Enerji konusu ekolojistlerin gündemine yalnızca iklim krizi nedeniyle sera gazı emisyonlarını azaltma telaşı üzerinden girmiş değil. Bir bütün olarak toplumsal üretimin ve yeniden üretimin nasıl planlanacağının belirlenmesi açısından da enerji sistemleri derinlemesine ele alınmayı hak ediyor. Mevcut ana akım iklim hareketinde birkaç hat belirgin şekilde öne çıkıyor: Birisi, iklim krizindeki geri dönülmez eşiklere yakınlık dolayısıyla enerji sistemlerini hızla karbonsuzlaştırmak için yenilenebilir enerjinin enerji üretimindeki payını hızla – mümkünse % 100’e – artırmak. Diğeri, bu enerji geçişinin her hâlükârda iklim krizi açısından gecikeceğini iddia ederek temel hedef % 100 yenilenebilire ulaşmak olmamakla birlikte bu geçişe paralel olarak enerji kullanım miktarının sınırlanması, yani enerji ihtiyacının azaltılması için üretim alanında fosil yakıtlı enerji tesislerinin derhal kapatılması ve tüketim alanında daha az enerji yoğun bir toplumsal yaşamın örgütlenmesi. Elbette bunların kapitalizmde mümkün olup olmadığı, eğer mümkünse bunun sera gazı azaltımı dışındaki olası etkileri iki yaklaşım için de ele alınmayı gerektiriyor. Bu yazıda hakim enerji türünün 20. yüzyılın ardından bir kez daha değiştiği dünya tarihsel bir süreçte uzun süredir gündemde olan bu yaklaşımların iddialarının somut durumla karşılaştırmasını yaparken yenilenebilir enerjinin nasıl sosyalist politikanın konusu olabileceğine dair kısa bir akıl yürütmede bulunacağım.
Pek çok ekolojist açısından yenilenebilir kelimesi olumlu olmaktan çok, diğer enerji kaynakları gibi ekolojik açıdan yıkıcı projeleri çağrıştırıyor. Bu sadece büyük barajlı ve küçük boru tipindeki ikisi de bulundukları ekosistemleri yıkıma uğratan hidroelektrik santralleri için değil; bilimsel çalışmalarda en temizi olarak kabul edilen kara rüzgar ya da güneş, jeotermal, biyokütle gibi diğer yaygın bilinenler için de geçerli. “Yenilenebilir” kelimesi “sürdürülebilirlik” gibi yeşil kapitalizmin kilit manipülasyon kelimelerinden birine dönüşse de bu enerji kaynağı türlerini ifade ederken teknik açıdan tanımlandığı itibariyle doğal döngülerin toplumsal bakımdan kısa kabul edilecek bir sürede – örneğin her gün güneşin doğması gibi – kaynağı tekrar yerine getirmesi olarak kabul edebiliriz. Daha önceleri kullanılan “alternatif enerji kaynakları” ifadesi ise bu enerji türleri ana akımlaştıkça giderek kullanımdan kalktı.
Ekolojistler kapitalizmin hakim enerji kaynağı olan fosil yakıtlara yeraltından çıkarılması ve taşınmasından başlayarak sanayi üretimi, ulaşım, tarım, ısıtma-soğutma gibi kullanım alanlarına kadar her aşamasında yol açtığı sera gazı emisyonu, çevresel kirlilik ve ormansızlaştırma gibi diğer doğa tahribatları nedeniyle iklim krizinin başat gündem olmasından da önce, uzun yıllardır karşı çıkıyorlardı. Fosil yakıtlar Sanayi Devrimi ile birlikte hızlı bir şekilde kapitalist üretimin ana enerji kaynağı olurken ikinci paylaşım savaşının ardından nükleer, 1973-74 petrol krizinin ardından ise daha yavaş bir şekilde yenilenebilir enerji, fosil yakıtlara eklendi. Fosil yakıttan elde edilen enerji miktarı 1950’de 20 bin terawatt-saat’in üzerindeyken o tarihten sonra günümüze doğru nüfus artışının katbekat üstünde bir hızla büyük bir ivmelenme yaşadı ve 137 bin terawatt-saat’in üzerine çıktı. Artan üretim kapasitesine paralel olarak yeni enerji kurulumunda 1974’ten sonra fosil yakıtların payı çok ağır bir tempoda azalma eğilimine girdi. Dünya birincil enerji üretiminde 70’lerdeki %94’lük payından günümüzdeki %84 civarında bir düzeye geriledi. Yenilenebilirin ve nükleerin üretim kapasitesindeki payı artarken üretilen enerji miktarı tüm enerji türlerinde arttı.
Küresel ısıtmadaki meşhur 1,5 ve 2 derece eşikli olasılık senaryolarının hepsinde dünya sera gazı emisyonlarının vakit kaybetmeksizin hızla bir düşüşe girmesi gerekiyor; ancak geçtiğimiz 1,5 yılda salgın, grafiğin yönünü kısa süreli aşağı çevirse de bu yıl “normale” dönen talep emisyonlarda azalmayı geçelim, henüz bir platoya dahi girilmediğini gösteriyor. Sanayi Devrimi’nden bu yana yapılan emisyonların yarısının 1985’ten sonra, dörtte birinin ise 2004’ten sonra, yani iklim krizinin yaygın bilimsel kabul gördüğü yıllarda olması sistemin meseleye yaklaşımını özetler. İklim felaketlerinin son yıllarda yol açtığı milyarlarca dolarlık zarar, binlerce can kaybı, binlerce iklim mültecisi, su altında kalmaya aday ada ülkeleri ve dahası büyük metropoller, katliamvâri sonuçlarıyla kuraklığın tetikleyeceği gıda krizleri gibi sayısız alarm ziline ve 50 yıldır mücadele rotasını arayan iklim adaleti hareketinin artan basıncına rağmen gelinen nokta bu. Emperyalist küreselleşme evresinde kapitalist üretimin örgütlenişi bir üretim girdisi olarak enerji kaynaklı ekolojik tahribatı ulusal sorumlulukların ötesine taşırmış, iklim hareketinin kendiliğinden enternasyonal niteliğiyle ortak taleplerin ve mücadelelerin konusu haline getirmiştir. Bu nedenle özellikle iklim krizinde tarihsel sorumluluklara bakarken yalnızca emisyon paylarına bakmak günümüz açısından yetersiz bir yaklaşım olacaktır. Örneğin Çin’in tarihsel olarak düşük olan payının bugün hızla artıyor oluşu bugün emperyalist üretim hiyerarşisinde tuttuğu yerden bağımsız tartışılamaz durumdadır. Küreselleşme öncesi ulusal sınırlar içinde tamamlanan üretim sürecinin emisyon sorumluluklarının takibi kolaylıkla yapılabilirken bugün üretim sürecinin ulusal sınırları aşan örgütlenişi ve emperyalist ülkelerin üretilen metaları satın almada tekel durumundaki pozisyonu Çin gibi bugün açık ara en çok emisyona neden olan ülkeyi tek sorumlu olmaktan çıkarıyor. Dünya ekonomisinin motor gücü Çin ve Çin’de yatırımı bulunan dünya tekelleri bunu fosil yakıtlara borçlu.
