Savaş tamtamları bir kez daha çalıyor. Zaten ne zaman sustu ki! Bu gürültü devletlerin “savaş hukuku” gereği bir savaş ilanı değil elbette, ülkeler arası siyasi dinamiklerde fırsat yaratmak ve ülke içinde toplumu hizaya çekmek, hazırlamak için. Erdoğan, işte tam da böyle geçtiğimiz günlerde yine bir MGK sonrası Suriye’nin kuzeyine bir işgal saldırısı daha planladığını açıkladı. 2015 sonrası kesintisiz bir saldırı sürecine dönüşen bu bitmeyen savaşın tarihsel ve siyasi boyutunu değil de, işgal saldırılarının neden olduğu ekolojik yıkımın Türkiye’deki ekoloji örgütlerinin gündemine çok bariz bir şekilde girememesini ele alacağız. Bu durumu aşmanın hem ekoloji örgütlerinin ilkesel tutumları -ekolojik yıkıma ve savaşa karşı tutum gibi- açısından hem de mücadelelerinin başarı çıtası -devletin, şirketlerin ekolojik suçlarını durdurma gücü, kapasitesi- açısından kritik olduğunu vurgulayacağız. İdeolojik ve siyasi ayrışmalar bir kenara, ekoloji mücadelesinin kendisinin örgütlenmesinin önündeki engel olan devletin faşist karakteri ve politik özgürlük yoksunluğu, ancak tüm toplumsal mücadeleler devlet iktidarını hedef alan bir stratejide bir araya geldiğinde aşılabileceğinden ekoloji örgütleri için sömürgeci savaş gündemi hem nesnel olarak hep var olacak hem de kendi sınırlarını aşması için dahil olması zorunlu olan bir konu olacaktır.
Yine geçerken değinmeli: Kimi yeşil ve liberal ekolojik kesimlerde militarizme, savaşın her türlüsüne karşı olmak “en insani” tutum olarak savunulur. Haklı ve haksız savaş ayrımı yapmayan bu yüzeysel yaklaşım ise çoğu zaman siyaset dışı kalmayı, savaşın ezilen tarafında olanlarla dayanışmanın örülememesini ve ekosistemlerdeki yıkımın gerçek sorumluların hedef alınmasında muğlaklığı getirir.
Marksistler savaşa kategorik olarak karşı değildirler. Savaşın taraflarına, meşruluğuna bakarlar. Sınıf savaşımının bir aşaması elbette bildiğimiz anlamda savaşa evrilebilir ve bu ezilen/sömürülen sınıfın, egemen/sömürgen sınıfa karşı savaşı olarak haklı ve meşru bir savaştır. Bir ulusun kolektif siyasi örgütlenmesi anlamında kendi devletini kurma hakkından başka anlam taşımayan kendi kaderini tayin hakkının engellenmesine, dahası bu ulusun bireysel ve kültürel haklarının dahi yok sayılması ve asimile edilmesine, yaşadıkları bölgedeki ekosistemlerin yağmalanması ve askeri işgallere maruz bırakılmasına, doğal varlıkların yanı sıra bu ulusun emekçilerinin ucuz iş gücü olarak sömürülmesine karşı yürütülen ezilen ulusun sömürgecilik karşıtı savaşı da meşru ve haklı bir savaştır. Marksistler bu savaşları yalnızca desteklemezler, bizzat örgütlerler, ulus devletler olarak örgütlenen kapitalist sınıfın bu zor aygıtını dağıtmak için mücadele yürütürler, o ezilen ulustan değillerse ulusal kurtuluş mücadelelerine enternasyonalistler olarak katılırlar. Dahası, emperyalist devletlerin kapitalist rekabetinin kaçınılmaz sonucu olarak bugünkü Ukrayna savaşı gibi giriştikleri bölgesel ve dünyasal paylaşım savaşları karşısında da tarafsız kalmazlar, bu savaşı kendi egemenlerine yönelterek ülkedeki kapitalist sınıfa karşı bir iç savaşa evriltmeye çalışırlar.
