Çeviri: Şule Çiltaş
21.Yüzyıl Kapitalizmi esas itibariyle “hafriyatçı”[1] hale geldi: birincil üretime[2] özgü çeşitli dinamikler, bugün artık ekonominin diğer sektörlerinde karşılık buluyor. Bu durum da ekstraktivizm hakkında daha geniş bir okuma yapmamızı gerekli kılıyor.
Topraktan sökülüp alınan minerallerin elektronik ve yüksek teknolojiye sahip cihazlarımızda yer aldığını biliyoruz. Ancak bu yalnızca çıkış ve varış noktalarını belirler. Eksiksiz bir güzergahı inceleyebilmemiz için, hareketi, hafriyat alanlarından yola çıkarak kavramalı; bunu yaparken de, Google’ın kendisini dahi kıskandıracak bir yapay zeka, big data ve robotik gösterisinde, Şili’deki, Arjantin’deki, Brezilya ve bütün dünyadaki aynı birincil üretim alanlarına geri dönen ürünlerin işlendiği Çin fabrikalarına giden yolu takip etmeli.
Martín Arboleda’nın Planetary Mine: Territories of Extraction under Late Capitalism (Verso, 2020) adlı kitabında çözümlemeye giriştiği de işte bu dünya; çağdaş kapitalizmi anlamak isteyenler için büyük yayıncılık yeniliklerinden biri, ayrıca esaslı bir çözümleme. Arboleda’ya göre “gezegensel maden” sistemi, kapitalist üretim tarzının çifte küresel dönüşümünün ürünü: Ekseni Pasifik’e doğru kayan geç sanayileşmenin yeni bir coğrafyası ve bu yolla, “lojistik devrim” olarak tanımlanacak benzeri görülmemiş bir bütünleşme süreci. Böylelikle ekstraktivizm, kelimenin tam manasıyla birincil sektörün sınırlarının ötesine geçiyor ve mantığını dijital teknolojilere, lojistik sistemlere, emlak ve finans sektörüne vs yansıtıyor. Ona göre “küresel maden” ya da “gezegensel maden” çerçevesinde düşünmek, küresel ekonominin karşılıklı bağımlılık ilişkilerini kavrayabilmek açısından teorik-metodolojik mekanizmaların geliştirilmesini gerektiriyor. Bu aynı zamanda birinci dereceden politik-stratejik nitelikteki bir soruna dikkat çekmek için bir fırsat: işçi sınıfının üretici öznelliğinin parçalanmışlığının üstesinden gelme çabalarını iki katına çıkarma ihtiyacı.
Nicolas Allen: Kitabınızın en yıkıcı unsurlarından birinin, hafriyat endüstrisini endüstriyel kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olarak ele almamıza sevk etmesi olduğunu düşünüyorum, oysa bu endüstri, geleneksel olarak imalatçı endüstrisinin dışında bir şey olarak görülüyor. Ekstraktivizm mevcut birikim modelini nasıl belirliyor?
Martín Arboleda: Hafriyatçı sürecin hafriyat alanın ötesine geçtiğini iddia etmek kör göze parmak bir hakikat gibi görünebilir. Konu hakkındaki çözümlemelerin büyükçe bir kısmı, şirket, Devlet ve sınırları çizili bir bölgeye ait topluluk arasına yerleşen ilişkilerin incelenmesiyle yetiniyor. Bunlar genellikle doğayı anlamamızı mümkün kılarken, maden, petrol kuyusu ya da tarımsal-endüstriyel sömürünün, sıklıkla gezegenin önemli bir kısmına yayılan geniş bir toplumsal ilişki ve sosyo-teknik altyapı ağının yalnızca başlangıç noktası olduğu gerçeğini hesaba katmazlar. Bu çalışmalar, birincil üretimin küreselleştiği öncülünden yola çıksalar da bu küreselliği mümkün kılan mekanizmaları, ağları, akışları ve güç ilişkilerini araştırmaz.
Başka bir deyişle bu durum, tam olarak açıklanması gereken şeyi olduğu gibi, hiç sorgulamadan kabul etmek anlamına gelir. İlk iş olarak, Apple, Microsoft, Foxconn, Huawei vs gibi şirketlerin elindeki elektronik endüstrisinin yeniden yapılandırılmasının bölgedeki doğal kaynakların hafriyat ve mantık stratejilerine doğrudan etki eden yeni bir endüstriyel örgütlenme ve kentleşme paradigması olasılığını nasıl açtığını anlamadan Latin Amerika’da hammadde süperdöngüsü olarak adlandırılan şeyi anlayamayız. Genel olarak “Wintelism” [3] olarak adlandırılan bu endüstriyel paradigma, elektronik cihazların üretiminde tasarım ve imalatın net bir işlevsel ayrımına dayanmaktadır.
