Örgütlenme mevzusunu “ekoloji hareketinde örgütsel sorunlar” diye parçalamak yerine genel olarak ele almayı tercih ediyorum. Her ne kadar bu metnin yer alacağı yayın ekoloji hareketleri üzerine olsa da -aynı Polen Ekoloji’nin manifestosunda da ifade edildiği gibi- ekolojiyi; emek, kent, toplumsal cinsiyet gibi tüm hak ihlallerine karşı mücadele eden hareketlerle bir bütün olarak okuyorum. Örgütlenmeyi de bir sorun (problem) alanı olarak değil, bir sorunsal (problematik) olarak tasvir edeceğim. Zira örgütlenme, Türkiye gibi demokratik kazanımların giderek geriye düştüğü, kayıplara karşı rıza oluşturmak üzere baskının ve zor aygıtı kullanımının mütemadiyen arttırıldığı ülkelerde çok daha yakıcı bir sorunsal.
Kapitalist üretim ilişkilerinin iktidar ve sermaye birikimini pekiştirmek, türlü toplumsal eşitsizliklerin sürekliliğini sağlamak üzere hareket ettiği toplumlarda karşı hegemonya kurmak için mücadele edenlerin dert ettiği bir konu olan örgütlenmeye dair çeşitli güncel tartışmalar var. Bu yazının sınırlı çerçevesi içinde, bazı güncel tartışmaları kısaca açmaya çalışacağım. Aktaracağım bu kaynaklar ve üzerine yapılabilecek yeni tartışmalarla hepimiz için önemli bu sorunsalı zaman içinde daha da geniş katılımlı ortamlarda ele alabileceğimizi umuyorum.
Yakın zamanda okuduğum metinlerden yola çıkarak diyebilirim ki, örgütlenmeye dair akla gelen ilk sorunsal, hareketin biçimi hakkında oluyor. Nasıl bir yapılanma daha “başarılı”, “doğru”dur? Yatay mı, düşey mi hareket etmeli? Ya da bunları terk edip, biçimsel olarak karma, diyagonal, eliptik vb. başka bir form mu denenmeli? Örgütlenmeye dair diğer sorunsallara da bakarsak, örneğin; bu örgütlenmeleri hareket, oluşum, savunma, dayanışma, ağ, birlik, sivil toplum kuruluşu vb. nasıl ifade etmeli? Örgütler kurumsallaşmalı mı, yoksa yasal olarak bağımsız mı kalmalı? Etkinlikleri, üretimleri için maddi destek alınmalı mı veya iç imkânlarla mı ile yola devam etmeli? Maddi destek alınacaksa bu kimlerden, nasıl olmalı? Örgütlenmenin sürekliliği nasıl sağlanmalı? Yoksa süreklilik gerekli değil mi, itfaiye gibi yangın yeri mi odaklı olunmalı? Spontan mı hareket edilmeli, ya da plan-programlı bir yol mu izlenmeli? Örgütlenmelerin yanyanalığı nasıl sağlanmalı, nasıl birlikte hareket etmeli? Birlikte hareket edilecekse radikal bir dönüşüm niyetiyle örgütlenen ile, sistem içinde bir onarımı hedefleyen örgütlenme yanyana gelebilir mi? Çoğalmak için bu gerekli ise, hangi ilkelerle, nasıl yol alınmalı? Yer yer birbiri ile de keşisen ve çoğunluğu praksise dayalı bu ve benzeri çokça sorgulamaya maalesef bu sayfa sınırı içinde ayrıntılarıyla giremeyeceğim, ancak teorik bağlamda genel bir değerlendirme sunmaya çalışırken bazı güncel çalışmalara da referans vereceğim.
