Hükümetlerin felaket için yaptıkları harcamalar kamu bütçelerini riske atarak görülmemiş düzeylere ulaştı.
İddia edilebilir ki 60’lı ve 70’li yılların devrimci hareketinin yaptığı en önemli hata kapitalizmin esnekliğini gözden kaçırmak oldu. Sıklıkla ifade edildiği biçimiyle felaketçilik fikri, yani sistemin kendi iç çelişkilerinin baskısı altında harap olacağı, burjuvazinin kendi “mezar kazıcılarını” ürettiği (Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koduğu şekliyle) fikri o dönemde çürütülmüş görünüyordu. 70’lerin ilk yarısında kâr oranları düşme belirtileri gösterince ikinci dünya savaşından sonra uygulamaya konulan yeniden dağıtım politikaları sona erdirildi ve neoliberal devrim başlatıldı.
Kapitalizmin bu esnekliğinin egemen sınıfların özellikle akıllı veya uzak görüşlü olmalarıyla çok az ilgisi var. Aslında, hata yapmaya devam ettiler, yine de kapitalizm büyümeye devam etti. Neden?
Kapitalizm, doğduğundan beri büyük karmaşaya sahip bir dünya yarattı. Ama yine de özünde, çeşitliliğe kolaylıkla uyum sağlayabilecek basit mekanizmalara dayanıyor. Noam Chomsky’nin deyimiyle bu bir tür “üretici dilbilgisi”: sınırlı sayıdaki kural seti, sonsuz sayıda sonucu doğurabilir.
Bugün kapsam, 60 ve 70’lerden çok farklı. Ancak, küresel sol hareket bir kez daha aynı hatayı, kapitalizmi azımsama hatasına düşme tehlikesini taşıyor. Felaketçilik, bu kez, inancını yeni bir konu başlığına bağlamış şekilde biçim alıyor: iklim değişimi, ve daha genel olarak ekolojik kriz.
Sol çevrelerde endişe verici düzeyde yaygın bir kapitalizmin çevresel krizden sağ çıkamayacağı inancı var. Sistem, diye devam ediyor hikaye, mutlak sınırlarına ulaşmış durumda: petrolün de aralarında olduğu doğal kaynaklar olmadan sistem işleyemez ve bu kaynaklar hızla tükeniyor; artan sayıda ekolojik felaket, altyapıların bakım ve onarım maliyetini sürdürülebilir seviyelerin üzerinde arttıracak; ve değişen iklimin gıda fiyatları üzerindeki etkileri isyanları tetikleyecek ve toplumları yönetilemez hâle getirecek.
Felaketçiliğin güzelliği, bugün de geçmişte olduğu gibi, eğer sistem kendi çelişkilerinin ağırlığı altında ezilirse solun güçsüzlüğünün bir sorun olmaktan çıkacak olmasıdır. Kapitalizmin sonu öldürülmekten çok bir intihar biçimini alıyor. Yani, katilin yokluğunun, ki bu örgütlü devrimci hareket oluyor, bu noktadan sonra bir önemi kalmıyor.
Ama solun geçmiş hatalarından öğrenmesi yerinde olacaktır. Kapitalizm, sadece iklim krizine uyum sağlama yetisine sahip olmakla kalmayıp aynı zamanda ondan kâr elde etmeyi de başarabilir. Kapitalizmin, kendisi için durumu iki kat riskli hale getiren birisi 2008’de başlayan ekonomik, diğeri ekolojik olan çifte kriz içinde olduğu söyleniyor. Fakat, bir kriz bazen bir diğerinin çözümüne hizmet edebilir.
Kapitalizm ekolojik kriz zorluğuna iki favori silahıyla karşılık veriyor: finansallaştırma ve militarizasyon. Kriz zamanlarında, örneğin, piyasalar eş zamanlı olarak ücretlerde kesintiye ve insanların tüketime devam etmesine ihtiyaç duyacak. Kredi akışını açmak bu iki çelişkili gereksinimin uzlaşmasını sağlar, en azından bir sonraki finansal krize kadar.
Costas Lapavitsas’ın yakın zamanda göstermiş olduğu gibi, malli sermaye günlük yaşamımızın her köşesine ve çatlağına sızmış durumda: konut, sağlık, eğitim, hatta doğa. Karbon piyasaları, hava ve biyoçeşitlilik türevleri, felaket tahvilleri, diğer finansal araçların arasında yeni bir “çevresel finans” ürünleri çeşitliliğine ait kavramlar. Her biri kendine has bir işleyiş biçimine sahip, ama toplamda amaçları, iklim değişiminin artan maliyetlerini hafifletmek ve yaymak ve de çevrenin aşırı sömürüsünün önünü açmak.