Üretim zincirinde tasarım ve uygulama arasındaki bu ayrım, sırası gelince Asya’da imalatçı endüstrinin uzmanlaşmasını ve dikey entegrasyonunu teşvik etti; bu durum da Edward Burtynsky’nin etkileyici fotoğraf çalışmalarına tanık olduğumuz gibi, devasa ölçekte işleyen üretim sistemlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Foxconn’un Shenzhen’deki en büyük fabrikasının en yoğun olduğu dönemde yaklaşık 400.000 çalışanı vardı, bu da Ford’un Amerika Birleşik Devletleri’ndeki River Rouge sanayi kompleksinden dört kat daha büyüktü. Endüstriyel ölçekteki bu genişleme, doğal olarak, kaynaklara olan talebin yanı sıra gereken kaynak tipinde de üslü bir artışla kendini gösterdi. En yeni nesil bir akıllı telefonun otuz kadar farklı maden içerebileceğini unutmayalım. Tek başına bu, son derece sofistike bir küresel tedarik zinciri gerektirirken, bu küreselleşmiş fabrikaları dünyanın dört bir yanındaki çok çeşitli hafriyat alanına bağlayabilir. Bununla birlikte, hafriyatçılığı, birbiriyle bağlantılı bir olgu olarak düşünmeyi özellikle acil kılan olgulardan biri, belki de hafriyat endüstrilerinde “lojistik dönüm noktası” olarak kabul edilebileceğimiz şeydir. Asya tarzı ekonomiler etrafında yapılanan yeni bir uluslararası iş bölümünün yükselişiyle birlikte, madenlerin sevk edildiği çok uzun mesafeler, farklı halkalar arasındaki bilgi asimetrilerini ve verimsizlikleri ortadan kaldırmak için tedarik zincirinin teknolojik olarak modernleşmesine yol açtılar.
20.yüzyılın son otuz yılı boyunca, Japonya, Güney Kore ve Çin, deniz taşımacılığı ve liman altyapısında yeni teknolojik ilerlemeler geliştirdi; bu ilerlemeler de hammaddelerin Pasifik Okyanusu boyunca taşınması için gereken sürenin önemli ölçüde azalmasını mümkün kıldı. Neticede, maden izlenebilirliği[4] ve tedarik zincirlerinin haritalandırılma teknolojilerinin uygulanması, birincil üretim, liman sistemi ve hem karada hem denizde ulaşım arasında daha sistematik ve sofistike bir işlevsel entegrasyon süreci yarattı.
Madencilik operasyonları da öncelikli olarak hafriyatın ve açık ocak madenciliğinin neden olduğu çökmelerle ilgilenmiyor: artık dolaşım hızına, lojistik sistemlerin değişen koşullara uyarlanma yeteneğine ve kesintisiz maden akışına odaklanmak da söz konusu. Planetary Mine‘ın tezi, hafriyat zincirindeki bu lojistik entegrasyon sürecinin kavramsal bir çalışmayı gerektirdiğini iddia etmekten ibaret; ki bu çalışma, birincil üretimin, ekonominin diğer sektörleriyle olan bağlantılarının yanı sıra geleneksel olarak da analiz edildiği kavramsal çerçeveyi eş zamanlı olarak genişletip kompleks hale getirmeyi mümkün kılar.
N.A.: Ulaşım teknolojilerinin endüstriyel örgütlenmeye her zaman az ya da çok doğrudan bir etkisi olmuştur. Teknolojik ilerlemelerin buhar ya da sonradan gaz kullanımına izin verdiği su geliyor aklıma; ki bu ilerlemeler hem imalatçı üretimi hem de malların taşınması biçiminde çifte bir yeniden yapılanmaya yol açmıştır. Bu fikri birincil üretime genişletmeyi öneriyorsunuz, değil mi?
M.A.: Kesinlikle. Ulaşım sistemleri, modern tarih boyunca, coğrafi olarak uzak doğal kaynaklara erişim sağlamak için teknolojik inovasyonda önemli bir rol oynadı. Büyük ekonomik işletmeler, nakliye maliyetlerini azaltıp ticari hegemonyalarını korumak amacıyla giderek daha etkili ulaşım ve navigasyon teknikleri geliştirmek zorunda kaldılar. Mesela 16. yüzyılda İspanya’nın Atlantik boyunca altın ve gümüş taşımak için kullandığı brigantinleri [5], 17. yüzyılda odun taşımak için Hollanda yapımı filintayı, 19. yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun Amazon’dan guano[6] ve kauçuk nakletmek için kullandığı gemilerin mekanizasyonunu, hatta bugün, Pasifik Okyanusu vasıtasıyla Brezilya’dan Çin’e demir taşıyan, şimdiye kadar yapılmış en büyük kargo gemisi olan Valemax’ı zikredebiliriz.
