19 Mart 2021
Salgın koşullarının sokağı daralttığı koşulların ardından özgüvenini yeniden toparlayan toplumsal hareketler yönünü tekrar sokağa döndü. 25 Eylül’de 6. küresel iklim grevi günü başlayan Kazma Bırak kampanyası bileşenleri Yunanistan, Kıbrıs ve Türkiye’de bulundukları kentlerde yine iklim grevi eylemleri düzenlediler, ortak eylemlere katıldılar, sosyal medyadan döviz ve pankartlarla video ve görseller paylaştılar. Böylelikle, hem genç iklim eylemcileri hem de kampanya imzacısı olmayan çevre örgütleri tarafından kampanyanın daha fazla sahiplenmesini sağlayan eylemleri ortak örgütleme çabası gösterdiler.
Eylemlerin insanları fiziksel olarak bir araya getirdiği yerlerde polisin 2911 sayılı kanunu gerekçe göstererek eylemleri yaptırmama çabasına karşı eylemciler dağılmama iradesi gösterdiler. İklim grevi gününün henüz ekolojistlerin ve siyasi örgütlerin devletle çarpışma gününe dönüşmemiş olması polisin iklim eylemcilerinin taleplerini henüz kavrayamamasında açığa çıkıyordu. Bu, polisin eylemlerin her gün veya her hafta tekrarlayan direniş eylemlerine dönüşmeme şartıyla basın açıklamalarına müdahale etmemesini sağladı. Çoğu kentteki yağışa ve salgın etkisine rağmen bir ilk adım olarak ortak basın açıklamaları okundu. Bu açıdan Kazma Bırak kampanyası, iklim krizine karşı genel geçer sera gazı salımlarının azaltılması, iklim politikalarının geliştirilmesi taleplerinin ötesinde bir söylem, pratik ve örgütlenmenin zemini adım adım yaratmada somut bir adım atmış oldu.
Eylemlere Polen Ekoloji Kolektifi’nin yanı sıra başta EGEÇEP olmak üzere Ekoloji Birliği bileşenleri, Ekoloji Birliği Gençlik Meclisi, Yeşil Sol Parti, Eko-Öğrenci Hareketi, Hayvan Hakları Meclisi ve diğer demokratik kitle örgütleri katıldı. Adana gibi örneklerde ise siyasi partilerin ortaklaştığı daha geniş bileşimler vardı. İstanbul, Adana, Ankara, İzmir, Denizli, Çanakkale, Söke, Akçakoca, Diyarbakır, Bursa, Fatsa, Trabzon’da ortak basın açıklaması, döviz tutarak bir süre nöbet tutma, kampanyanın el ilanlarının dağıtılması gerçekleştirildi.
Yunanistan’daki eylemler ise Atina’da Syntagma, Petroupoli, Oros Aigaleo, Girit’te Psilo Kastelli, Keris Forest, Heraklio, Voulismeno Aloni, Selanik’te Beyaz Kule ve 40 ekklisies’te, yanı sıra Volos, Corfu, Preveza, Vrontados Chios ve Volissos Chios kentlerinde gerçekleşti.
19 Mart günü çevrimiçi düzenlenen ortak forumla sona erdi. 2 saate yakın süren forum boyunca 90’ın üzerinde katılımcı forumu aktif bir şekilde takip etti. Konuşmacılar hem iklim krizine karşı Kazma Bırak kampanyasının öneminden bahsettiler hem de kendi durdukları yerlerden iklim krizine karşı nasıl bir mücadele, nasıl bir yan yana geliş sorularının yanıtlarını aradılar.
Foruma Yunanistan’dan Nikos Anastasiadis, Kıbrıs’tan Murat Kanatlı ve Natasa Ioannou, Avrupa’da fosil yakıtlara karşı mücadele platformu olan Gastivists platformundan Naomi Kreitman, Ekoloji Birliği eşsözcüsü Süheyla Doğan, EGEÇEP eşsözcüsü Ali Osman Karababa, Eğitim-Sen genel başkanı Nejla Kurul, Kazadağları Ekoloji Platformundan Süleyman Eryılmaz, Kazdağları direnişi nöbetçisi ve Kazdağları Kardeşliği’nden Ferzan Aktaş, Salihli Çevre Platformundan avukat Seçil Ege Değerli, Yeşil Sol İklim Çalışma Grubu’ndan Bilgesu Yılmaz, Boğaziçi Dayanışması’ndan Mısra Şen ve Adana Çevre Platformundan Yaşar Gökoğlu konuşmacı olarak katıldı.