Bugün Türkiye, Filistin ve Batı Sahra’daki gibi ya da daha farklı içeriklerle de olsa Hindistan, Filipinler, ve Kolombiya’daki gibi çok uzun yıllara yayılan savaş gerçekliği, bir yanda her türlü maddi imkanı, emperyalist tekellerle ilişkileri, ideolojik propaganda araçları olan devlet iktidarlarının, diğer yanda toplumsal çelişkilerden doğmuş ve kısıtlı imkanlarla, dayanışmayla ve büyük kayıplarla yürüyen halk hareketlerinin olduğu aşırı güç dengesizliği içinde sürüyor. Bu aşırı eşitsiz güçlere rağmen toplumsal çelişkiler çözülme yoluna girmediği sürece askeri açıdan bir “yenişememe” hali, uzayan acılara, doğal yıkımının süreklileşmesine, coğrafyaların insansızlaştırılmasına neden oluyor. Yani, savaşın bu süreğenliği bu coğrafyaların kaderi değil, kapitalist toplumsal çelişkilerin sonucu gelişir. Savaş karşıtı mücadele tam da bu nedenle ezilen, sömürülenlerin taleplerinin sahiplenilmesiyle iç içe olan siyasi bir mücadeledir. Savaşın gerçekten durdurulması da savaş karşıtlığının, barış talebinin işte bu siyasi ve gerçek toplumsal nedenlerle içeriklendirilmesiyle mümkün olabilir.
Bu ilkesel yaklaşımlarda derinleşmek önemli; ancak şimdi biraz daha bölgemizdeki tarihsel ve güncel gerçekliğimize gelelim. Son haftaların, hatta son yılların temel gündemlerinden birisi olan mülteci sorunu da savaş gündemiyle iç içe. İklim krizi kaynaklı kuraklık, tarım ve yaşam alanların kullanılamaz hale gelmesiyle göç etmek zorunda kalan yüz binlerce iklim mültecisi önümüzdeki yılların belirleyici bir teması olmayı sürdürecek. Bölgemiz özelinde ise şu an yaşanan mülteci sorunu tamamen, halkların düşmanı emperyalist ve bölgesel sömürgeci devletler ile ışid benzeri gerici çetelerin yürüttüğü savaşlardan kaynaklanıyor. Türkiye devletinin Kürdistan ile kurduğu ilişkinin nasıl sömürgeci bir temele dayandığının işaretlerinden birini burada da görebiliriz. Devletin imzaladığı sözleşmelere göre sadece kendi batısındaki ülkelerden gelen insanlar mülteci statüsü elde ederken doğudan gelenler için -örneğin son 10 yıldır Suriye’den- sığınmacı ya da özel koruma statüleri söz konusu. Savaşla doğası mahvolmuş yerlerden gelerek Türkiye işçi sınıfının parçası olmuş bu insanlar için yapılan geri dönüş tartışmasının sınıfsal bağlamının ötesinde bu tür sömürgeci bir bakış açısının olduğu da unutulmamalı. İçişleri Bakanı’nın ucuz iş gücü nedeniyle özellikle MÜSİAD’da temsil edilen orta ve yeni büyüyen kapitalist “patronlar mültecileri geri göndermemizi istemiyor” itirafı benzer şekilde sermayenin mülteciler üzerinden sömürgeci işgallere yaklaşımını gösteriyor.