Ancak son on yılların lojistik devrimini tarihsel olarak benzersiz bir olguya dönüştüren şey, nakliyeyi diğer üretken faaliyetlerden ayıran çizgilerin bulanıklaşmasıdır. Geleneksel olarak lojistik, nakliye ve depolamaya indirgenmişti. Bununla birlikte son zamanlardaki pek çok teknolojik yenilik, bütünsel-küresel sistem olarak tedarik zincirinin entegre yönetimini hedefleyen genel bir dolaşım bilimi şeklinde kendisini yeniden keşfetmesine izin verdi.
Benim düşünceme göre, “lojistik devrime” dair eleştirel incelemelerin en büyük katkılarından biri, sermaye birikimi sürecinde dolaşım alanının artan öneminin altını çizmeleri hakikati oldu. İşleri son derece lojistik olan Walmart ve Amazon gibi şirketlerin, 21. yüzyılda yeni bir endüstriyel örgütlenme paradigmasına öncülük ettiğinin düşünülmesi, dünyasal ekonomide dolaşımın önemine tanıklık ediyor.
Dolaşım politikası tam olarak, hafriyatın genişlemiş bir sömürü teorisinin geliştirilmesine katkıda bulunma olasılığıyla ilgilidir. Benim çalışmam, çıkış noktası olarak sermaye dolaşımının eleştirel bir çözümlemesini alıyor; tekil bir sosyo-metabolik dönüşüm sürecinin farklı anları olarak, üretimi dolaşımı, dağıtımı ve tüketimi içine alan bir çözümleme. Sermayenin dolaşımı hakkında eleştirel düşünmek, değeri, sırayla, metodolojik bir merci haline getirmeyi barındırır. Değere yapılan metodolojik vurgu, madenin insan emeğinin bir ürünü olduğunu, bu nedenle de hafriyat alanlarının teknolojik ve üretken örgütlenmesi gibi, farklı işçi kategorilerinin (maaşlı olsunlar ya da olmasınlar) gündelik gerçekliğini çözümlemenin gerekli olduğunu bize hatırlatır.
Hafriyat süreçlerinin çözümlenmesinde değere odaklanmanın önemi, Marx’ın Grundrisse‘de işaret ettiği gibi, sermayenin “geçerli değer” olması hakikatinden de kaynaklanmaktadır. Bu açıdan değer dinamik bir kendiliktir; sermaye-emek ilişkisinin ötesine yerleşen (paketleme, nakliye, depolama, finansman, yıllık gelir kapitalizasyonu, pazarlama, tüketim faaliyetlerini de içeren) süreçler ve uygulamalar sayesinde üretim sürecinde yaratılır ama ancak piyasa ekonomisinde gerçekleşir.
Kârlı bir şekilde yararlanmak için gerekli teknolojilere sahip değilseniz, bir maden yatağına erişmenin bir anlamı yoktur. Bunlar piyasaya hızlı ve tamamen güvenli bir şekilde sunulmuyorsa maden hafriyatının da bir anlamı yoktur. Bundan ayrı olarak, madenler piyasada satılır, kârın bir kısmı da üretim sürecine yeniden yatırılmazsa, şirketler arasındaki rekabete ve teknolojik ilerlemelere yenik düşme riski doğar. Dolayısıyla bu “mevcut değerin” bir gerçekliğe dönüşmesi ve sermayenin işlevlerini yerine getirmesi için piyasada gerçekleşmiş olmalıdır. Değer, farklı evreleri ya da varoluş biçimleri arasında sürekli olarak geçiş yapmalıdır, aksi takdirde değeri düşmüş, yok edilmiş ya da geçerliliğini yitirmiş olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Değeri, dolaşımın alanında somut bir varlık kazanan potansiyel açısından anlamak, bana göre, hafriyatın genişlemiş coğrafyasını görünür kılmak için verimli bir metodolojik stratejidir.
Birikim dinamiğinden dolaşıma doğru olan bu kayma, Kapital’in II. cildinde olağandışı bir ilgi uyandırdı; burada Marx, meta üretim sürecinin daha sınırlı bir kavramının ötesine geçerek, değerin gerçekleştirilmesini, farklı kriz ve karışıklık dönemlerine tabi, doğası gereği çalkantılı bir süreç açısından çözümler. Hafriyat endüstrilerinde, dolaşım alanının genişlemesi ve karmaşıklaşması artan siyasallaşmasıyla birlikte gelişti. Hatta günümüzde, hafriyatı en fazla etkileyen bazı mücadele ve toplumsal seferberlik biçimlerinin, dolaşım alanıyla (liman tesisleri, petrol boru hatları, demiryolları, otoyollar, süpermarketler, kara veya deniz koridorları vs.) ilgili olduğu söylenebilir. Choke points (Boğum noktaları) adı da verilen dünyasal tedarik zincirlerinin darboğazları böylelikle, 21. yüzyılda bölgesel mücadelenin ve küresel isyanın yeni manzarasının kilit alanlarına dönüştü.
N.A.: Hafriyat endüstrilerine yönelik bu yeni yaklaşımı gerekli kılan belli başlı noktalar nelerdir?