İşte şimdi 2008’den beri krizini aşamayan kapitalist sistemde emperyalist rekabetin ana halkalarından birini enerjideki bu dönüşüm süreci oluşturuyor. ABD-AB emperyalist bloku aralarında farklar olsa da Çin, Hindistan, Rusya ve hata Türkiye gibi “kirli” teknolojilerle üretim yapan ülkelerin metalarına tek alıcı konumları sayesinde yeni bir gümrük duvarı biçimi olarak emisyon duvarı çekiyor. Örneğin son 10 yılda Çin’in ülke içindeki kömür kullanımına ek olarak yurt dışına verdiği kredilerin yaklaşık yarısını kömürlü termik santrallerine sağlaması karşısında Çin’in kendi mâli sömürgelerini yaratma sürecinin önünü kesmek için uluslararası anlaşmalarda yaptırımlar dayatılması planlanıyor. AB’nin “2050’de Karbon Nötr İlk Kıta” ilanı ile 2023’te devreye sokacağı sınırda karbon vergisi ile daha önce emisyon ticaret sistemi uygulamalarından farklı olarak şirketler üretim koşullarından ziyade ihraç edilen son ürün üzerinden değerlendirilecek. Bu sayede üretimi farklı ülkelere kaydırarak yapılan karbon kaçağının önüne geçilmeye çalışılacak. Emperyalist rekabette göreli güç kaybını elinde tuttuğu mâli sermaye ve alıcı konumuyla enerji dönüşümünü kendi kontrolünde gerçekleştirerek dengelemek istiyor. ABD’nin kaya gazı dahil kendi sınırları içinde fosil yakıtları daha pervasızca çıkarması, fosil yakıt odaklı Orta Doğu’da varlığını sınırlandırması, Çin ile Trump döneminde başlayan ticaret savaşını farklı biçimlerle sürdürmesi, Rusya ile AB’nin fosil gazı anlaşmaları üzerinden yaşadığı gerilimler bunun birer parçası. 2008 sonrası burjuva siyasetin kutuplara savrulan merkezi, iklim krizi gündemine yeşil yeni anlaşmalarla müdahale ederek tekrar toparlanmaya çalışılıyor. Covid-19 salgınıyla birlikte yaşanan enerji ve tedarik “krizi”nin, üretimin daha kısa rotalara dayalı, bu gibi acil durumlarda daha esnek ve kolay telafi şansı tanıyan bölgesel tarzda örgütlenmesine doğru bir geçişe neden olabileceği de yine değerlendiriliyor. İşte yenilenebilir enerji bahsini tüm bu ve daha fazlasını kapsayan politik bağlamdan kopuk teknik ve ulusal düzeye indirgeyerek ele alan yaklaşımların gelecek tahayyülleri de bu nedenle somutlanmaktan uzak kalıyor.
Yenilenebilir Enerjiye Kapitalist Geçiş
2010’da dünya elektrik üretiminin % 1,7’sini oluşturan güneş ve rüzgarın payı 2020 sonu itibariyle % 8,7’ye yükseldi. 2010’dan bu yana fotovoltaik panellerle üretilen elektriğin fiyatı % 85, kara ve deniz üzerindeki rüzgardan elde edilen ise yaklaşık % 50 azalırken bunda kurulumlarının düşen maliyeti en belirleyici faktör oldu. Artık her iki enerji türünün de fosil yakıtlarla pek çok ülke için rekabet edebilir hale geldiği durum kalıcılaştı. Fosil yakıtların salgın sonrası artan fiyatlarından önce de mâli sermayenin bu enerji geçişine denk düşen yönelimi bu durumu besledi. İklim felaketleri açısından kritik eşik olan 1,5 derece eşiğinin altında kalabilmek için diğer azaltım önlemlerinin yanında yenilenebilirin küresel elektrik üretimindeki payının 2030’a kadar % 55 ilâ % 95’e ve 2050’de % 98 ilâ % 100’e ulaşması gerekiyor. Yine, Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) Mayıs ayında yayınladığı ses getiren 2050’de Sıfır Emisyon: Küresel Enerji Sektörü için Yol Haritası raporuna göre hiçbir yeni fosil yakıt projesine izin verilmemesi gerektiğinin yanı sıra 2050 sıfır emisyon hedefi için 2030’a kadar her yıl 630 GW’lık güneş ve 390 GW’lık rüzgar kapasitesinin kurulması gerekiyor. Jonathan Neale gibi yenilenebilir konusunda tümüyle iyimser kesimler bu son 10 yıldaki üstel artışın sürmesi durumunda % 100 yenilenebilir enerjiye 2033’te dahi varılabileceğini söylüyorlar.
Tarihsel olarak bu tür teknolojilerin yaygınlaşmasında görülen S-eğrisi, yani önce üstel bir şekilde hızlı artışın ardından teknolojinin uygulanma oranının yavaşlaması ve grafiğin bir S biçimin alması, ise bunun öyle kolay olmadığını söylüyor. Güneş enerjisinin belirli bir seviyeye erişip sabitlendiği ülkelerde örneğin yeni güneş enerjisi kurulumu mevcut yıllık elektrik arzının ortalama % 0,6’sı düzeyinde. Oysa 1,5 derece eşiği için bu büyüme oranının Paris Anlaşması’nı onaylayan ülkelerde en az % 1,4 olması gerekiyor. Güneşte bu oranı yakalayan tek ülke Şili. Rüzgar enerjisindeki en yüksek orana ulaşıp hızın sabitleştiği ülkelerde ise bu oran şu an ortalama % 0,8’lik büyümeye işaret ediyor. Yine 1,5 derece eşiği için bu oranın küresel olarak % 1,3 olması gerekiyor. Rüzgarda ise bu oranı İrlanda, Portekiz ve Brezilya gibi okyanus kıyısı olan birkaç ülke yakalamış durumda.
Andreas Malm’in Sanayi Devrimi’yle birlikte kömürle çalışan buhar makinelerinin adım adım suyla çalışan değirmenlerin yerini alışını incelediği çalışmasında fosil yakıtların kapitalizme üretimde neredeyse sınırsız bir mekan ve zaman esnekliği sağlayarak onun özündeki sınırsız büyümeye uygun, sermaye birikimi için muazzam bir imkan yarattığından bahsediyordu. Malm’in tespitiyle “değişim değerine sahip olan tek şey, yakıtın enerjisini yakalama, dönüştürme ve depolama teknolojisidir ve tüm teknolojiler gibi, ölçek ekonomisine tabidir: Seri üretim, panellerin ve türbinlerin maliyetlerini düşürür. Fotovoltaik tesislerin kümülatif hacmi her iki katına çıktığında, piyasa fiyatları kabaca yüzde 20 azaldı… Akışın hem zamana hem mekâna bağımlı doğası, fosil sermayenin ilkel birikimi kadar kazançlı olacak hiçbir şeye izin vermez: yakıtı ayrı bir odada gizlenmediğinden, aksine herkesin dalından koparıp alacağı bir meyve gibi boşlukta sallanıp dururken üretiminden çıkarılıp alınacak çok az artık değer vardır.”
Yenilenebilir enerjinin ise henüz prematüre aşamalarındaki hidrojen ve depolama teknolojilerine rağmen sermayeye yeniden böyle sınırlar getirmesinin yanı sıra, doğada “sınırsız” bulunmasından dolayı mevcut fosil yakıt sistemlerinde trilyonlarca dolarlık yatırımı bulunan fosil sermayesi için kârlı olmayacağı açıktır. Yenilenebilirin sermayenin tüm kesimleri için fosilin terk edildiği gerçek bir seçenek haline gelmesi bu nedenle, üretimin hızını kesmeyecek bir esnekliğe kavuşması için gerekli teknoloji ve altyapının oluşmasına bağlıdır. Sermaye döngüsünün hızının yakalanması mevcut kurulum hızı ve ölçeğinde dünya çapında yenilenebilir için mümkün olmadığından fosille bir yer değiştirme değil, onun üzerine eklenmesi söz konusu oluyor. En son IMF raporu Paris Anlaşması imzalandıktan sonra bile fosil yakıt endüstrisi dakikada 11 milyon dolara tekabül eden sübvansiyonlardan yararlanmaya devam etti. Üçte ikisinden Çin, ABD, Rusya, Hindistan ve Japonya’nın sorumlu olduğu bu sübvansiyonlarla 2020’de kömür, petrol ve fosil gaz üretimi ve yakılması işlemlerine 5,9 trilyon dolarlık kaynak ayrıldı. Oysa hava kirliliği kaynaklı ölümler ve sağlık sorunları ile sıcaklık dalgaları gibi iklim felaketlerinin maliyetleri bu şirketlere yansıtılmayarak karşılığında bedeli canlarla ödenen “ucuz yakıt” sağlanıyor.