Savaş, dağları, ovaları, akarsuları askeri mühimmatlarla yakıyor, insanlar dahil binlerce hayvan ve bitkiyi öldürüyor, kimyasal kirlilikle zehirliyor, ekosistemlerdeki direnci kırıyor, biyoçeşitliliği yerle bir ediyor. İnsanlar zorunlu göçe maruz kalarak kültürlerini geride bırakıyor, alışık olmadıkları yeni doğal şartlara ayak uydurmaya çalışıyorlar. Kürdistan’ın da doğal varlıkları uzun yıllardır bu şekilde yok edildiği gibi daha kolay yağmalanır hale getirildi. Fırat ve Dicle başta olmak üzere yapılan dev barajlar hem geniş alanları sular altında bırakırken hem de tarımın endüstriyelleşmesinin yolunu döşedi. Daha sonraki dönemde ise barajlar, devletin karakollarıyla birlikte planlanarak tüm bir coğrafyaya “güvenlik” gerekçesiyle şekil vermenin bir aracı haline geldi. Geçtiğimiz yıllardaki gibi Muğla’daki, Antalya’daki orman yangınlarda tartışılan, yangın söndürme uçaklarının neden kalkmadığı olurken Dersim’deki orman yangınlarında tartışılan, ordunun yaptığı operasyonun içeriği oldu. Yine geçen günlerde Şırnak’ta yüzlerce tırla günde 1500’e varan ağacın kesilip taşındığı fotoğraflarla yansıyan, korucular öncülüğünde -ve son yıllarda, devletin cihatçı çetelerle açığa çıkan işbirliğiyle- “sınır ötesi operasyonlar” öncesi ve süresince sürdürülen yoğun ağaç kesimi, kesilen ağaçların kamyonlarla Anadolu kentlerine taşınarak burada mobilya sektörüne ucuz ham madde olarak sunulması tipik bir sömürge ganimeti mantığının göstergesi oldu. Bunun bir diğer örneği yine, Afrin, Cerablus, Serekaniye gibi kentlerin işgali sonrası Türkiye’ye getirilen zeytin yağı, sabun ve tahıllar oldu. Zeytinliklerin ve küçük köylülüğün tasfiyesi daha kapsamlı bir kapitalist dönüşümün parçası olmakla birlikte özellikle Ege Bölgesi’ndeki zeytinliklerin son birkaç yıldır bu kadar pervasızca kesilebilmesi, talanı, bu ganimet sayesinde telafi edilen zeytin sayesinde olmaktadır. Bazı markaların ihraç zeytin yağları üzerinde artık bizzat Afrin’den getirildiği yazıyor.
Bu sayede şirketler kârlarını sürdürürken şovenizm ve milliyetçilik propagandasıyla kuşatılan halkın -örneğin zeytinlikler için- ekoloji direnişleri de “milli birlik ve beraberliğin” kurbanı oluyor. Bunca ekonomik kriz boyunca iktidar politikalarını şu ya da bu yönüyle her fırsatta eleştiren Türkiye kapitalist sınıfının başlıca kurumlarından TÜSİAD’ın konu işgal olduğunda iktidarı sonuna kadar desteklemesi bundandır. “Bir kurşun kaç para biliyor musunuz?” sorusu ilk bakışta bir itiraf gibi görünmekle birlikte kışkırtılan milliyetçiliğin, ırkçılığın iktidarın işçi sınıfını kontrol altında tutabilmesinin de bir yolu olduğunu gösteriyor elbette. Kapitalist sınıfın çıkarlarının temsilcisi olan “muhalefetteki” diğer siyasi partilerin işgal ve savaş karşısındaki rezil tutumları da sınıfsal temsilleri gereği yıllardır meclisteki her tezkerede, devlet-halk çelişkisinde devlet zorunun sürekli meşrulaştırılmasında gözler önündedir. İçi boş, kof bir iktidar ve “tek adam” karşıtlığının altında sömürgecilikte, işgalde ortaklaşılan kapitalist sınıf çıkarları vardır. Kürdistan’a düşen her bomba, sıkılan her kurşun Türkiye’deki işçi sınıfının fabrikalardaki, evlerdeki, okullardaki baskı ve sömürüsü üzerinden karşılanıyor. Boğazımızdan geçmeyen lokma Kürdistan’da evlere, doğaya düşen bombaya dönüşüyor. Yoksulluk, sefalet, toplumsal çürüme bu sömürgeci savaşın estirdiği ırkçı milliyetçi rüzgarların altında pekişiyor.
