Bu yazı ilk olarak Polen Dergi 13. sayıda yayımlanmıştır.
Son yıllarda gündemi meşgul eden bir mesele var; petrol! Köylülerin sık sık Diyarbakır Barosu’nu ve doğa derneklerini arayıp “Su kuyularımız kullanılmaz hale geldi, yardım edin.” demesi ile ne oluyor diye merak ettik.
Bu çağrılar üzerine olay yerlerine gittiğimizde köydeki hanelerin hemen dibinde, birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine, ortalama 15 dönümlük petrol arama-çıkarma faaliyetleri kapsamında beton santraller kurulduğunu gördük.
Arazi sahipleriyle ve köylülerle konuştuğumuzda, ‘‘Bir sabah uyandığımızda yıllardır tarım yaptığımız toprağımıza el konulup bedeli banka hesabımıza yatırıldı. Bir süre sonra da başlayan petrol faaliyetleri ile beraber su kuyularımız simsiyah olup, kullanılamaz hale geldi.” dediler.
Bunun üzerine inceleme başlattığımızda; ÇED gerekli değildir kapsamında, acele kamulaştırma veya kamulaştırmasız el atma yöntemleriyle bu petrol faaliyeti süreçlerinin yürütüldüğünü gördük.
Faaliyetin teknik boyutunu mühendisler odasıyla beraber, ÇED gerekli değildir raporlarındaki proje tanıtım dosyalarını (PTD) da değerlendirerek incelediğimizde petrol arama-çıkarma faaliyetleri için yeraltında patlatmalar (sismik faaliyet) yapıldığını sonra yer altına ağır kimyasallar basılarak, yeraltındaki petrolün dışarıya çekilmeye uygun bir kıvama getirildiğini, tabi yerin derinliklerinden petrolle beraber radyoaktif maddeler ve zehirli sıvılar da çıktığını, bu karışık sıvı kütlenin yeryüzünde beton havuzlarda biriktirildiğini ve tankerlerle petrol işleme rafinerilerine götürüldüğünü öğrendik. Tabi yüzeyde üstü açık biriktirilen petrol ve kimyasalların bir kısmı buharlaşarak havamıza karışıyor. Bir kısmı ise yağmurlarla veya kazalarla yüzey sularına ve toprağa karışabiliyor. Mesela birkaç ay önce Diyarbakır’ın Silvan ile Hazro ilçeleri kesişiminde gerçekleşen petrol felaketi olayında bir sulama barajı, bir dere, köylerin yer altı su kuyuları, hayvanların çayır ve mera alanı, onlarca dönüm tarım arazisi, petrol ve kimyasallara bürünmüştü. Bu olayla ilgili TMMOB, Tabipler Odası, Ekoloji Derneği ve Baro olarak yerinde raporlama ve hukuki girişimler yaptık. Rapora, Diyarbakır Barosu’nun Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’nun instagram hesabından ulaşabilirsiniz.
Petrol arama-çıkarma faaliyetini yapan KİT konumundaki TPAO’dur. Çoğu zaman da arama-çıkarma çalışmalarını alt yüklenicisi olan özel şirketlere yaptırıyor.
Öncelikle burada, vatandaşın iradesi dışında atadan kalma üretim toprağını, zanaatini ve geçimini; kaşla göz arasında elinden almak demokrasi ve insan hakları adına sindirilebilir bir durum değildir. O zaman sormak gerekir: Hesandin yazısında da bahsettiğimiz üzere, burjuvazinin hayatımıza demokrasinin temel taşı diye soktuğu ”mülkiyet hakkı”, aslında sermayenin ve egemenlerin ihtiyaç duyduğu durumda hemen gasp edebildikleri bir demokrasi aldatmacası değil midir? Geçimlik arazisi elinden alınan vatandaş, ne yapacak, şehre mi göçecek? Kır-kent dengesi ve toplumsal yapı nasıl değişecek? Sağlıklı gıdaya erişimin, kriz haline geldiği bu dönemde tarım arazilerini kimyasal saçan beton santrallere dönüştürmek hangi akla hizmettir? Bu soruların cevabı önemlidir.
Son yıllarda katlanarak artan bu faaliyet nedeniyle, Diyarbakır’ın bir kaç yıl içindeki tarımsal alan kaybı on binlerce dönümdür. Bu kayıplar sadece Diyarbakır’a aittir. Tüm doğu ve güneydoğu illerindeki petrol arama-çıkarma faaliyetlerinin sayısını, bu sayınının her sene katlanarak arttığını ve Şırnak’ta petrol faaliyetleri nedeniyle rekor orman katliamının gerçekleştiğini düşündüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Petrol arama-çıkarma faaliyetlerindeki en büyük tehditlerden biri de, yeraltı su varlığının kirletilmesidir. Yeraltında yapılan patlatmalarda, yeraltındaki kayaçlarda çatlama-kırılma meydana geliyor. Sonra yeraltına gönderilen kimyasallar ve yeraltından petrolle beraber çekilen zehirli radyoaktif maddeler, bu oluşan çatlaklardan yeraltı su rezervlerine sızarak bir damlasıyla tonlarca temiz suyu kullanılmaz hale getiriyor. Zaten proje tanıtım dosyalarındaki DSİ görüşünde dahi mutlaka yer altı hidrolojik etütlerin yapılmasını ve bu etütler yapılmadan çalışmaya başlanmaması gerektiği belirtiliyor. Fakat kar hırsını, yaşamın kaynağı olan suyun dahi önüne koyan zihniyet maalesef en ufak bir hidrolojik etüt analizi yapmıyor. Bunun sonucunda ise eğer petrol arama-çıkarma faaliyeti köye yakınsa, vatandaşların su kuyusu kullanılamaz hale geliyor. Biz, bu kirlenmelerden vatandaşların ihbarı üzerine haberdar oluyoruz. Peki vatandaşın kullanımında olmayan doğal su rezervlerinin ne ölçüde kullanılamaz hale geldiğini biliyor muyuz? Hayır! Artık kuraklıkla beraber su kıtlığı kapımızdan içeri girdi. Mesela Diyarbakır’da her gün bir semte belli saatlerde su verilemiyor. Buna rağmen rantçıların bu kadar pervasız olmasını sağlayan ne? Şehrin hak savunucusu olduğunu iddia eden paydaşların pasifliği mi, korkaklığı mı?