Bu yılki grevin sosyal medya etiketleri olan #BoşVaatlerİstemiyoruz ve #NoMoreEmptyPromises etiketlerinin yanı sıra #MasSkavounTonLakko (#MezarlarımızıKazıyorlar) ve #KazmaBırak etiketleriyle paylaşımlar yapıldı.
Kazma Bırak kampanyası Türkiye koordinasyonunun 19 Mart iklim grevi ortak açıklaması şu şekilde:
“Herkese merhaba, 7. küresel iklim grevi eyleminde bir araya gelmekten dolayı çok mutluyuz. Zira salgın bizi uzun süredir ayrı düşürmüştü, yaklaşan baharla birlikte iklim için, doğamız ve geleceğimiz için yeniden sokakta olmak adına iyi bir fırsattı bugün. Salgında düzenin çarklarının dönmesi için işe gitmek zorunda bırakılan işçilere alınmayan önlemlerin sokakta en ufak bir hak talebinin savunulması için bir araya gelenlere karşı nasıl uygulandığını bir kez daha görüyoruz bugün. Ve sonda söyleyeceğimizi başta söylüyoruz: İklim krizine karşı iklim adaletini savunmak bir yaşam hakkı mücadelesidir.
Geçen yıl salgının ortasında her gün yüzlerce insanımız alınmayan önlemler ve yanlış politikalar sonucu canını kaybederken bize bir “müjde” verildi devletin tepesinden. Karadeniz’de gaz bulduk, 2023’e kadar rekor bir hızla çıkarıp enerji bağımlılığımızı azaltacağız dendi. Hemen ardından Akdeniz’deki karmaşık jeopolitik ilişkilerin ana gündemlerinden birini oluşturan yine deniz tabanındaki madencilikle çıkarılacak fosil yakıtların paylaşımı yüzünden neredeyse bir kez daha savaşın eşiğine gelindi. Oysa kendini kötüleşen ekonomi ve salgın koşullarında bulan halk, müjdeler geldikçe bir de doğa talanı karşısında kendinin ve tüm canlıların yaşam hakkı derdine düşüyordu bu kez de.
Nasıl bir çağda yaşıyoruz sorusuna bugün neşeyle cevap verebilecek bir kişi bile kalmadı. Dünyanın her köşesinde büyük bir ekolojik çöküş yaşanıyor. Ekosistemler kirlilikle, biyoçeşitlilik kaybıyla, ormansızlaştırmayla, yıkıcı arazi kullanımıyla yok oluyor. Bu çöküşün en ciddi boyutunu ise en yıkıcı etkileriyle iklim krizi oluşturuyor. İşte bu koşullar altındayken müjde diye ilan edilen her yeni fosil yakıt projesi, bugünümüzden, geleceğimizden çalan birer yıkım projesidir aslında. Atmosfere salınan her gram karbondioksit bir sonraki mevsim yaşam alanlarımızı vuracak büyük fırtınaların ya da susuz geçecek yazların habercisi.
Devlet yetkilileri ve daha fazla kâr için avcunu ovuşturan şirket sahipleri, aşırı iklim olaylarının felakete yol açması karşısında iklim değişikliğini, doğayı suçluyor. Ya doğanın kendisinin değiştiğini iddia ediyorlar ya da tüm insanların tüketim faaliyetlerinin, bireysel alışkanlıklarının bu felaketlere neden olduğunu söylüyorlar. Kendileri ise sütten çıkmış ak kaşık. Oysa biz biliyoruz ki, sadece insanları ve insanların yaşam alanlarını değil, dünya üzerindeki tüm canlıları tehdit eden bu ekolojik çöküş ve iklim krizi, adına kapitalizm dediğimiz toplumsal üretim tarzının ve onun dayattığı toplumsal düzenin sonucudur. Üretim sistemlerinin kontrolünü elinde bulunduran bir avuç sermaye sahibi ve onları korumak için yasalar çıkaran devletlerdir bu krizin sorumlusu. Kıt kanaat geçinmek için çalışmak zorunda olan işçiler değil, diğer herkesten daha çok sömürüye maruz kalan kadınlar, lgbti+’lar, mülteciler değil. Ama sonuçlarıyla en çok yüzleşen toplumsal kesimler bunlar, işçi sınıfı ve ezilenler.