Bugün büyük tehditlerle duyurulan Münbiç ve Tel Rifat’a yönelik yeni işgal saldırısına ve genel olarak son yıllardaki işgallere, sözel bir savaş karşıtlığı tutumu beyanının ötesinde eylemli bir şekilde karşı çıkmak ekoloji hareketinin kendini halkın siyasal bir gücü örgütlemesinin en önemli durağı ve eşiğidir. Nasıl ki ekolojistler olarak Doğu Akdeniz’de, Karadeniz’de fosil yakıt arama bahanesiyle eşiğine gelinen savaşa karşı durmak gerekiyorduysa bugün bir kez daha savaş, yanı başımızda bile değil evimizin içindeyken, sessizliğe bürünmek o kurtulmak için büyük özlem duyulduğu söylenen “tek adam rejimi”nin istekleri doğrultusunda hareket etmek demek olacaktır.
Denebilir ki, savaş karşıtlığı konusunda kafa karışıklığı ya da şovenizm aşılsa bile ağzını açanı devlet sopasıyla dövüyorlar, bu bedeli göğüsleyecek bir örgütlülüğümüz, gücümüz yok. Bu yaklaşım, daha baştan yenilgiyi kabul etmiş; güç ilişkilerinin dinamik olduğunu, değişebileceğini unutan; küçük örgütlü gücün büyük toplumsal dinamikleri tetikleyebileceğini görmeyen; “bedel” olarak algılanan şeyin ise mücadelenin kendisi olduğunu anlamayan – ya da daha önceki tutumlardaki ürkekliğin ekoloji mücadelesinin yenilgilerinin nedenlerinden biri olduğunu da görmeyen – bir yaklaşımdır. O sopa zaten biz ezilenlerin kafasına günübirlik inmektedir, Kürdistan’da ise mermi ve bombayla katliamlar olarak gelmektedir.
Bir özgürlük isyanı olan Gezi’nin nasıl başladığını, nasıl her yere yayıldığını, nasıl milyonlara
ulaştığını bu Haziran ayı içinde bir kez daha hatırladık. Üç beş ağaçta simgelenen o karşı koyuşun, o öfke patlamasının tüm dinamikleri bugün hâlâ canlı ve taze. Ne Gezi’yi yaşayanlar tüm yaşam enerjilerini orada tüketti, ne de yeni nesil bu mücadelenin hafızasından yoksun. Popüler dizi Gibi’den Feyyaz Yiğit’in bir videosunda dediği gibi “herkesin cebinde bir telefon, açar bakarız.” Sokağa nasıl çıkmışız, polisle nasıl yüzleşmişiz, nasıl barikat kurmuşuz. Kürt halkının ve Türkiyeli işçi sınıfı ve ezilenlerin bir araya geldiği ve Gezi’nin dalgasıyla büyüyen HDK ve HDP gibi siyasal yapıların etrafında yürütülen mücadelenin ne kadar sonuç alıcı olduğu, iktidarı yenilgiye uğrattığımız 7 Haziran 2015’te görüldü. O tarihten sonraki 7 yıl işte, iktidarın bu yenilgiye karşı verdiği faşist tepki üzerinden şekillendi. Buna rağmen toplumsal direnişler, kadın, gençlik, ekoloji mücadeleleri durmadı, her şeye rağmen yenilmedi, örgütlülük gerilediyse de tamamen dağılmadı. Bu her bir toplumsal mücadele alanı toplamda hepimizin bir özsavunması olarak işlev gördü. Yani, moral bozmaya ve karamsarlığa değil, elimizdeki potansiyelin gücünü görmeye ihtiyacımız var. Geleceğimiz bu potansiyeli gerçekleştirmemize ve ezilen ulusun, yağmalanan doğanın, yok edilen türlerin kurtuluşunu birleşik bir mücadeleyle sağlamamıza bağlı.