Öncelikle yukarıdaki sorular dahil, farklı sorunsallara incelikle eğilen ve kişisel olarak yakın bulduğum yaklaşımları da içeren güncel bir kitabı referans vermek istiyorum. Rodrigo Nunes’in “Neither Vertical Nor Horizontal: A Theory of Political Organisation (Ne Düşey/Dikey Ne de Yatay: Bir Siyasi Örgütlenme Teorisi)”[1] isimli kitabı -kısmen kitaba da adını veren- düşeylik-yataylık sorunsalını şöyle açıklıyor; ““…“Yataycılar” “dikeycilere” karşı ontolojik argümanı kazanmıştı: ağlar öncü partilerin içinde ve çevresinde de dahil olmak üzere gerçekten her yerdeydi ve ikincisini haklı çıkaran metafiziğin çoğu beceriksiz ve eskimiş görünmeye başlamıştı. Yine de bir şeyler yanlıştı. “Ağsal Leninizm (Networked Leninism)” benim sorunu ve o zamanlar açık bir çözüm gibi görünen şeyi adlandırmak için kasten kullandığım kışkırtıcı bir yöntemdi. Provokasyonun, bu konuşmayı yapmak istediğim pek çok kişiyi uzaklaştırmasından korktuğum için sonunda “ağsal Leninizm” adını terk edecek olsam bile, içeriden görüldüğü şekliyle bir öz-örgütlenme açıklaması fikri özünde zaten vardı. İkili düşünceden hem biçim hem de içerik olarak kaçma niyeti de öyleydi. Dikeyci olmak zorunda kalmadan yataycılığa eleştirel yaklaşılabileceği gibi, ikinci geleneğin ortaya attığı bazı soruları birincisinin varsaydığı ontoloji içinde ortaya koymanın mümkün, hatta gerekli olduğunu göstermek istedim. Daha da ötesi, her iki gelenekte de ortaya atılan (bazen karşıt) soruları, aralarında seçim yapmak zorunda kalmadan ciddiye almanın ve bunları ya/ya da ikililerinin yerini “daha çok ya da daha az” ikililerinin aldığı daha zengin problemler inşa etmek için kullanmanın mümkün olduğunu göstermek istedim. Bu ikililer, gerçek güçler arasındaki ilişkilerle ilgili olduğundan, büyülü çözüm vaatlerini ya da bu sorunları bir kerede ve tamamen çözme ihtimalini askıya aldılar ve bunun yerine, işleri yoluna koymak için çalışmak gerektiğine dair ayıltıcı bir farkındalık sundular. Yataycılık ve dikeycilik arasındaki seçimin ötesinde bir şey varsa, o da budur”.
Yaptığı işe herhangi bir etiket vermeme konusunda bilinçli bir karar aldığını ifade eden Nunes, -ki bunun kitap satmak ve bir niş oluşturmak açısından yararlı olduğunu bilse bile- şöyle diyor; “…etiketler kimliklere dönüşme eğilimindedir ve kimlikler, tartışmayı gerçek sorunlardan ziyade imajlar ve çağrışımlarla ilgili hale getirerek çarpıtma eğilimindedir. Ayrıca benim stratejim, örgütlenme sorununa ilişkin farklı konum ve kimliklerin ortaya çıkabileceği ortak arka planı tanımlamaya çalışmaktı, dolayısıyla bunu kendi başına bir kampa dönüştürmenin pek bir anlamı yoktu.” Kişisel olarak her iki tür örgütlenme içinde de varlık gösteren birisi olarak içeriden-dışarıdan yükselen tartışmaları yakından takip ediyorum, parçası oluyorum. Bu noktada Nunes gibi[2], biçimlerin birinden birini seçmek veya salt formu dönüştürmek yerine ihtiyaç duyduğumuz şeyin ilgili formun içinde güvenle ve inanarak ilerlememize imkân tanımayan sorunlarla doğrudan yüzleşmek ve baş etmeye çalışmak olduğunu düşünüyorum.