M.A.: Sermaye birikiminin küresel sürecine dair birleşmiş bir anlayış gerektiren başlıca tarihsel dönüm noktası, belki de Yeni Uluslararası İş Bölümü (NDIT) olarak adlandırılan şeydir. NDIT, Doğu Asya ekonomilerini Pasifik Okyanusu etrafında yapılanan yeni bir dünyasal sistemin çekim merkezi haline getirdi. Modern tarihte benzeri görülmemiş bu jeo-tarihsel olay, 16. yüzyıldan beri Atlantik Okyanusu etrafında Avrupalı güçler ve ABD ile örgütlenmiş olan bir dünyasal sisteminin güç geometrisini alt üst etti.
NDIT ile kapitalist sistem genişliyor ve daha karmaşık hale geliyor. Bunun sonucu olarak, Batılı güçler ve Batılı olmayan periferi ülkeler etrafında örgütlenmiş kapitalist bir ekonominin geleneksel modeli krizde. Bu anlamda NDIT teorisinin önemli katkılarından biri, kapitalizmin Batılı bir olgu olmadığı hakikatinin altını çizmektir. Onun batı evresi, bugün gerçekten küresel bir karakter kazanmış olan bir toplumsal oluşumun yalnızca uzun bir tarihöncesi olacaktır. Marx’a göre, sermayenin-dünyasal bir Pazar biçimindeki- küresel tekliği, Kapital‘in V. Cildinde uğraşmak zorunda olduğu ama hiç yazmadığı soyut bir sorundan başka bir şey değildi. Ancak bugün, Marx’ın öngördüğü bu dünyasal pazarın somut olarak gerçekleşmesi, önemli siyasi ve teorik-metodolojik meydan okumaları gündeme getiriyor.
N.A.: Çin’in yükselişinde, bazılarının yeni bir dünyasal süper gücün ya da çok kutuplu bir dünyasal düzenin ortaya çıkışını görürken, kendi adına sen, bunun kapitalizmin daha yüksek, daha “saf” bir biçimi olduğunu nu düşünüyorsun? Emperyalizmin geleceği adına bundan çıkarımlar neler olabilir?
M.A.: Evet, aslında. Doruk noktası, bu yüzyılın başında Çin’in yükselişi olan NDIT’nin önemli sonuçlarından biri, bunun, kapitalist gelişmenin her dönemini hegemonik bir ekonominin (16. yüzyılda İberya imparatorlukları-Portekiz ve Kastilya-17. yüzyılda Hollanda krallığı, 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere ve 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri) denetimi altına yerleştiren sistemik birikim döngüleri modelini gerilime sokmasıdır. Dünyasal ekonomi ekseninin Pasifik Okyanusu’na doğru kayması o kadar geniş çaplı bir jeo-tarihsel olaydır ki, kapitalizmin Batı çağına damgasını vuran devletler arası dinamikler modelinin sürdürülmesi olası değildir. Bu, özellikle, Giovanni Arrighi’nin Adam Smith Pekin’de[7] adlı kitabında vardığı sonuçtur; 2009’daki ölümünden kısa bir süre önce yayımlanan bu kitapta Arrighi, kendisinin hazırladığı sistemik döngüler şemasını sorgulamıştır.
Çin’in yükselişi, emperyalist olarak nitelendirilen çeşitli olaylara yol açtı; Belt and Road altyapı mega projesi (Yeni İpek Yolu olarak da bilinir) ile ilgili olan bölge anlaşmazlıkları, Pakistan’daki Gvadr Limanı ya da Afrika’daki Çin madencilik tesisleri sadece birkaç örnek. Gözlemlediğimiz ilk şey, Çin’in hedeflerinin askeri nitelikte ya da bölgesel işgal mantığında olmadığı (Avrupalı güçlerde durumun bu olması gibi); buna mukabil bu hedeflerin esasen ticari bir boyuta sahip olduğudur. Parag Khanna gibi yazarlar için, Çin’in bu merkantilist eğilimi, bu ülkenin diğer ülkeleri işgal etmeye değil, kendi topraklarından malların taşınmasını sağlamaya çalışması hakikatinde kendini gösteriyor. Çin’in bölgesel olmaktan çok merkantilist bir mantıkla hareket etmesi, Avrupa güçlerine özgü devletlerarası ilişkiler ağında belki de bir kırılmayla karşı karşıya olduğumuzu telkin ediyor.
