olan fosil yakıt şirketlerine de bir dereceye kadar zor kullanan bir otoritenin dayatılmasını gerektirecektir.
Kitapta “ekolojik Leninizm” çağrısı yaparak bu iddianızı daha da geliştiriyorusunuz. Bununla ne demek istediğini açıklayabilir misiniz?
Herhangi anlamlı bir geçişin gerçekleşmesi için kapitalizme meydan okunması gerekeceği göz önüne alındığında, sosyalist miras üzerine geliştirilecek bir dizi kaynak sunmaktadır. Sosyal demokrasi ile ilgili sorun, onun bir felaket kavramının olmamasıdır; aksine, bunun tam karşıtı üzerine, yani zamanın bizim emrimizde olduğu ve tarihin bizim tarafımızda olduğu fikri üzerine, yani sosyalist bir topluma doğru adım adım ilerleyebileceğimiz üzerine temellenir. Tarihsel gerçekliği ne olursa olsun, şu an kesinlikle durum böyle değildir. Kendimizi kronik bir acil durumda buluyoruz, krizler artan bir ivmeye sahip hızla vuruyor ve bu nedenle 1950’ler ve 1960’larda İsveç sosyal demokrasisinin karşılaştığından tamamen farklı bir zaman çizelgesi dayatıyor. Yani, sosyalist mirasın felaketlere dair kavramları barındıran kısmına bakmak gerekir. Anarşizm de tanım gereği devlete düşman olduğu düşünüldüğünde bu görev için yetersizdir. Statükoyu korumak isteyenlere karşı zora başvuracak bir otorite uygulamak gerektiğinden, devlet iktidarı dışında herhangi bir şeyin gerekli geçişi nasıl başarabileceğini görmek inanılmaz derecede zordur.
Devlet iktidarını kronik bir acil durumda kullanma kavramına sahip bir gelenek ararken önümüze çıkan bariz seçenek anti-Stalinist Leninist gelenektir. Bolşevik Devrimi’nin derslerinden doğan, devlet iktidarının tehlikeleri ve çelişkileri hakkında bir içgörü de bu geleneğin içinde inşa edilmiştir. 1914’ten sonra Lenin’in stratejik yönü tamamen, 1. Dünya Savaşı’nı kapitalizme karşı ölümcül bir darbeye dönüştürmekti. Bu, bugün benimsememiz gereken aynı stratejik yönelimdir – ve ekolojik Leninizm ile kastettiğim şey budur. Çevresel krizi, fosil sermayenin kendisi için bir krize dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyız.
Yazar hakkında
Andreas Malm Lund Üniversitesi insan ekolojisi bölümünde yer almaktadır. Yakında Verso Kitapları’ndan çıkacak olan “Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming” kitabının yazarıdır.
Not: Söyleşiyi gerçekleştiren Dominic Mealy’nin yazdığı, sorulardan önce yer alan giriş kısmı çevrilmemiştir.