Diğer yandan anti-kapitalist ve radikal dönüşümü hedefleyen görece homojen bir dünya görüşüne sahip oluşumlar dışında, bir yeri/alanı/mevzuyu savunma odaklı son derece heterojen karma taban örgütlenmelerinde de yer alan birisi olarak Nunes’in kolektif harekete dair şu sözlerini önemli buluyorum; “…İstisnai durumlar haricinde, güçlüler her zaman Spinoza’nın potestas olarak adlandırdığı, zora gelindiğinde insanların emirlerini yerine getirmesini sağlayacak güce sahiptir: polis, ordu, basın, ücret ilişkisi, çoğunluğun birikmiş korkusu ve pasif rızası, “üzerinde güç” olarak tanımlanabilecek ya da muğlak bir ifade olan “iktidar” altında toplanabilecek her türlü şey. Öte yandan zayıfların, Spinoza’nın “potentia” dediği, eyleme kapasitelerinden -bir şeyler yapma, birbirlerini etkileme ve birbirlerinden etkilenme güçlerinden- başka hiçbir şeyleri yoktur. Yine de her bir bireyin potentia’sı tek başına çok fazla değildir ve kesinlikle potestas ile yüzleşmek için yeterli değildir. Bu nedenle bireylerin bir araya gelmesi zorunludur, her birinin eylem kapasitesi diğerlerinin kapasitesini çoğaltır. İşte bu yüzden siyasetin konusu her zaman kolektiftir.” Tam da bu bağlamda Nunes’in örgütlenme ekolojisi (ecology of organization) olarak açtığı bölümde ele aldığı “radikal x esnek olma” çatışmasına dair şu sözleri de önemsiyorum; “…Radikal olmak, somut bir durumla ilgili olarak, bu durumla uyumlu en dönüştürücü eylemi belirleyerek radikal olmaktır. Bunun dışında, “radikallik” tamamen estetik bir jesttir, dünyada gerçekten etki yaratma taahhüdünden yoksundur.”
Sonuç olarak Marx’ın 11. Tezinde[3] ifade ettiği gibi; sadece dünyayı yorumlayan/analiz eden değil, onu dönüştürmeyi arzu eden birisi olarak, yeni bir örgütlenme ismi/formu/yöntemi gibi sihirli bir formül sunmak, ya da bir tür sorunun yerini değiştiren sistem gibi davranmak yerine; sorunların kendisiyle sahiden yüz yüze gelmeyi gerekli görüyorum. Örneğin gerek yatay gerekse de düşey örgütlenmeler içinde sıklıkla rastlanabilecek; kazanılan gücün kontrolü, gücün örgütlenme içinde dağıtılması/devredilmesi, hareketin gücü kadar farklı sermaye türleri ve erk/eklik gibi toplumsal yapısal güçlerin/kabullerin devredilmesinde rıza gösterecek bir ortamın tesis edilebilmesi, birbirinden öğrenme, birbirini geliştirme ve dönüştürmeye açık olma, ilkelerle beraber kolektif bir tartışma süreciyle esnekliklere de yer verebilme, kendine de öz-eleştirel ve öz-dönüşümsel olma arzusu taşıma, kararlara doğrudan katılım, şiddetsiz iletişim, yol açma/yol verme gibi karşılaştığımız sorunlar üzerine çalışmayı ve bu bağlamda dönüşümün önce bizim potentia’larımızı çoğaltmak üzere kendi davranış biçimlerimizden başlaması gerektiğini düşünüyorum. Yolumuz açık olsun, dayanışmayla…
Dipnotlar:
[1] Rodrigo Nunes’in bu kitabı üzerine yapılmış olan bazı söyleşileri de önermek isterim; https://roarmag.org/essays/rodrigo-nunes-interview/, https://www.youtube.com/watch?v=MUexkqVYQPI, https://projectpppr.org/platforms/neither-vertical-nor-horizontal-interview-with-rodrigo-nunes, https://www.youtube.com/watch?v=nY_dm1kHXr4. Yazarın diğer yayınları için bkz. https://puc-rio-br.academia.edu/RodrigoNunes. Nunes dışında, Laurence Cox, Stefan Berger gibi yazarların da örgütlenme konusundaki çalışmaları ufuk açıcı uluslararası güncel tartışmaları içeriyor.
[2] “… Bir bakıma, “Neither Vertical Nor Horizontal”da önerdiğim şey yeni bir iktidar kavramı değil, belki de yeni bir kavrama ihtiyacımız olmadığı önerisidir; belki de gizem, gizemin olmamasıdır, iktidarın uygulanmasının yozlaşmaya karşı mükemmel bir şekilde bağışık olacağı bu büyülü örgütsel formlar basitçe mevcut değildir.”
[3] https://www.marxists.org/turkce/m-e/1845/tezler.htm