Güneş ve rüzgar enerjisinin mekana olan bu bağımlılığı, bunların kurulum maliyetleri ve diğer girdileri aynı olan iki santralin coğrafi konumuna göre aynı verimlilikte çalışamayacağı anlamına geliyor. Bu ya düşük verimli üretimin olduğu yerlerde daha fazla kapasite kurulumu ya da yüksek verimli yerlerden enerjinin diğer bölgelere enerjinin iletilmesiyle çözülebilir. Dahası güneşin gündüz hava açıkken, rüzgarın ise hava esiyorken enerji üretiyor olması üretimin talepten fazla olduğu anlarda enerjinin, günün enerji üretilemeyen anlarında kullanılmak üzere depolanmasını gerektirir. Çeşitli nadir toprak elementleri ve metallere dayalı bataryalar, hidrojen, sıkıştırılmış hava, daha yüksek bir konuma pompalanmış su gibi yöntemlerle depolanabilen enerjinin kullanım anında tekrar elektriğe çevrilmesi ve iletilmesi ise yine ek kayıplara yol açarak verimliliği düşürür.
Yenilenebilir enerji kaynakları, pek çok ülkede elektrikteki yeni kapasite artışında son yıllarda fosil yakıtları geçmiş olsa da birincil enerji kaynağı olarak ısınma-soğutma alanındaki kullanımı halen oldukça sınırlıdır. Küresel enerji kullanımının yaklaşık % 50’sinin bu alanda gerçekleştiği düşünüldüğünde yenilenebilir enerjiyle entegre olabilen farklı sektörlerin ısıtma-soğutma enerjisi için de iç içe geçmiş şekilde yeniden planlanması enerji geçişinin en önemli ayaklarından birini oluşturacak. Sanayi üretimi ısıtma-soğutmada kullanılan enerjinin % 75’ini tek başına ihtiyaç duyarken bu noktada özellikle Avrupa Birliği’nde sanayi üretimini karbonsuzlaştırmanın bir yolu olarak hidrojen yeni parlayan yıldız olarak sunuluyor. Hidrojen, ısıtma-soğutmada ısıyı taşıyacak gaz olarak enerjinin kapitalist üretim tarzına uygun şekilde depolanması ve taşınmasına imkan vereceğinden yenilenebilir enerji sistemleriyle entegrasyonu için en öne çıkan yakıt adayı. Mevcut fosil gaz boru hatlarının uygun modifikasyonlarla hidrojeni taşımak için de kullanılabileceği dahi düşünülüyor. Yenilenebilir kaynaklardan üretildiğinde yeşil hidrojen adını alan ama mavi, turkuaz ve kahverengi gibi renkleriyle hidrojen için geliştirilen projeler, fosil yakıt şirketlerinin ve enerji yoğun sanayi şirketlerinin bu geçiş sürecinden zarar görmeden ya da en az zarar görerek çıkması için devletler tarafından şimdiden sübvanse ediliyor.
Yenilenebilirin üstel artışının devam etmesi için umutla beklenen diğer teknolojik gelişme ise başta bataryalar olmak üzere depolama teknolojileri. UEA’nın aynı 2050 vizyonu raporunda 1,5 derece hedefi için olan enerji üretimi ve tüketimindeki dönüşüm için önümüzdeki 20 yılda bakır ve nadir toprak elementlerinin kullanımında yeni enerji teknolojilerinin payı yüzde 40’a yükselecek. Bu nikel ve kobalt için yüzde 60-70, lityum için ise yüzde 90. Madenlere olan bu talep patlaması fotovoltaik panelleri ve rüzgar pervaneleri başta olmak üzere ekipmanların, ulaşımdaki elektrikli araçların ve enerji depolama için bataryaların üretiminden kaynaklanıyor. Örneğin, “tipik bir elektrikli araba, konvansiyonel arabaya göre 6 kat daha fazla mineral içeriyor, bir rüzgar santrali aynı güçteki doğalgaz santraline göre 9 kat fazla mineral gerektiriyor. Bahsedilen bu kritik minerallerin kullanımı yıllık %3 büyürse bunların madenciliği her 25 yılda kendini ikiye katlıyor. Çin ve Rusya’nın bu kritik madenler açısından zengin olduğu ve kullanmaktan çekinmediği biliniyor. Keza yine zengin maden rezervleri olan Fas ve Bolivya da onlardan farklı olarak bu madenleri doğrudan ihraç ediyor. Elon Musk’ın Tesla’sının elektrikli araç pazarında büyümesi için Bolivya’daki darbeye açıktan destek verdiği hâlâ aklımızda. Öte yandan fotovoltaik paneller ve rüzgar türbinlerinin üretiminde insan sağlığına ve çevreye zararlı pek çok kimyasal kullanılır. Ortalama kullanım ömürleri 25 yıl olan bu malzemelerin geri dönüşüm yüzdesi yüksek olmadığından 2000’ler sonrası kurulan paneller, 2025 sonrasında büyük bir atık sorunu ve kimyasal kirliliği şimdiden gündeme sokuyor.
Enerji üretiminde yenilenebilirin payını % 100’e çıkarma fikri 2000’lerden sonra pek çok bilimsel yayının konusu olsa da özellikle Yeşil Yeni Anlaşma tartışmalarıyla yükselen son dalga, Stanford Üniversitesi’nden Mark Jacobson ve arkadaşlarının 2015’te ABD’nin tüm eyaletleri için yaptıkları detaylı çalışmaya dayanıyordu. Çalışma, rüzgar ve güneşin yanı sıra hidroelektriğe dayalı enerji üretiminin, yeni bir geniş çaplı elektrifikasyon hamlesiyle ısıtma-soğutma, ulaşım gibi yenilenebilirin kullanımının kısıtlı olduğu sektörler dahil tüm sektörlerle entegrasyonunun sağlanabilmesinin yollarını gösteriyordu. Enerji iletim ve dağıtım altyapısının yenilenebilirin enerji süreksizliğine uygun akıllı şebekelerle dönüşümüne ek olarak sanayi üretiminde, ulaşımda ve tüketim mallarında elektrifikasyon sayesinde elde edilecek verimlilik artışı sayesinde büyük bir toplumsal dönüşümün gerçekleştirileceği savunuluyor. Aynı ekibin 2017 çalışması ise 139 ülkenin 2050 yılına kadar % 100 yenilenebilir enerjiye geçişi için gereken alanın ülkelerin toplam alanının %1,2’sine tekabül ettiği ve bu alanın mevcut fosil yakıt ve nükleer enerji tesis ve altyapılarının kapladığı alandan daha az olduğu belirtiliyor. Bütünlüklü sosyo-politik bir analizden yoksun bu çalışmalarla bilimin desteğini arkasına alan Bill McKibben ve Al Gore gibi meşhur figürler bunun gezegenin geleceği için kaçınılmaz ve tek çözüm olduğunu iddia ederek piyasanın yönlendiriciliğinde bir geçiş için kampanyalar düzenliyorlar. Oysa Stan Cox’un belirttiği üzere hesaplamalarda kullanılan modellerin hatalı ve eksik olduğunu gösteren pek çok çalışma da bulunuyor. Örneğin Jacobson’un ABD için kullandığı model ülkedeki her binanın altında ısı depolama merkezleri, yakıt olarak tamamen hidrojene geçmiş havacılık sektörü, ekosistemleri susuzluğa mahkum eden zararlı hidroelektrik projeleri ve henüz büyük ölçeklerde denenmemiş enerji depolama teknolojilerini varsayıyor.