Örneğin, felaket tahvilleri veya “kedi tahvilleri” denilen tahviller geleneksel devlet veya özel bonolarda olduğu gibi gelecek yatırımlarla bağlantılı değildir. Bunun yerine olası bir felaketle bağlantılıdır, mesela, Japonya’da bir deprem veya Birleşik Krallık’ta süregiden bir sel, ki bunların sigorta sektörüne maliyetinin 3 milyar pound’u bulduğu hesap ediliyor. Bir hükümet fon oluşturmak için “kedi tahvillerini” sürer. Karşılığında, yatırımcılara çekici bir faiz oranıyla ödeme yapar. Eğer felaket gerçekleşirse, hükümet parayı tutarak altyapının yeniden inşası ve mağdurların tazminine harcar. Eğer buna harcamazsa, yatırımcılar sonunda parayı geri alır (ve faizi de ellerinde tutarlar).
İklim değişimi nedeniyle giderek artan doğal felaketlerle birlikte hükümetlerin felaket yönetme süreçlerindeki harcadıkları para miktarı görülmemiş düzeylere ulaştı. Bazı bölgelerde, kamu bütçelerini zor duruma soktu. Felaket sigortalarının finansallaşması bütçeleri sözde dengede tutmaya yarıyor. Bunun felaket tehdidi karşısında sürdürülebilir bir karşılık olup olmadığı halen yanıtını bekliyor. Ancak, sistemin bakış açısından, pekala bu sürdürülebilir gibi görünüyor.
Finansallaşmanın ardından ekolojik krize verilen ikinci kapitalist yanıta gelelim: militarizasyon. Geçen on yılın ikinci yarısından beri dünyadaki tüm büyük ordular iklim değişiminin askeri sonuçlarını açıklayan detaylı raporlar yayınladılar. Egemen sınıfların farklı sektörleri arasında, askeriye, çevresel krizi en çok ciddiye alan sektör, keza çevre savaşta kritik bir parametre. Şu ana kadar yazılmış en büyük askeri bilimsel inceleme olan Clausewitz’in Savaş Üzerine kitabı, “arazinin” önemini açıklıyor. Yani, çevresel parametrelerin değişmesi, orduyu etkileyip etkilemediği ve hangi düzeyde etkilediği, askeriye için çok önemli bir mesele.
2007’de ABD’de yayınlanan üst düzey generaller tarafından hazırlanan Ulusal Güvenlik ve İklim Değişimi Tehditi başlıklı bir raporda, iklim değişimi mevcut tehlikeleri şiddetlendirecek bir “tehdit çoğaltıcı” olarak tanımlanıyor. Örneğin, iklim değişimi “başarısız devletleri” daha da güçsüz düşürerek teröristlerin topraklarda daha kolay sığınak bulmasını sağlıyor. Veya, iklim göçünün tetikleyerek göçmenlerin ulaştığı ve etnik çatışmaları tırmandırdığı bölgeleri istikrasız hale getiriyor. Rapor, ABD ordusunun taktiklerini ve ekipmanını değişen çevre koşullarına uyumlu hale getirmesi gerektiğini ifade ederek sonuçlanıyor.
Finansallaşma gibi militarizasyon da risk azaltmak ve sermaye birikimi için uygun bir fiziksel ve toplumsal çevre yaratmakla ilgili. Bu ikisi bir tehdit belirdiğinde sistemin yarattığı bir “antikor” gibi işlev görüyor. Bu ikisini, Naomi Klein’in Şok Doktrini kitabında tanımladığı şok biçimlerini alması gerekmiyor: daha çok toplumsal yaşamın her alanına yavaşça yayılan daha aşamalı bir süreç.
Sistemin mantığındaki hiçbir şey bundan vazgeçilmesini sağlayamaz. Bir çevresel terkedilmişlik ve çatışkı dünyası, koşullar yatırımı ve kârı garantilediği sürece kapitalizm için işlev görür. Ve, bunun için, eski dost mali sermaye ve askeriye hizmete hazır. Bu akıldışı mantığa bir dur diyecek devrimci bir hareketi inşa etmek bu nedenle bir tercih meselesi değil. Çünkü, eğer sistem hayatta kalırsa, yaşamaya değer yaşamlar bunu başaramayacak demektir.