Mesela Latin Amerika’da kimileri, Washington Konsensüsü’nün, Çin’i, tarihsel bağımlılık ilişkilerinin merkezine yerleştirecek bir “Emtia Konsensüsü” ile ikame edildiğini düşündü. Bu açıklama çok önemli bir varsayımda bulunsa da, Anglo-Avrupa gerçeklerinin Latin Amerika bağlamında dış değer bulmasının, mevcut bağlamın özgüllüğünü göz ardı etme riskini taşıdığı için daha dikkatli ele alınması gerektiğine inanıyorum. Mesela bu bölgelerin tarımına ilişkin olarak uzmanlaşmış dergilerde yayımlanan araştırmaları zikredebiliriz; bunlar, “yabancılar tarafından topraklara el konulması” fikrinin (Çin ya da Kuzey’in güçlerinin yatırım bankaları olsun) somut bir ampirik temeli olmadığını ve her şeyden önce bölgedeki Çin yatırımlarına ilişkin saçma sapan kuramlara ve gazetecilik aşırılıklarına uyduğunu gösteriyor.
Aslında ampirik veriler, bölgedeki en son toprak gasplarının büyük bir kısmının, komşu ülkelerde toprak edinen ulusal şirketlerin ya da “translatin” ya da “multilatin” şirketlerin faaliyetlerinden kaynaklandığını ortaya koyuyor gibi görünüyor. Bu gerçeklik, Latin Amerika’da kaynakların hafriyatını “devlet-merkezli” tezlerini fiilen tartışmaya açıyor, aynı zamanda ulusal burjuvazilerin (eşit derecede önemli) rolünün altını çiziyor. Dahası, emperyalizmin doğası hakkındaki “devletçi” tezleri sıkı bir testten geçiriyor ve Jeffery Webber’in yazdığı gibi, geç kapitalizmin dünyasal sistemini karakterize eden “karmaşık tabakalaşmayı” açıklayacak yeni perspektifler çağrısında bulunuyor.
N.A.: Hiç kuşkusuz bu noktada Planetary Mine‘ın en karmaşık ama aynı zamanda en ilginç temalarından birine yaklaşıyoruz; ki bu da, emperyalizm hala yürürlükteyken devletler arası rekabet sisteminin geçerliliğini yitirebilmesinin bir biçimidir.
M.A.: Emperyalizmin, sistemik düzeyde, sermayenin organik bileşimini artırma eğiliminin, başka bir deyişle sabit sermayenin değişen sermayeye, hatta makinelerin insan emeğine oranını artırma eğiliminin politik bir ifadesi olduğu fikrinden yola çıkıyorum. Bu kavram öncelikli olarak, Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi‘nde geliştirdiği genişletilmiş yeniden üretim teorisinden beslenir. Nispi artı değer üretimi yoluyla üretkenliği artırmak, imalatçı ekonomilerinde doğal kaynaklara olan talebi artırmakla kalmaz, ulusal tüketici pazarlarını da doyurur.
Bu açıdan, genişletilmiş yeniden üretim süreci, devletin siyasi otoritesinin üstünde olan sistemik baskılar yaratır, çünkü bunlar tam da birikim sürecinin sonucudur. İkinci Enternasyonal’in yazarları (Luxemburg, Lenin, Hilferding vs.) tarafından geliştirilen emperyalizm teorilerinin yerinde taraflarından biri, emperyalizmin salt politik teorilerinden kopmuş olmaları ve bu olgunun, ekonomik ve sistemik yönlerine daha fazla vurgu yapan açıklamalarını geliştirmiş olmaları hakikatidir tam olarak.
Başka bir deyişle, bu teorilerin katkısı, yüzeyde, sözde özerk devlet stratejileri gibi görünen şeyin altında yatan ekonomik güçleri deşifre etmekti. Mesela Hannah Arendt’i, modern emperyalizmi, devletin kendi siyasi özünde ikiye bölünme yoluyla “burjuvazinin siyasi kurtuluşu” olarak tanımlamaya götüren de tam olarak aynı sezgidir. Bugün emperyalizmin geleneksel boyutlarının en uç noktalara vardırıldığına tanık oluyoruz; kırsal nüfusun zorla mülksüzleştirilmesi, hoşnutsuzluğun ve toplumsal isyanın önüne geçmek için ekonomi dışı şiddetin artan kullanımı, ya da hatta, diğerlerinin yanı sıra, yerli topluluklarının ve çevre savunucularının imhası gibi. Bununla birlikte, diğer dönemlerde olduğu gibi, Çin’i ya da herhangi bir devlet gücünü doğrudan nedensellik olarak görmek giderek zorlaşıyor. Bu durum emperyalizmi yeniden düşünme ihtiyacını ihtiva eder, ya da daha doğrusu, Devletin, onun asli unsuru olduğu varsayımından yola çıkan bu olgunun daha konvansiyonel (geleneksel) kavramlarını test etme ihtiyacını içerir.