Kapitalizmin sermayeler arası rekabete dayalı üretimdeki plansızlığı enerjinin gerçekten ne kadarının toplumsal ihtiyaçlar için olduğu tartışmasının önünü kesiyor. Tam da bu yüzden yenilenebilire geçiş, enerji ihtiyacının sürekli olarak arttığı gelecek senaryolarını varsaydığından kullanım yüzdesinin artması için kurulum hızının sabit bir hızda değil ivmeli bir şekilde ilerlemesi gerekiyor. Örneğin Almanya’da enerji bakanı toplam enerji tüketimi ne düzeye çıkarsa çıksın 2030’da enerjinin % 65’inin yenilenebilirden karşılanacağını savunurken hükümetin 2030’da 580 terawatt-saatlik yıllık elektrik tüketimi öngörüsü ise yeni elektrikli araçları düşük hesapladığı, yeşil hidrojen üretimini dahil etmediği için eleştiriliyordu. Son seçimlerden yükselerek ama istediği sonucu alamadan çıkan Yeşiller Partisi ise karbon fiyatının artırılması ve fosil yakıtlı araçlara son tarih konulmasıyla bu geçişin enerji sınırlamasız gerçekleşeceğini savunuyor.
Endüstriyel ölçekte kuruluma, teknolojik gelişime ve verimlilik artışına bağımlı bu eko-modernist yaklaşım iklim aciliyetiyle hareket ederken esasen enerjiye ve buna bağlı diğer kaynaklara bugün erişim sorunu yaşayan, yani enerji yoksulluğu yaşayan toplumsal kesimleri de yenilenebilirin özellikle kırsalda şebeke dışında, dağıtık ve küçük ölçekli kurulabilmesi ve ucuz enerji sağlaması vaadi ile ikna etme çabasındalar. Oysa su ve gıda hakkı gibi temel bir insan hakkı olarak görülmesi gereken enerjide yaşanan yoksulluğunun, sebebi yenilenebilirden önce de ne enerji fiyatları ne de teknoloji yetersizliğiydi. Yenilenebilir enerji yoksulluğunu çözmede kilit bir rol oynama potansiyeli taşısa da bunun, toplumsal ihtiyaçlar yerine enerjiyi bir meta olarak kâr için üreten kapitalist kalkınma modelleriyle sağlanmasıyla varılacak yer toplumsal ölçekte ancak daha büyük yoksulluk, borçluluk ve mâli bağımlılık olacaktır. Piyasanın gücüne dayanan bu yeşil yeni anlaşmaların enerji altyapısını sağlayacak yenilenebilir enerji şirketlerinin emperyalist merkezlerde istihdam, diğer ülkelerde kalkınma vaadiyle meşrulaştırılmasının aslında yeni bir sermaye yatırım hamlesi olduğu ve emperyalist bağımlılık ilişkilerini derinleştirdiği görülmelidir.
Güneş Dünyayı Sarar mı?
Yenilenebilir enerjiye geçişin teknik olarak mümkün olduğunu ama onun ötesinde onu, özellikle de güneş enerjisini komünist toplumun temeli olarak gören ekososyalistler de mevcut. Bunlardan David Schwartzman, O’Connor’ın kapitalizmin ikinci çelişkisi diye ifade ettiği sermayenin kendi üretim kapasitesinin altını oyması halinin komünist toplumun “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesindeki herkesin ekosistemleri de içererek yeniden düşünülebileceğini öne sürüyor. Güneş müşterekleri ve güneş komünizmi kavramlarını kullanarak o da yenilenebilir enerjinin adem-i merkeziyetçi ve demokratik kontrole izin veren yapısıyla doğayla bütünleşmiş komünist toplumun enerjisi olduğunu iddia ediyor. Bir geçiş programı olarak küresel ekososyalist bir yeşil yeni anlaşmanın enerji geçişini sağlaması gerektiğini savunuyor.
Schwartzman’a göre eğer askeri-sınai kompleksin emperyal programına son verebilirsek % 100 yenilenebilir enerjiye geçiş politik ve teknik açıdan mümkündür. Yani sorun Stan Cox gibilerin iddia ettiği gibi teknik değil, politiktir diyor. Schwartzman sorunun politik olduğu konusunda haklı, eğer iklim krizini yavaşlatmazsak milyonlarca insanın zarar göreceği ve enerji yoksulluğu yaşamaya devam edeceğini söylerken de haklı. Ancak bunun tek yolunun fosil yakıtlardan büyük çaplı bir hamleyle yenilenebilire geçiş olduğunu iddia etmekle hata yapıyor. Dahası bu geçişin nasıl bir uluslararası koordinasyon gerektiğinin farkında olarak Çin’in ve Venezuela gibi örneklerin dünyaya öncülük yapabileceğini savunuyor. “Venezuela petrolünü enerji geçişine güç sağlamak için kullanmalı” diye savunup “ne Maduro ne Guaido bir taktik bile değil, Venezuela’nın yeni bir üretim tarzına geçmesi ve dünyaya öncülük etmesi sağlanabilir,” diyor. Ve bağımlılık teorisinden beslenen teorisyenler gibi o da “üçüncü dünya”daki ya da “küresel güney”deki kapitalizmin iç çelişkilerini hesaba katmakta isteksiz davranıyor. Adeta Çin gibi ülkelerde bir zamanlar SSCB’de kapitalizmin restorasyonunun yaşanmış olması gibi devrimsiz bir şekilde sosyalizmin restorasyonunun mümkün olduğu ihtimaline güveniyor. Buna bugün izin vermeyen şeyin emperyalist çok kutupluluktaki güç dengeleri olduğu iddia ediliyor. Schwartzman’da sosyalizmin inşası özellikle enerji bağlamında teknik bir mesele olarak ele alınıyor ve sınıf mücadelesi sonradan geliyor. Burada onun da elini bağlayan şey iklim krizinin yarattığı zaman baskısı.
Bunu daha öteye taşıyan ve küçülmecilerin aksine ihtiyaçlar doğrultusunda dizginsiz büyümenin komünizmin ufku olduğunu savunan Aaron Bastani ise “tam otomatik lüks komünizmi” için yine askeri-sınai kompleksin sınırlanmasıyla boşa çıkacak metal ve altyapının yenilenebilirin kurulması için gayet yeterli olduğunu iddia ediyor. Daha fazla enerjinin biyosferin temizlenmesi, ekosistemlerin restorasyonu, iklim adaptasyonu, altyapıların iyileştirilmesi, karbon giderme teknolojileri, geri dönüşüm, elektrifikasyon, vb. ekolojik politikalar için zaten gerekli olacağını savunuyor.
