Nüfus sorunu ve Malthus birbirinden ayrılmaz ikili gibi sunulur. Klasik iktisat teorisini anlatması bakımından doğru kabul edilebilir. Marx‘ın ise Malthus‘un doğalcı, determinist yaklaşımlarını kabul etmediğini biliyoruz. Sanayi kapitalizminde göreli de olsa nüfus fazlalığının bir yasa gibi işlediğini, işletildiğini gören Marx, Malthus‘un ücret düzeyi ile nüfus arasında bağ kuran yaklaşımlarını reddeder. Nüfus fazlalığının güncel yaşam alışkanlıklarına, gelenek, törelere, vb. indirgenmesi yerine kapitalizm şartlarında var olan üretim tarzının devamı için yaratıldığından bahseder ve ekler; nüfus fazlalığı artı değerin dolayısı ile sömürünün ana kaynaklarından birisidir.
Malthus‘un doğa-tanrı ilişkisi üzerine inşa ettiği teorisi birçok sorunu da beraberinde getirir. Buna göre nüfusun gıda temininden daha hızlı artıyor olması büyük tehlikedir; Malthus, gıda ihtiyacının aritmetik dizi şeklinde artarken, nüfus geometrik dizi şeklinde arttığını söyler. Klasik iktisadın kurucuları için de durum pek farklı değildir. Adam Smith, “ücret haddi nüfusun büyüklüğünü belirler. Ücret artarsa nüfus da artar” derken, ücretlerin yaşama tutunacak kadar olması gerektiğini vurgular. Aksi takdirde kârların azalışı insan nüfusunun artması ile birlikte ciddi sorunlar doğurur der. Bunlar elbette toplumda burjuva ideolojisinin egemenliğini sağlamanın aracı, kapitalist bir toplum şekillenmesi için gereken görüşlerdir.
Şimdi kapitalist sistemin nüfus kavramına yaklaşımını ve ardında yatanları özetlemeye çalışalım:
1-) Gerek klasik iktisatçılar gerek günümüz neoliberalizm savunucuları için kapitalizmin işleyişi doğa yasaları ile uyumlu, düzen içinde ve karşı çıkılamaz mahiyettedir. Bu anlamıyla dengenin bozulması büyük felaketler getireceği için sistemde uyum ve boyun eğme eş zamanlı olmalıdır. İnsan edilgen bir nesnedir. O nedenle sayılabilir, sayısı isteğe göre azaltılıp çoğaltılabilir bir eşyadır. Toplum bireylerden oluşan, uyum içinde yaşayan insan sayısı toplamıdır.
2-) İnsan sayısının hızla artıyor olması gıdaya ulaşımdaki en büyük sorundur. O nedenle sorun sistemde değil, hızla çoğalan insandadır. Gıda amaç iken insan ikinci planda bir araçtır. Oysa biliyoruz ki, tarımın kapitalistleşmesi ve uygulanan teknikler gıdaya ulaşımın en önemli engelleridir. Gıdanın metalaşması onu insan ihtiyacından öte bir yere taşıdı, tekellerin elinde (GDO ‘lu ürünler gibi) birer silaha dönüştü.
3-) Egemen söylem şöyle der: Nüfus artışı, çevre ülkelerin ya da az gelişmiş ülkelerin en büyük sorunlarından birisidir. Bu ülkeler gelişip kalkınamadıkları -Batılılaşamadıkları- için kültür sorunu yaşamaktadırlar. Cahil, geri kalmış, kötü yaşayan, kültürsüz nesneler toplamıdırlar… Bu insanların sayısının artması büyük sorunların kaynağıdır. Bu, sorunu olmayan yerde aramak demektir. Kapitalizmin insanı ve doğayı yok eden mantığını başka yerlere havale etmektir. Sorunu merkezden çevreye yönlendirmektir. Nüfus artışını kültürel boyuta indirgemek Avrupa merkezci bakışı kutsamak demektir.
4-) Nüfus ile kalkınma, ilerleme arasında sorunlar vardır. Nüfusu fazla ülkeler kalkınmak için ülke topraklarını sonuna dek emperyalist Batı’ya açmalıdır. Eğer kalkınmak istiyorsanız nüfus ile birlikte doğal yaşam da lükstür. Fazla nüfus ve doğal yaşam kalkınmaya engeldir… İşte bu uydurmaca, yani resmi tarih söylemi her dönem kullanılmaya, insanların bilincine çıkarılmaya çalışılır. Modern insan tanımı Batı üzerinden kurgulanır, doğa ile iç içe yaşam ilkellik olarak yaftalanır.
5-) Fazla nüfus işsizliğin, yoksulluğun, açlık ve sefaletin kaynağıdır diyor neoliberaller. İşsizliğin kaynağını hem işsiz bırakılan insanlara yükleme hem de işsizlik üzerinden yeni ve ucuz artı değer yaratma çabalarına örnektir bu söylem. Yedek sanayi ordusu ya da ucuz iş gücü kapitalizmin önemli ekonomik ve politik kozudur. Canlı emek ve doğa üzerinden fazladan değer yaratıp ayakta kalan sistem için yeni ikili alanlar hayati önem taşırlar. Birincisi, işsiz ucuz işgücü fazlalığı; ikincisi, el değmemiş doğal alanlar.
6-) Hareket eden sermaye hareket etmeyen canlı emeği arzular. Ama son dönem nüfus hareketleri sermaye için nitelikli ucuz iş gücü (eğitimli insanlar) ve kayıtsız çalıştırılan köle emeği olarak kullanılan emek gücü olarak iş görüyor. Nüfusun istemli (beyin göçü) ve istemsiz (savaşlar ve iklim felaketleri) hareketleri, göçün hedefi merkez ülkede fazlalık yaratırken bu olsa olsa sermaye için kâr oranlarını artırmanın bir yoluna dönüşüyor.
Marx’ın kendi döneminde mahkum ettiği bu görüşler özellikle 70’lerde neo-Malthusçuluk biçiminde tekrar yükselişe geçti. Bu kez sorun sadece nüfus ve gıda bağı değil, bir bütün olarak kaynaklar ve gezegensel sınırlar sorunu olarak ifade edildi. Yüzyıllarca sömürgecilik, cinsiyetçilik, ırkçılıkla doğası talan edilen ülkelerdeki insanların üremeleri ekolojik çöküşün önemli sebeplerinden biri olarak gösterilir. Bugün de bu görüşler azılı ırkçı ve faşistlerin yanı sıra kimi liberal yeşil ve burjuva sol kesimler tarafından öne sürülmektedir. Oysa dünya nüfusunun tamamını geniş endüstriyel tarım uygulamalarına başvurmadan besleyecek kadar gıdanın üretilebileceği pek çok bilimsel araştırmada ortaya konulmaktadır. Üretilen gıdanın çok büyük bir kısmı tabağa ulaşamadan çöp olurken ulaşabilenler de alabildiğince eşitsiz şekilde dağılmaktadır. Yeterli ve sağlıklı gıdaya erişim, ya da enerji gibi diğer temel toplumsal ihtiyaçlara erişimin, bir kriz olarak yaşanması kapitalizme içkin bir durumdur. Çözümü de nüfusun “kontrol altına alınması” değil, kapitalizmin kan emici, yoksunlaştırıcı düzeninden kurtulmaktır.