Militaristleşme, Raúl Zibechi’nin yakın tarihli bir makalesinde yerinde bir şekilde kavradığı gibi, hafriyatçılığın ileri aşamasıdır. Bununla birlikte bu militaristleşme, artık uzlaşmaz devletler arasındaki ayırt edilebilir ilişkiler çerçevesinde oluşmaz, esasen kendisini her devlete özgü-genişletilmiş yeniden üretim sürecinin sistemik ihtiyaçları karşısında onun kendi nüfusunu kontrol etmesine izin vererek- bir mekanizma olarak sunar. Hem neoliberal hem de neo-kalkınmacı ekonomik entelijansiyanın dilinde, gezegen ölçeğinde nispi artı değer üretiminden kaynaklanan sistemik ihtiyaçlar, “ilerleme”, “kalkınma” ve “ekonomik büyüme”yi sağlama almak için bir zorunluluk olarak anlaşılmalıdır. Pek çok çalışmanın gösterdiği gibi, ilerlemeye ilişkin bu söylemler sıklıkla, hafriyat alanlarındaki nüfusların tahliye hatta yok edilmesi uygulamalarıyla büyük ölçüde uyumludur.
N.A.: Dolayısıyla ulus-devlet, sizin de altını çizdiğiniz gibi, temeli dünyasal ekonomide yatan, giderek katılaşan ve otoriterleşen bir biçim olacaktır. Eğer doğru anladıysam, burada “biçim çözümlemesi” adı verilen özel bir teorik yaklaşıma başvurdun.
M.A.: Bu düşünce akımının çok önemli bir yönü, Marksizmin daha yapısal varyantlarının politika ile ekonomi arasındaki metodolojik ayrımı sorgulamasıdır. Marx’ın olgunluk eserinin Hegelci yeniden inşaları, liberal devletin, birikim sürecinin bağımsız bir alanını ya da “görece özerklik” alanını (Althusser ya da Poulantzas gibi yazarların terimlerini kullanırsak) inşa etmediğini, daha ziyade, somut maddilikleri içinde toplumsal ilişkileri içeren, fetişleştirilmiş bir biçimi ya da altta yatan bir içeriğin varoluş kipini oluşturduğunu ileri sürerler.
Devlet’in bu diyalektik anlayışı, ulus ötesi şirketlerin ve finans kapitalin (Bu, diğerlerinin yanı sıra, Manuel Castells, Zygmut Bauman, Michael Hardt ve Antonio Negri gibi yazarlarla ortaya çıkan küreselleşmenin sosyolojik teorilerinin durumudur) ezici gücü karşısında ulus-devletin egemenliğinin erozyona uğradığını ilan eden hiper küreselci okumalar kadar, dünyasal sistemde sözde özerk ulus-devletler (mesela kimi bağımlılık, eşitsiz mübadele ve emperyalizm teorilerinde olduğu gibi) arasındaki çatışmalı ilişkilerin doğrudan sonucunu gören “politika odaklı” okumalara da bir alternatif sunar.
Werner Bonefeld’e göre modern devlet, “serbest piyasanın siyasi biçimidir.” Latin Amerika’da kapitalist devletin bu Hegelci ve diyalektik okuması, önce Enrique Dussel’in referans eseri Vers un Marx inconnu’de, ardından Iñigo Carrera tarafından geliştirilmiştir. Iñigo Carrera için, NDIT’nin altında yatan dinamikler içerikleri bakımından küresel, biçim olarak ulusaldır. Benim görüşüme göre, giderek daha otoriterleşen ve duvarlarla çevrili neoliberal devletin ve tedarik zincirleri yoluyla işlevsel olarak bütünleşmiş dünyasal düzeninin biçiminin birbirine ihtiyaç duyduğunu kavramaya izin veren kapitalist devletin tam da bu okumasıdır.
N.A.: Tartışmamız daha geniş bir hafriyat teorisiyle ilgili. Hafriyat, gerçekten de, günümüzde üretim sahalarının dışında gerçekleşen çeşitli sömürü türleri ile bağlantılı olarak kullanılan bir terim. Belli feminist akımların finansal hafriyat sağlama konusunda geliştirdikleri gibi, senin “küresel maden” teorinden kaynaklanan stratejik düşünceler var mı?
M.A.: Mariarosa Dalla Costa ve Antonio Negri gibi yazarların o dönemde savundukları şey; kapitalist üretimin fabrikanın bireysel alanını aşmış olması ve bütün bir toplumsal dokuya-evlere, okullara, popüler sanat ve kültüre-yayılmaya başlaması. Aynı şekilde bugün, hafriyatçılığın nasıl tam anlamıyla birincil sektörün sınırlarının ötesine geçmeye ve kendi mantıklarını ve sosyal ilişkilerini dijital teknolojilere, lojistik sistemlere ve hatta emlak ve finans sektörüne yansıtmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz.
Küresel bir maden ya da gezegensel bir maden açısından düşünmek, küresel ekonomideki bu karşılıklı bağımlılık ilişkilerini kavrayabilmek için teorik ve metodolojik araçlar geliştirmeyi kesinlikle içerir. Bu, sermaye dolaşımlarının, küresel mal zincirlerinin, dünya sistemlerinin çözümlenmesinin ve diğer ilgili yaklaşımların incelenmesine eleştirel bir dönüşü de içerir; ki bunlar, madenleri, limanları, kargo gemilerini, fabrikaları, menkul kıymetler borsasını ve tüketim alanlarını birbirine bağlayan bu karmaşık süreçler ağını tam olarak anlamayı mümkün kılarlar.