Günümüzdeki somut denemelerden bir örnek verelim. Cezayir’de Sahra Çölü’ne yerleştirilmiş bir güneş paneli, Almanya’ya yerleştirilen aynı panelin 3 katı kadar daha fazla elektrik üretebilir. Burada 1 m2’lik panel günde ortalama 5-7 kilowatt-saat enerji üretebilir. 1000 km2’lik bir alandaki 5-7 terawatt-saatlik üretim Avrupa’nın tüm enerji ihtiyacını karşılayabilir. Bu basit matematik hesabına dayalı istatistik dev projelere dayalı bir ütopya gibi görünse de mevcut girişimler pratikte başarısız olmaya mahkum.
Yerleşime uzak bu alanlardan elektriği taşımak ilk büyük zorluk. Şu an Fas ile İspanya arasında 700 MW’lık iki iletim hattı bulunuyor. Bir üçüncüsünün ise 2030’da devreye girmesi planlanıyor. Avrupa’ya güç sağlayacak miktarda elektriği iletmek için bu kapasitedeki hatlardan iletim kayıpları ve depolama sorunları göz ardı edilse dahi toplam en az 9 milyar dolarlık maliyetiyle 592-831 arası kadar daha hat gerekecektir. Tam bu iş için kurulan ve AB tarafından yarım trilyon dolarlık fonlarla desteklenen şirketlerden olan Alman Desertec şirketi sadece İspanya-Fas arası 28 km’lik kısa mesafeyi değil; Tunus-Sicilya, Cezayir-Sardunya-İtalya, Libya-Girit-Yunanistan-Türkiye ve oradan Orta Doğu şebekeleri gibi olası rotaları içeren binlerce km’lik gerçekten enterkonekte, yani dağıtık yaygın bir şebeke ağının Akdeniz üzeri kısmı için 55 milyar doların üzerinde bir maliyet hesaplıyor. Desertec’in planı yarı iletken malzemelere dayanarak doğrudan elektrik üreten fotovoltaikli güneş tarlalarına değil, enerjiyi ısı olarak depolayabilen ve böylece batarya gibi ek maliyetleri azaltan, güneşin sağladığı enerjiyi aracı bir akışkan üzerine yoğunlaştırarak termal enerjiye çeviren ve bu enerjiyle elektrik üreten (yansıtıcı yüzeyler ve türbinler) bir sisteme dayanıyordu.
Bu yoğunlaştırılmış güneş enerjisi santralinin en bilinen örneği Fas’ta Noor 1, 2, 3 adıyla üç bölümden oluşan ve 510 MW’lık enerji üreten santral. Santral güneş olmadığında depoladığı ısıyla 3-7 saat arası çalışmayı sürdürebiliyor ancak ısıyı ileten akışkanı işlerliğini sürdürecek sıcaklıkta tutmak için günün soğuk saatlerinde fosil yakıta dayanan ek bir güç sağlayıcıya ihtiyaç duyuyor. Bu santral yerine depolama sahasına sahip bir fotovoltaik tarlası ise kurulum aşamasında. Ancak Fas tecrübesinde görüldü ki, yoğunlaştırılmış güneş santralleri soğutma ve yansıtıcı yüzeylerin temizliği için çok yüksek miktarda suya ihtiyaç duyuyor. Kuraklıkla başı belada olan Fas’taki santral, 12 km mesafedeki barajdan aldığı yılda 2,5-3 milyar litrelik suyu tüketiyor. Çiftçisi ekin ekemezken santral Avrupa için enerji üretiminde suyu öncelikli kullanmayı sürdürüyor. Bunun dışında Cezayir’de 2013’te BP’nin santrallerine yönelik saldırılarla bu yatırımların güvenliğinin de bir bedelinin olduğu ortaya çıkmasının ardından Almanya bunun yerine ülke içinde küçük ölçekli yatırımlara yöneldi (Almanya’da güneşin payı hâlâ %10 kadar) ve Afrika’ya buna uygun üretim yapan şirketleri aracılığıyla açıldı.
“Gelişmekte olan” Gana gibi ülkelerde örneğin güneş ve rüzgar enerjisi veganlık gibi bir statü göstergesi olarak evlerin çatısında ve butik kasabaların yanı başındaki yamaçlarda yerini aldı. Nüfusun bir kesiminin özelleştirilmiş dağıtım şebekesinden çıkması dağıtım şirketlerini zora soktuğundan bunun karşılığı daha yoksul kesimlerin enerji faturalarının yükselmesi oldu. Çatı tipi panellerle piyasa koşullarına terk edilen enerji geçişi toplumsal eşitsizliği daha da artırmış oldu. Ancak Fas’ın fiziki yakınlığı şirketleri cezbetmeyi sürdürüyor. İngiliz şirketi Xlinks 10,5 GW’lık güneş ve rüzgar santrali kurarak elektriği 3800 km uzaktaki İngiltere’ye taşımak için 24,1 milyar dolarlık bir yatırım planı açıkladı. Asya’da Sun Cable şirketi Avustralya-ASEAN Enerji Bağlantısı (AAPL) projesi ile Avustralya’da Singapur’a deniz altından elektrik iletimi projesi planlıyor. Şili hükümeti adına Antipodas projesini duyuran Piñera, Atacama Çölü’nde fotovoltaikle üretilen 600 GW’a kadar enerjiyi 15 bin km’lik kablo hattıyla Çin’e iletmeyi planlıyor. Bu proje aradaki saat farkı ile Şili’de gündüzken Çin’in gece yarısı enerjisini ya da güney yarım kürede yaz iken kuzeydeki kış mevsimini destekleyebilecek. Avrupa, Çin ya da ABD’ye bu şekilde enerji taşımak tarihsel sömürgeciliğin bir tekrarı gibi, kendi elektrik şebekelerini besleyemeyen ülkeler Avrupa’daki yüksek enerji kullanımı için “kalkındırılacak”. Afrika çöllerinin ekolojik açıdan yıkıcı olmadan bir enerji vahasına dönüştürülmesi ancak Afrika halklarının demokratik iktidarında, sosyalist planlamanın bir parçası olduğunda mümkün olabilir.
Güneş ve rüzgardan elde edilen enerji gün içinde sürekli olarak dalgalanır ve sık sık sıfıra kadar düşer. Fosil gazlı bir termik santralin aksine yenilenebilir enerji santralleri istedikleri anda üretimi artırarak talebe karşılık veremezler. Bu dalgalanmada asgari bir enerji miktarını (base load) sağlamak için araştırmalarda fosil yakıt olmayan kesintisiz enerji olarak biyokütle ve hidroelektrik önerilir. Ancak gereken miktarın karşılanması için bunların ekolojik açıdan yıkıcı olacak ölçekte kurulması gerekir. Yenilenebilire uygun elektrik şebekeleri dünyanın en büyük makinesi olmaya adaydır. Arz-talep değişkenliğine bağlı olarak anlık planlama yapabilen algoritmalarla çalışan akıllı şebekeler, özel yazılımlarla çalışan bataryalı depolama çiftlikleri gerektirir. Sonuç olarak kurulumu arttıkça fiyatı düşen bir enerji türü olarak güneş enerjisi kapitalizm altında enerji piyasası finansallaştığı ölçüde sermayenin ilgisini çeker, zira özelleştirilmiş enerji sistemleri üzerinden getireceği kâr diğer mâli sermaye araçlarına göre oldukça düşük kalır. Ucuz enerji geniş kitleler için olumlu gibi görünse de sermaye ilişkileri iklim krizinin önlenmesinde üretici güç olarak bu enerji türünün gelişimini engelleyerek ayak bağına dönüşür. Sermaye için güneş enerjisinin kurulumu depolama, yeni yeşil metalar gibi yeni yatırım alanları olduğu sürece sürdürülecek bir araçtır. Benzer şekilde kimi araştırmalar ise yenilenebilire geçmekte direnenlere hukuki ve mâli sonuçların artmasıyla 2036’da dünyadaki fosil yakıt yatırımlarının yarısının artık değersiz hale geleceğini tahmin ediyor. Enerji geçişinde erken davranan ve enerji kaynaklarını çeşitlendiren ülkelerin ekonomik kayıp yaşamayacağı ancak gelecekte atıl kalacak talebe göre aşırı petrol ve gaz üreten ülkelerin ise 11-14 trilyon dolara varan bir zararla karşılaşacakları öngörülüyor.