Bilim insanları karbondioksitin atmosferde sera etkisi yarattığını 100 yıldan fazla bir süre önce ortaya koymuştu. Fosil yakıtların kapitalizmin ana enerji kaynağı olması elbette bu bilginin hiç umursanmadan bir kenara atılması için yeterdi. 1970’lerde ekosistemlerde ve iklimde yaşanan bozulmalar artık göz ardı edilemeyecek noktaya geldiğinde devletler, bir yandan toplumsal baskıyı soğurmak, bir yandan da bu sorun karşısında pazarlıklar yapmak için BM çatısı altında farklı yapılarda, konferanslarda, sözleşmelerde bir araya geldiler. 50 yıldır süren bu BM müzakerelerinin sonucu tam bir fiyaskodur. 1992’den bu yana süren BM İklim Konferansları ise önce bir yeşil kapitalizm denemesi olan Kyoto Protokolünü doğurmuş, onun başarısızlığı kanıtlanmışken bu kez Paris Anlaşması karşımıza zafer edasıyla çıkarılmıştır. Her iki anlaşma da iklim krizinin geldiği noktada, yapılması gerekenlerin, yani fosil yakıtlardan hızla bir çıkışın, ekosistem restorasyonunun, adil dönüşümün, enerji demokrasisinin, iklim adaletinin gerektirdiklerinden tamamen uzaktır. Devletler ve şirketlerin o kırılgan kârlılıklarına ne kadar az zarar gelir endişesi dışında bir endişe taşımamaktadır. Önümüzde 1,5 derece, 2 derece gibi hedefler olduğunu söylüyorlar. Oysa ki bunlar birer hedef değil, iklim krizinin kontrol edilemez noktaya geçeceği eşikler, sınırlardır. Dahası bu eşiklere gelmeden daha bugünden yaşanan felaketlerin bedeli, önemi hiç yokmuş gibi davranılmaktadır. Bizim için iklim krizi 1,5-2 dereceden ibaret değildir. Her gün canımızla, doğamızla bedelini ödediğimiz, günlük ezme-sömürme düzeninin bir parçasıdır.
Yaşam alanları mahvolmuş milyonlarca insan bugün iklim mültecisi konumundadır. Oysa BM, AB ve diğer ülkeler sorumluluk almamak için bu tanımı dahi kabul etmemektedir. Milyarlarca dolarlık yenilenebilir enerjiye, yeşil ekonomilere geçiş programları birer göz boyamadır, yeşil yıkama, yani green-washing faaliyetidir. Bir yandan yine milyarlarca dolarlık fosil yakıt projelerine fon ayrılmaya devam edilmektedir. Sermayenin kuralları, doğa kanunlarının üzerinde tutulmaktadır bu programlarda. 2030, 2050, 2100 gibi yıllara göre belirlenen hedeflerin gereken sera gazı azaltımının yakınına yaklaşmadığını Birleşmiş Milletler Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin kendi raporları ortaya koymuştur.
Türkiye’de de devlet, dünya devletlerin bu aymazlığına eşlik etmektedir. Karbon salımlarını sıfırlama gibi bir hedef hiçbir zaman ortaya konmamıştır. 2030 sera gazı azaltım hedefleri, ekonominin çok yüksek büyüme göstereceği tahminlerine göre yapılmış ve sera gazı salımların dünyada 15. sırada olan Türkiye gerçekte bir azaltım değil bugünden neredeyse % 30’a varan atış göstermeyi vadetmiştir Paris iklim görüşmelerinde. Bir yandan tek bir günde mevsimi dışında ve ilgisiz alanlara milyonlarca fidan dikilirken diğer yandan yetişmiş ağaçların olduğu ve tüm canlılarıyla orman ekosistemlerinden elde edilen odun miktarı rekorlar kırmaktadır. Bir yandan tamamen şirketlerin kontrolünde yürüyen YEKA süreçleriyle yenilenebilirde hızlı ilerleme olduğu söylenirken diğer yandan “yerli ve milli” kömür çıkarımında rekorlar kırılmaktadır.
Bu koşullar altında tüm dikkatini bu ekolojik çöküşü durdurmaya vermesi gereken iktidar, aksine iktidarını korumak ve sermayenin doğa talanını kolaylaştırmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmemektedir. Karadeniz’de bulunan fosil gazı, daha önce Romanya’nın ekonomik münhasır bölgesinde bulunan Neptün Deep sahasına çok yakın bir yerde. Petrol tekeli ExxonMobil, buradan çıkan gaz maliyetleri karşılamayacağı için çekilmişti. Yani mesele yakıtın ucuz olmasına gelene kadar ödenmesi gerek n bir çıkarma ve altyapı maliyeti vardır. İşte bu bizim vergilerimizle ödenecektir. Yani, zaten Tuna nehrinin taşıdığı çöpler ve atıklarla kirlenmiş Karadeniz’in deniz tabanı da mahvedilecek hem de halkın cebindeki parra yine şirketlere akıtılacaktır. Yani, bize hem malını hem canını diyorlar.