Bu meseleyi anlayabilmek, sorunları göz önüne koymak, sorular sorabilmek ve cevaplayabilmek için Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği, 3 tane petrol arama faaliyeti kapsamında alınan ÇED gerekli değildir kararına iptal davası açtı. Gelen bilirkişi raporları, ilgili faaliyet nedeniyle yeraltı su rezervlerinin ve tarım arazilerinin tehdit altında olduğunu doğruluyor. İşin bir diğer rahatsız edici tarafı ise istediği gibi doğayı yağmalayabileceğini, kimsenin karşı savunma göstermeyeceğini sanan bu zihniyet; tarım dışı kullanım izni ve diğer temel birçok yasal izni dahi almamış. Bakalım mahkemeler ne karar verecek. Türkiye imzalamış olduğu tüm uluslararası sözleşmelerde ve ulusal genelge hedeflerinde tarım topraklarını ve su kaynaklarını koruyacağını belirtiyor. Tarım Ve Orman Bakanlığı’nca 2022-2036 dönemi için yayınlanan, 07.06.2022 tarihli ”Anadolu Bozkır Ekosistemleri için İklim Değişikliğine Ekosistem Tabanlı Uyum Stratejisi” bunun en net örneğidir: İklim değişikliğinden olumsuz etkilenen ve etkilenecek ekosistemlerde dirençliliği artırmak, geliştirilmiş tarım ekonomisi ile kırsal nüfusu iklime dirençli hale getirmek, kuraklığa hassas ekosistemlerde kuraklığın etkisinin azaltılması adına tatlı su ve sulak alan ekosistemlerinin devamlılığının sağlanması amacıyla rehabilitasyon ve iyileştirme çalışmaları yapmak.
Fakat uygulamada ise nerede bir temiz tarım toprağı ve tatlı su kaynağı varsa orası yok ediliyor. Ama buradaki kritik nokta mahkeme kararları değil. Zaten on binlerce petrol arama-çıkarma faaliyeti kuyusundan, sadece 3 tane petrol kuyusu faaliyete başlasa ne olur, başlamasa ne olur.
Burada hukuk boyutu, bir kıvılcım olarak değerlendirilmeli. Her şehrin TMMOB’u ve barosu, işin akademisini, yaşam savunucularını ve halkı çağırarak bir çalıştay düzenlemeli. Bu çalıştayda; yok olan tarım arazilerinin verileri, üretim kaybı, toprağı elinden alınan bir köylünün sonrasındaki yaşamı, yeraltı su kirlenmeleri, başlatılması gereken hukuki süreçler ve en önemlisi meselenin ekonomik politiği ortaya konmalı. Çünkü gittiğimiz her yerde toprağı yok edilen köylü, “Devlet petrol ararsa karşı çıkılmaz. Devletin milli işidir.” diyor. Böyle bir algı yaratılmış. Ki Diyarbakır Barosu bu davaları açtığında 1 haftaya yakın ulusal medyada linç edildi. İşte, “Terörden arındırılan bölgede Diyarbakır Barosu kalkınmaya izin vermiyor, bu davayı açan avukatın ruhsatı iptal edilsin, bunlar dışarıdan fon alıyor.” diye ana haber bültenlerinde ve özel programlarda yoğun gündem oluşturuldu. X platformunda ve Ekşi Sözlük’te planlı linç kampanyası başlatıldı. Galiba büyük bir ranta çomak sokuldu! Ya da çomak sokmanın kıvılcımı yakıldı. Bu nedenle yapılacak çalıştayda, en çok işin ekonomi politiği konuşulmalı diyoruz. Gerçekten çıkan bu petrolden biz halkın yani kamunun enerji ihtiyacı mı karşılanıyor? Bölgedeki istihdam artıyor mu? Yoksa bazı şahıs ve şirketler milyon dolar kazanırken halk arasında yoksulluk artıyor, kamu zarar görüyor ve doğal varlıklar bir bir tükeniyor mu? Böyle bir çalıştay yapılıp kamuoyuyla paylaşılırsa her şehirdeki mühendisler odası, baro, halk ve paydaşlar mücadele için önemli bir kolaylaştırıcıya sahip olur. Ve şahısların, şirketlerin kazandığı milyon dolarlar kamunun menfaati gibi algılanmaz en azından. Ya da hakikat neyse hep beraber öğrenmiş oluruz.