Adil Dönüşüm Sermayeler İçin
Glasgow’daki başarısız zirvenin ardından COP, gelecek yıl Mısır ve sonraki yıl Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenlenecek. UEA başkanı Fatih Birol, küresel petrol ve doğal gaz endüstrisinin en büyük konferansı olan ADIPEC’te sektöre yön gösterici çalışmalarından dolayı başarı ödülü alırken petrol üreticisi bazı ülkelerin yenilenebilire geçişi kaçınılmaz olarak gördüklerini ve buna hazırlandıklarını belirtti. Birol, “BAE, Katar, Umman ve Irak gibi ülkeler gelişmeleri takip ediyor ve petrole bağımlı ekonomilerinde yenilenebilir enerji, karbon yakalama, hidrojen ve amonyak gibi yeni teknolojilere geçiş yapmaya çalışıyorlar. Bu alanlarda potansiyelleri de oldukça yüksek ve mühendislik tecrübeleri de var.” dedi. Orta Doğu ülkelerinden Irak’ın ekonomisinin % 89’u, Bahreyn ve Libya’nın % 72’si, Suudi Arabistan’ın % 69’u, Kuveyt’in % 67’si, BAE’nin ise% 52’si petrol ve fosil gazı gelirlerine bağlı. UEA’nın verilerine göre dünya enerji tüketimindeki payı ancak % 5’i bulan bu ülkelerde şu an yenilenebilir enerji yatırımları yıllık toplam 16 milyar doları (dünyanın % 2’si) buluyor ve 2030’a kadar enerji tekelleriyle işbirliği içinde yıllık 130 milyar dolarlık yatırım planları hazırlanıyor. Enerji tüketimi bu kadar az olan ülkelerin dönüşümü şu konuda aldatmasın, fosil yakıt çıkarıp ihraç etmeye devam edecekler. Yenilenebilir enerji ne demokrasi vaadi ne de monarşilerin yıkılmasını getiren siyasi sürecin bir parçası. Ülkeler düzleminde bu kadarı bile enerji geçişinin sınıf ilişkilerine kör gerçekleştiğini gösteriyor.
Ülkelerin içinde ise enerji sektöründeki işçilerin ekoloji mücadelesi 70’lerde sosyal devlet gerilemeye girmeden hemen önce “adil dönüşüm” kavramı etrafında talepler yükselten sendikalarda şekillendi. Küreselleşme süreciyle emek ve ekoloji hareketleri arasında bir gerilim olarak var olan dönüşüm mevzusu 90’larda iklim krizinin yeniden önemli gündem olarak öne çıkmasıyla bu kez tabandan değil, çeşitli sermaye kesimlerinin öncülüğünde liberal bir içerikle gündeme geldi. 70’lerdeki güçlü sendikal hareketin öncülüğünü yaptığı bu reform talebi, 90’larda yeşile bulanmış sermayenin öne çıkardığı çevreci kesimlerin talepleri arasına girdi. Kapsayıcılık iddiasıyla işçilerin arkada bırakılamayacağı söylenirken güçsüzleşen sendikalar üzerinden işçilerin sömürünün sürdüğü bir başka alana geçmesi için uzlaşmaları istendi. ABD ve Avrupa’da yeşil yeni anlaşmaların işçi sınıfı için sunduğu ekonomik teklif enerji dahil bu geçişin “adil” olacağı yönündeydi. Oysa enerji sistemleri özelleştirilerek hem enerji yoksulluğu yaygınlaştırıldı hem de planlama ve yeni yatırımlar tamamen şirketlerin karar vericiliğine bırakılarak enerji demokrasisinden uzaklaşıldı. Örneğin Türkiye’de enerji sistemlerinde dağıtım ve üretimden sonra özelleştirmede sıranın iletime geldiği konuşuluyor. Dağıtım şirketlerinin en pervasız uygulamalarını Kürt illerinde gerçekleştirmesi, ABD’de siyah ve Yerli halkların yaşadığı kentlerde daha fazla kesinti yapmaları elbette tesadüf değil.
Covid-19 salgınıyla yaşanan ekonomik kriz ve arkasından patlak veren Siyah Yaşamları Değerlidir isyanı Trump’ın yeniden seçilmesinin önünü kesen iki temel etken olurken yerine gelen Biden’ın seçim sürecinde kilit “istihdam” kelimesiyle popülerleştirdiği Yeşil Yeni Anlaşması’nın seçim sonrasında gitgide sulandırılarak içindeki radikal reformlardan ayıklanması çok uzun sürmedi. ABD, Paris Anlaşması’na döndü ve daha iddialı iklim hedefiyle birlikte iklim fonu konusunda sınırlı da olsa taahhütlerde bulundu. Açıklanan 10 yıllık plan ise % 100 yenilenebilir enerjiyi savunanları tatmin etmekten çok uzak. İklim için ayrılan fon ne bu kampanyacıların iddia ettiği çapta bir istihdam sağlıyor ne de yetersiz hızda da olsa artan yenilenebilir kapasitesine karşılık fosil yakıt çıkarımından vazgeçiliyor. Bu durum tüm dünyada böyle. Evet bir geçiş var ve bu geçişte bir adillik kriteri de var. Ancak bu adaletin terazisi işçi, emekçi ve Yerli halkların hakları için değil fosil sermayesinin hakları için bir denge kurmaya çalışıyor. Biden’ı destekleyen kimi iklim hareketi bileşenlerinin bir argüman olarak sunduğu iklim adaleti hareketinin kitleselliğinin yaratacağı iddia edilen tüm o politik baskı sermaye karşıtı politik programlar, talepler ön plana çıkmadıkça bu sermayeler arası rekabette bir tarafa yedekleniyor.
Gökçe Günel’in belirttiği gibi “Enerji geçişi neden bu kadar popüler bir kavram? Enerji geçişleri anlatısı modernleşme teorilerinin bir yansımasıdır: (…) Neticede, modernleşme projeleri insanları ve yerleri geçmişe ya da geleceğe ait olmaları üzerinden sınıflandırır. Bu teorilerin savunucuları geleceğin ne getirmesi gerektiğini araştırıp bu geleceğe nasıl ulaşılacağına dair talimatlar sunarlar. Enerji geçişleri anlatısı da bu teorilerin ortak izleklerini yeniden üretir; bu izlekler ulus devlet ölçeğindeki analizlere yaslanır, büyük teknolojik gelişmeleri Küresel Kuzey’de arar ve bu gelişmelerin Küresel Güney’de sorunsuzca uygulanacağını umar.” Bu adil dönüşümün bir diğer versiyonuna küçülme politikalarında rastlanır. Jason Hickel ise küçülmenin, özellikle “yüksek gelirli” ülkelerde enerji ve kaynak kullanımında planlı bir azaltım ile eşitsizliği giderecek ve insanın iyilik halini geliştirecek şekilde ekonominin yaşayan dünya ile bir dengeye getirilmesi olduğunu söylüyor. Küçülmenin yenilenebilire hızlı bir geçişle toprağı ve biyoçeşitliliği restore edeceğini savunuyor. Küçülme bu açıdan yukarıdaki ekomodernist yaklaşımlardan ayrışır, iklim krizine karşı somut bir tavır takınır ancak hem nasıl sorusu hem de kapitalizmin küresel örgütlenişi karşısında karşılık bağımlılık ilişkilerinin nasıl çözüleceği sorularından kaçınılır.
Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) ve Uluslararası Emek Örgütü’nün (ILO) ortak raporuna göre güneş enerjisi alanında 2,3 milyonu Çin’de olmak üzere dünyada 3,98 milyon kişi istihdam ediliyor.1 Rapor ABD’de kömürlü termik santrallerinde çalışan işçilerin % 43’ünün herhangi bir ek eğitime gerek duymadan güneş enerjisi alanına kaydırılabileceğini belirliyor. Büyük ölçekli güneş enerjisi alanında yatırım maliyetlerinin % 17’si emek maliyeti ve % 32’si işletme ve bakım maliyeti. Yenilenebilir enerjiye geçişin işçi sınıfı içinde kabul görmesi için, iklim krizine çözüm olması iddialarının soyut kalması ihtimaline karşı, yeni yatırımların yaratacağı yeşil istihdamı öne çıkaranların, ham maddelerin çıkarılmasından üretimin diğer aşamalarına sürecin dünya çapındaki yıkıcı ekolojik etkilerini bir tarafa bırakalım, emeğin örgütlülüğü ve siyasi gücü konusunda tartışmayı derinleştirmemeleri tam da bu güçsüzlükten yararlanarak işçi sınıfını sermayenin “adil dönüşüm” programlarına yedeklemek amacını taşıyor. Burada bir naiflikten değil, iklim krizini çözmek için yeşil sermayeyle uzlaşılabileceğini vazeden programların somut amaçlarının bilincinde olunan bir durumdan bahsediyorum. İklim krizini tarihsel bağlamından, kökenlerinden kopararak adeta bir anda beliren bir meteor gibi siyaseten bağlantısız, tek kriter gibi alınmasını savunan liberal yeşil düşüncelerin sonuçları, sınırsız finansal güçle desteklenen liberal yeşil STK’lerin her iklim zirvesinde halka yapılan ihanete rağmen müzakereci “aktivizmi” salık vermesinde görülür.
2015 Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerinin güncelleneceği, 1 yıl gecikmeli gerçekleşen COP26, taahhüt edilen Yeşil İklim Fonu’nun ertelendiği, “kayıp ve hasarlar” için tazminatın kabul görmediği, kömürden çıkış anlaşmasının sınırlı ülke tarafından imzalandığı, iklim çözümlerinin piyasa mekanizmalarına ve yeni teknolojilere bırakıldığı sonuçsuz zirvelerden biri olarak daha tarihe geçti. 2018 sonrası yükselişe geçen iklim adaleti hareketinin antikapitalist meyilli bölükleri artık zaten salgın sonrası ekonomik iyileşme, tedarik zincirleri ve güncel enerji arz krizine odaklanmış devletlerden ham hayalle başka bir şey beklenmiyor.2 Sömürü ilişkilerine son verilmediği ölçüde ekolojik çöküş ve iklim krizinin yıkıcı etkileri karşısında dünya işçileri ve ezilenleri zarar görmeye devam edecek. Bir numaralı enerji tüketicisi konumundaki askeri-sınai kompleks, gıdanın tarladan tabağa uzun yollardan endüstriyel tarzda üretilerek gelişi, ulaşımın bireysel tarzda örgütlenişi, dünyanın en varlıklı % 1’inin (~80 milyon insan eder) tüketimi ve emisyonları bir enerji sorunu; ancak bu sorunun çözümü enerji geçişi veya onun hızı değil. Tüm bu savaş ve yıkım dünyası devam ederken adına ister adil ister yeşil denilsin, enerji üretimi, sistemleri ve toplumsal üretim altyapısında bir dönüşümü yeni bir sermaye hamlesi olarak planladığınızda kurtardığınızı iddia ettiğiniz gelecek dünya ezilenleri için cehennemden bir başka cehennem demekten başka bir anlam taşımaz.
Sosyalizmin Enerjisi Nasıl Olmalı
Malm’e göre “[Zaman kısıtı] diğer herkeste olduğu kadar marksistler üzerinde de bir baskı oluşturur. ‘Tek çözüm devrim’ ya da daha az kısaltılmış haliyle ‘iklim değişikliğiyle mücadelede sosyalist mülkiyet ilişkileri gereklidir’ hattında geliştirilen herhangi bir argüman artık savunulamaz durumdadır.” Ve “geçtiğimiz iki yüzyıldaki deneyimler, sosyalizmin ulaşılması oldukça azap verecek şekilde zor” olduğunu gösterdiğinden başlangıçta “savaş komünizmi” dışında bir seçenek yoktur. O noktaya gelinceye kadar yapılacaklar ise bu zorlu sürecin nasıl bir zeminde yükseleceğini belirleyecek. Enerjinin de hem maddi hem de soyut özellikler taşıyan bir müşterek olduğunu savunan Ashley Dawson’a göre Halkın Enerjisi (People’s Power, – ç.n. aynı zamanda halk iktidarı demek) kampanyaları ile enerji sistemlerini yeniden kamulaştırmak, demokratikleştirmek, sömürgeci uygulamalardan arındırmak ve bu sayede karbonsuzlaştırmak için toplumsal bağlarını birlikte ele almak bugün için enerjide yenilenebilir enerji projelerini kabul ya da reddetmeye sıkışan politik hatta somut bir alternatif olabilir. Buna göre enerji demokrasisi ancak kurumsallaşmış ve aşırı merkezileşmiş fosil yakıt ekonomisinden toplumun kontrolündeki enerji sistemlerine geçişle sağlanabilir.
Askeri-sınai kompleks ve temel sanayi üretimiyle iç içe geçmiş fosil yakıt endüstrisini kamulaştırma mücadelesi elbette hem bu sektörlerde örgütlü sendikaları hem enerji yoksulluğu yaşayan toplumsal kesimleri hem enerji santrallerinin yarattığı kirlilik ve ve ekolojik tahribattan etkilenen kesimleri içeren geniş bir örgütlenme çalışmasını gerektirirken ulusal ve bölgesel çapta doğrudan devleti ya da şirketleri hedef alacak tarzda bir hareket tarzı benimsenebilir. Diğer yandan Avrupa’dakiler başta olmak üzere pek çok ülkede örneğini gördüğümüz enerji kooperatifleri de bu mücadelenin bir parçası olabilir. Elbette iklim krizine çözüm önerisi olarak değil ama bu çözüme giden yolda bir mücadele aracı olarak. Kooperatifler özellikle yeni kurulan yenilenebilir santrallerin dışında kamulaştırmanın bir biçimi olarak da kullanılabilir. Zira tıpkı diğer alanlardaki üretim kooperatiflerinin piyasayla rekabet etmek durumunda kalan koşulları onu bir süre sonra kâr-zarar dengesi gözeten adımlar atmaya itiyor. Enerji gibi ilk yatırım maliyeti yüksek bir alanda ise bu risk daha da büyüyor.