Ancak küresel bir maden kavramı, temel politik-stratejik yapıda bir sorunsal da içerir ve işçi sınıflarının üretken öznelliğinin parçalanmasının üstesinden gelme girişimi talep eder; bu işçi sınıfları, hafriyatçılığı bir “yerel topluluklar” sorununa indirgeme eğilimindedir ve emekçi kadın ve erkeklerin gerçeğini, sadece madenlerde değil tedarik zincirinin diğer halkalarında da görmezden gelir. Bu anlamda bu yaklaşım, Patriarcat et Accumulation à l’échelle mondiale adlı klasik kitaptan ilham alır; Maria Mies bu kitapta, kapitalist metanın fetişist doğasının toplumsal dolayım ilişkilerini görünmez kılma eğiliminde olduğunu, Küresel Güney’in fabrikalarındaki üretici kadın ile giderek yoksullaşan Küresel Kuzey’in kadın tüketicisinin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu ortaya koyar.
Bu saydamsızlık, hafriyat alanındaki yerli ve köylü topluluklarının, dünyanın diğer bölgelerindeki lojistik, üretim ve tüketim alanlarıyla bağlantılı olma biçiminin anlaşılmasını zorlaştıran bu parçalanmayla bugün de aşikardır. Maria Mies’e göre, toplumsal cinsiyet ayrımı ile ve uluslararası iş bölümünün farklı alanlarının birbiriyle ilişkili olma biçimini ortaya çıkarmak, tamamen teorik bir sorun değil, her şeyden önce sosyalist bir strateji sorunuydu. Emekçi kitlelerin gerçek bir enternasyonalizmini hayal edebilmenin ve inşa edebilmenin koşulu buydu.
N.A.: Bu durum bir dereceye kadar, emeğin artan toplumsallaşması ile işçi sınıfının buna eşlik eden parçalanmasının eski ikilemi… Burada tartıştığımız yeni hafriyat dinamiklerinin yeni bir devrimci öznellik olasılığının taşıyıcıları olduklarını söyleyebilir miyiz?
M.A.: Hafriyat zincirinde gerçekleşen etkileyici işlevsel bütünleşme sürecinin kendi siyasi sonucunun olmaması tasavvur edilemez. Sermaye birikiminde dolaşım alanına bağlı artan önem, hem bölgesel hem de siyasi yeni çatışmalara yol açmıştır. Bu durum yalnızca toplumsal başkaldırının üretim alanlarının dışına taşması ve artık tüm toplumsal dokuya daha geniş bir şekilde yayılması hakikati değil. 21. yüzyıl krizlerinin özelliklerinden biri, kitle hareketinin eski figürünü yeniden canlandırmalarıdır.
Feminist hareket, toplumsal isyandan zuhur eden bu manzaranın belki de en paradigmatik örneğidir, Veronica Gago’nun iddia ettiği gibi, kitlesellik ve radikalliği bir araya getirdiği için öne çıkan bir harekettir zira. Aynı şey, Black Lives Matter Hareketi ya da Greta Thunberg’in temsil ettiği, kapitalist ekonominin iki temel direğine-sonsuz büyüme ve fosil yakıt endüstrileri-saldıran iklim adaleti hareketi için de geçerli.
Bu artan bağımlılık ve emeğin bu toplumsallaşması, devrimci öznelliği toplumsal olarak dolayımlanmış bir öznellik olarak anlamayı dayatır. Geleneksel olarak, bilinçli dönüştürücü eylemin temellerinin sosyal yaşamın kültürel (bir halkın özel haysiyeti ya da cesareti), ahlaki (özgürlük ya da eşitlik ideali) ya da tarih ötesi (ilkel toplulukların içsel dayanışması) öğelerinde bulunduğunu düşünme eğilimindeydik. Bu okumalar yerinde olmakla birlikte, kapitalizmin bizzat küresel evriminin bağrında gelişen dönüştürücü kapasiteleri hesaba katmazlar.