Aynı şey Akdeniz için de geçerli. Yıllardır bölgedeki kapitalist devletler izledikleri politikalarla halkları milliyetçilikle birbirine düşürmek istemektedirler. Milli gelirlerine göre dünyada en çok askeri harcama yapan ülkeler arasındaki iki ülke Türkiye ve Yunanistan’dır. Bunu yaparken ise doğal varlıkların talanı için paylaşımlar yapmaktadırlar. İşte Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail, Mısır ve İtalya’nın dahil olduğu EastMed ve Poseidon projeleri. İşte Türkiye Petrol Anonim Ortaklığı’nın Osmanlı padişahlarının adını taşıyan gemilerle yaptığı sondajlar. Akdeniz kırılgan bir ekosistemdir, biyoçeşitlilik kaybı yoğundur, Süveyş kanalından iklim krizinin sonucu gelen istilacı türler yerel türleri tehdit etmektedir. Aynı zamanda burası bir deprem bölgesidir. Tüm bunlara rağmen ekosistemi korumak yerine savaş söylemleri havada uçuşmaktadır. Bunlar halklara yönelen savaşlardır. Bizler halklar arasında barışı savunuyoruz, ama işçi sınıfının kapitalist sınıfa savaşını iklim krizine karşı mücadelede elzem görüyoruz.
Bugün yaşadığımız krizler aynı zamanda jenerasyonlar arası bir adaletsizliği de gün yüzüne çıkarıyor. Bugün çocuklar ve gençler hiçbir sorumlulukları olmadan geleceği belirsiz bir dünyanın içine bırakılmışlardır. Bu altüst oluş içinde onların mücadele bir özne olarak öne çıkmaları hem tarihseldir hem de umut vericidir. Gençlerin 2018’den bu yana süren iklim isyanını büyütmek hepimizin sorumluluğudur. İklim grevlerinde ve diğer tüm toplumsal adalet mücadele ve direnişlerinde yan yana olmak, dayanışmanın da ötesine geçip ortak yapılarda ve programlarda birleşmek bizi kazanmaya götürecek yoldur.
Bizler, bir önceki iklim grevi günü olan 25 Eylül’de bağlattığımız Kazma Bırak kampanyasıyla uluslararası iklim mücadelesindeki yerimizi alıp bu can alıcı gündemi burada da politik gündemin merkezine taşımak istiyoruz. Kampanyada bugüne kadar Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın iki tarafında ulusal koordinasyonlar oluşturduk ve planlarımızı enternasyonal bağları güçlendirecek şekilde birlikte örgütlüyoruz. Bugünkü iklim grevi eylemlerinde de Yunanistan ve Kıbrıs’taki dostlarımız da Akdeniz’deki fosil yakıtların yeraltında bırakılması ve halklar arasında adil ve onurlu bir barış talepleriyle sokağa çıkıyorlar. İklim gerçekten hepimizin meselesi, çünkü hepimiz nefes alıyoruz, yemek yiyoruz, su içiyoruz; bu kadar basit. Bugün tüm dünyada eylemleriyle bu gerçekleri bir kez daha haykıran başta gençler olmak üzere tüm eylemcileri selamlıyoruz. Mücadelemiz ortak, farklı dilleri konuşsak da seslerimiz ortak.
70’ten fazla örgütün imzaladığı kampanyamızın ilk açıklamasında belirttiğimiz gibi:
- “Daha fazla fosil yakıt keşfi için rasyonel bir gerekçe bulunmamaktadır. Enerjiyi kâr vurguncularının elinden alıp bölge halklarının ortak demokratik kontrolüne sunmalıyız.
- Demokratik kontrol altındaki enerjinin üretimi ve tüketiminin yerelleştirilmesini sağlamalıyız.
- Enerji projeleri için yerel ve bölgesel çevrenin tahrip edilmesini durdurmalıyız.
- Enerjinin dağıtımında kâra değil, toplumsal ihtiyaçlara göre dağıtımla enerji adaletini sağlamalıyız.
- Enerji üretimini ve dağıtımını yeniden kamu mülkiyetine alarak enerjideki özel mülkiyete dayalı fırsatçılığı sona erdirmeliyiz.
- Yeni fosil yakıt araştırmalarına ve yeni rezervlerin açılmasına HAYIR!
- Ülkelerimiz arasındaki çatışmaya HAYIR!
- İklim adaletine ve barışa EVET!”