Sosyalistler ya da marksist ekolojistler açısından sorun enerji geçişi değildir, kapitalist üretim tarzıdır. Bu değişmediği sürece enerji türleri arasındaki geçiş, ekolojik çöküşü ya da iklim krizini durdurma anlamında gerçek bir sonuç doğurmayacaktır. Ekolojik çöküş ve iklim krizine karşı tüm bu programlar da bu bakışın sınıfsal çıkarlar açısından çeşitli temsilleri haline gelir. İşçi ve ezilenlerin enerji politikası bu nedenle bugün için öncelikle siyasal devrim hedefine bağlı somut talepler içeren bir mücadele programı olmalı ve uzun vadede ise toplumsal devrimin bir parçası olarak yaşamın, yani üretim ve yeniden üretimin ekolojik bir şekilde örgütlenmesinde temel unsurlardan biri olarak farklı ölçeklerde toplumsal planlamanın parçası olmalıdır.
Enerjinin yaşamın döngüsüne uyum sağlaması “zorunluluk alanına” dönüş anlamına geliyor gibi görünse de Marksizmin doğalaşan insanı için yabancılaşmadan kurtulmanın tek yoludur, özgürlük tam da burada zorunlulukların bilincine varmak anlamına gelir. Her nerede ve ne büyüklükte bir alanda olursa olsun sosyalist inşanın tarihin bu döneminde önündeki en öncelikli görevlerinden biri ekolojik çöküş koşullarına toplumun uyumu, bozulan ekosistemlerin onarımı ve üretim ve yeniden üretim altyapısının bu altüst oluşa karşı sürdürülebilirliğinin sağlanması olacak. Toplumsal devrimin bir kadın devrimi olarak şekillenişine ekolojik bir seferberlik eşlik edecek. Sosyalizmin toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere üretici güçleri geliştirmesinin bir aşaması üretime uygulanan robot, yapay zeka ve internet teknolojilerinin bütünleyicisi olarak yerleşim alanlarının coğrafi özellikleriyle uyumlu, dağıtık, toplumsal mülkiyet altındaki yenilenebilir enerji sistemleri ve bunlara uygun ölçeklendirilmiş üretim, ulaşım ve mekan planlaması. Demokratik ve merkezi bir ekonomik planlamanın hem mekan ölçeğinin belirlenmesinde hem de üretimin zamanının ayarlanmasında kullanılan enerji türüne göre bir seçim yapılması, ekolojik bir kriter olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Bu, madenciliğe dayalı geliştirilecek depolama teknolojileri ya da fosil yakıtlı enerji sistemlerine uygun planlanmış sanayi altyapısının devamını öngören üretim alanlarıyla aynı tempoda sürecek bir üretim yerine çalışma sürelerinin kısaldığı, üretimin doğal döngülerin temposuna uygun hale getirildiği, üretim alanındaki yabancılaşmayı ortadan kaldıracak bir iş yeri tasarımıyla toplumu çalışmanın ihtiyaç haline geleceği sürece hazırlayacaktır.
1Güneş enerjisi alanında istihdam Almanya’da yaklaşık 44 bin, Filipinler’de 41 bin. Türkiye’de de geçtiğimiz yıl Kalyon Holding’in Konya ovasında kurmayı planladığı güneş tarlası için Ankara’da panel üretecek fabrikada 1500 işçi istihdam edildi.
2Çin’in en büyük fotovoltaik panel üreticileri Longi, JinkoSolar, Trina Solar, JA Solar ve Risen şirketleri ortak bir açıklamayla tedarik zincirlerinde yaşanan sorunlar ve kış için enerjinin başka alanlara ayrılması kaynaklı %90’lık üretim kaybı nedeniyle geciken ürünler için alıcılardan özür diledi.
Kaynakça
Andreas Malm, “Fişleri Çekme Zamanı”, (“Time to Pull the Plugs”), 25 Kasım 2019.
Ashley Dawson, “Halkın Enerjisi – Enerji Müştereklerini Yeniden Kazanmak”, Verso Books (çeviri: Polen Ekoloji Kolektifi), 28 Ağustos 2020.
Brian McManus, “The Problem with Solar Energy in Africa”, Real Engineering, 23 Ekim 2021
Bruno Alves, “Global electricity consumption 1980-2018”, Statista, 5 Temmuz 2021
Catherine Early, “Çin dünyada kömür üretimini nasıl şekillendiriyor?“, BBC Türkçe, 10 Kasım 2021
Christian von Hirschhausen, Florian Leuthold, Jonas Egerer, Robert Wand, Gregor Drondorf, et al., “The Economics of DESERTEC”, 4 Şubat 2010
David Schwartzman, “The Global Solar Commons, the Future That is Still Possible: A Guide for 21st Century Activists”, 6 Ekim 2020
Eurostat, “Electricity production, consumption and market overview”
Global Solar Atlas, https://globalsolaratlas.info/
Gökçe Günel, “Temiz Enerji Adaları”, Çev: Eda Sevinin, Mekanda Adalet Derneği.
Güney Işıkara “Küçülme Üzerine Düşünceler”, Abstrakt Dergi, Kasım 2021.
Ilias Tsagas, “Spain’s third interconnection with Morocco could be Europe’s chance for African PV – or a boost for coal”, PV Magazine, 20 Şubat 2019
Jacobson, M. Z., Delucchi, M. A., Bazouin, G., Bauer, Z. A., Heavey, C. C., Fisher, E., Morris, S. B., Piekutowski, D. J., Vencill, T. A., & Yeskoo, T. W. (2015). 100% clean and renewable wind, water, and sunlight (WWS) all-sector energy roadmaps for the 50 United States. Energy & Environmental Science, 8(7), 2093–2117.
James Temple, “The lurking threat to solar power’s growth”, MIT Technology Review, 14 Temmuz 2021.
Jason Hickel, “What does degrowth mean? A few points of clarification”, Globalizations, 2020
Joel Jaeger, “Explaining the Exponential Growth of Renewable Energy”, WRI, 20 Eylül 2021
John Bellamy Foster, “Ekososyalizm ve adil dönüşüm”, BirGün Pazar, 30 Haziran 2019
Jonathan Neale, “What do we do after the COP?”, Global Ecosocialist Network, 16 Kasım 2021
Kathleen Vaillancourt, “Electricity Transmission and Distribution”, IEA ETSAP, Nisan 2014
Kevin McCann, “10,000 sq km of Solar in the Sahara could provide all the world’s energy needs”, EnergyPost, 26 Mayıs 2020
Max Hall, “Solar job numbers kept on rising in 2020”, PV Magazine, 27 Ekim 2021
Onur Yılmaz, “İklim Krizi Bağlamında Madencilik, Küçülme ve Yeşil Düzen Tartışmaları”, Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu, 26-27 Haziran 2021
ourworldindata.org, 5 Kasım 2021’de erişildi.
Pilar Sanchez Molina, “Chile wants to export solar energy to Asia via 15,000km submarine cable”, PV Magazine, 15 Kasım 2021
PV Magazine, “PV module price index: Prices set to rocket back to 2019 levels”, 18 Kasım 2021
Stan Cox, “The green energy cornucopia is 100 percent wishful thinking”, Climate&Capitalism, 15 Eylül 2017
Şevin Bozhan, “Karbon Vergisi Uygulamasının Türkiye’ye Ekonomik Etkileri”, EkoIQ, 24 Ağustos 2021
TNO, “15 things you need to know about hydrogen”, 2021
1Çin’in en büyük fotovoltaik panel üreticileri Longi, JinkoSolar, Trina Solar, JA Solar ve Risen şirketleri ortak bir açıklamayla tedarik zincirlerinde yaşanan sorunlar ve kış için enerjinin başka alanlara ayrılması kaynaklı %90’lık üretim kaybı nedeniyle geciken ürünler için alıcılardan özür diledi.