Bu belki de, Marx’ın arkaik topluluklar üzerine yazdığı geç dönem etnolojik yazılarında vardığı en önemli sonuçlardan biridir. Marx, “Kovalevsky Defterleri”nde ve 1881’de Vera Zasulitch’e yazdığı mektubun müsveddelerinde, sanayi proletaryasının “tarihin ebe kadını” olabileceği fikrinin sorgulanmasını ana hatlarıyla belirtir. İlkel ve Batılı olmayan toplumlarda, gelişmiş bir post-kapitalist uygarlığı tanımlayabilecek bir dizi temel bileşen ve potansiyeli belirlemeye çalışır. Ancak arkaik toplulukların sosyal ilişkileri, teknik bilgilerinin durumu nedeniyle dar görüşlü örüşlü bir varoluşla sınırlı kalmıştır. Bu, karmaşık bir sosyal karşılıklı bağımlılık sistemidir; tıpkı bu ilişkilerin gezegen ölçeğinde yaygınlaştırılmasını mümkün kılabilecek kapitalist bilim ve teknolojiyle gelişen sistem gibi. Álvaro Garcia Linera, diğerlerinin yanı sıra ilk yazılarında, arkaik topluluğun komünoter özünün, kapitalist modernitenin mümkün kıldığı küresel metabolik değiş tokuş sayesinde daha yüksek bir biçimde yeni bir enkarnasyon bulabileceği fikrini savunmuştur. Bu arkaik topluluk biçiminin yeniden ortaya çıkışı, tam da modern emeğin toplumsallaşması nedeniyle, o zaman gezegensel bir boyut alacaktır. Garcia Linera için “evrensel ayllu”[8] Silvia Rivera Cusicanqui için “ch’ixi modernite” (Cusicanqui’ye göre, kayanın değişen dokusunu ve rengini tanımlamak için jeoloji ve taş işçiliğinden alınan bir terim olan Ch’ixi kavramı, bir araya gelen ancak farklı yönlerini koruyan kültürlerin karışımı hakkında bir tartışma geliştirmek için kullanılan bir figürdür -ed.) olan toplumun bu üstün biçimi, topluluk ile gezegenin bir birleşimi olacaktır. Kitle hareketinin yeni biçimine (ister feminist, ister ırkçılık karşıtı ya da eko-sosyalist olsun) yeni bir gezegensel bilincin yansımasını ilginç buluyorum; ki evrensel ayllu ya da bu ch’ixi modernite haline gelebilecek şeyin ilk biçimleri bu bilinçten zuhur edebilecektir.
Kısacası, kapitalizme karşı herhangi bir gerçek alternatifin, eleştiriye uğramamış bir üretkenliğin ya da pastoral toplum nostaljisinin aşırılıklarına düşmemek için, eski ile yeni arasında daha incelikli bir eklemlenme geliştirmek zorlu görevini üstlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu tür maniheizmler, Bolivar Echeverría’nın yazdığı gibi, sosyal yaşamın tamamen kökten biçimde alternatif olarak modern kalabileceği, karmaşık, barok ve heterojen uygarlık yörüngelerini kavramayı imkansız kılar.
Kullanım değeri ve toplumsal yeniden üretim etrafında inşa edilebilecek bir toplum tasarlamak, tekniğin sunduğu olanaklardan vazgeçmek anlamına gelmiyor. Eko-sosyalist gelenek, teknolojik olarak gelişmiş ve demokratik olarak planlanmış (kendi kendini yöneten topluluklar ve teknik organlar arasındaki çoklu etkileşimler yoluyla), ama aynı zamanda, gezegenin ve onun biyofiziksel dengelerinin doğal sınırlarına saygı duyan, koruyan ve onaran bir tür anti-kapitalizm hayal etmeyi amaçlayan önemli bir teorik detaylandırma çalışması sunuyor.
Notlar:
[1] (Dünya pazarında satmak için doğal kaynakları topraktan çıkarma süreci olan Extractivisme kelimesinden, toprağı kazıp çıkaran, çıkardığını sömüren anlamında ç.n.)
[2] Ekolojide birincil üretim, atmosferik ya da sulu karbondioksitten organik bileşiklerin sentezidir ç.n
[3] mikroişlemci (Intel) ile yazılım endüstrisinin (Windows) birleşimine dayanan üretken ve örgütsel model ç.n.
[4] Bir ürünü, başta gıda zincirleri olmak üzere, üretiminin, dönüşümünün ve pazarlanmasının çeşitli aşamalarında takip etme imkanı ç.n
[5] Pruva direği tamamen kabasorta armalı ve grandi direğinde en az iki yelken olan bir yelkenli türü ç.n.
[6] Esasen penguen ya da karabatak gibi deniz kuşlarının dışkılarından oluşan bir madde. 19. yüzyılda tarımda çok popüler olan bir gübredir ç.n
[7] Yordam Kitap, 2021, çeviri: İbrahim Yıldız ç.n.
[8] Keçuva ve Aymara kökenli bir kelime olan ayllu, üyelerinin, ortak bir kökene (gerçek ya da hayali) sahip olduklarını düşündükleri ve ortak mülkiyet topraklarında topluca çalışan birkaç aileden oluşan bir topluluktur ç.n.
Manchester Üniversitesi Siyaset Bilimi alanında doktora sahibi olan Martín Arboleda, Diego Portales Üniversitesi’nde (Şili, Santiago) sosyoloji profesörü, Planetary Mine: Territories of Extraction Under Late Capitalism (Verso Books, 2020) ve Gobernar la ütopia: sobre la Planning y el poder popular (Caja Negra Editora, 2021) kitaplarının yazarıdır.