Yazar : Özgür Narin
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki…” (Charles Dickens, 1859, İki Şehrin Hikayesi)
Gerçekten de zaman, geleceğin filizlerini de, bataklığını da üretiyor. Bugün de zaman, bir yanda Tekel’den Gezi’ye, Güney Amerika’dan, Arap isyanlarına, grev, işgal ve özyönetimlerden, dayanışma ekonomilerine, kadın mücadelelerinden, komünlere kantonlara geleceğin toplumunun filizlerini barındırırken, diğer yanda sermayenin “otoriterlik” etiketi altındaki dikta ve barbarlığını, mezhep, kabile savaşları biçimindeki paylaşım savaşlarını, göçleri, yoksulların birbirine kıydırılmasını, kör terörü, piyasa uğruna doğa talanını yaşatıyor.
Bu yazı, kapitalizmin yıkıcı etkisine karşı ortaya çıkan dayanışma ekonomilerine, özyönetim, özörgütlenme deneyimlerine, ama özellikle alternatif mücadele biçimi olarak otonom (özerk) hareketlere yoğunlaşıyor. Elbette bunları tartışırken, zamanların bu iyi yönlerinin, geleceğin tomurcuklarının bıçak sırtı gibi sınırlarını çizdiği diğer karanlık yönü, zamanların en kötüsünü gözden çıkarmamak gerek; ama yazı her ne kadar hızla ve dehşetle bu yöne doğru sürüklensek de bunu ele almayacak. Ancak son çeyrek yüzyıldır kapitalizmin siyasal ve ekonomik krizlerinin bizi getirdiği bu karanlık noktaları hatırlatmak nedensiz değil.
Devletten, hiyerarşiden ve sermayeden özerk olma iddiasındaki hareketlerin sınırlarını belirleyen, geç kapitalizmin bu barbarlık seçeneğinin beliren yüzleri. Tam da böyle bir dönemde, parlak biçimde dünyaya yayıldıktan çeyrek yüzyıl sonra, müşterekler, Otonom hareketler önemli bir kırılma yaşıyorlar. Yazı bu kırılmayı ele alıyor. Devletten özerk olmak, hiyerarşiden özerk olmak mıdır? Sermayeden özerk olmak mıdır? Sermaye ilişkisini ortadan kaldırmadan, toplumsal üretimi bütüncül olarak yeniden örgütlemeyi, gündelik yaşamda özörgütlenme ile birleştirmeden bu özerklik mümkün müdür? Yanıtımız olanaklı olmayacağı yönünde. Hatta diyebiliriz ki, böyle bir küresel toplumsal üretimi yeniden örgütlemeyi hedefleyen toplumsal devrim düşüncesi silikleştiği için devlet ve sermaye sınırlarına sert çarpışın bu barbarlık uğrağı ile karşı karşıyayız. Yüzyıl önce yerel ve kısmi patlamalar olarak gözüken kendiliğinden eylemler, bugün “flashmob”lardan türeyen, alanlara akan ancak örgütlenmeyen isyanlara dönüştüler. Bireycileşme ve atomize, yalıtık monadlar haline getirme II. Dünya Savaşı’ndan sonra düşmanı ile birlikte yaşanmayacağını bilen kapitalist üretimin sınıfı bölme, tüketici yanılsamasını yaratma aracıydı; onyıllardır ise, saldırıdan öte, bireylerin içine doğduğu koşulları belirlediği için, böylesi bir toplumu ve aslında toplumdaki çözülmeyi yeniden üretti. Buna karşı gelişen isyanlar, bunu yok sayarak değil, bu atomize, bireyci varoluşun içinden geçerek geliştiler, ancak SSCB’nin yıkılmasından çok öncesine dayanan III. Enternasyonal’in yenilgisiyle başlayan süreç yüzünden kapitalizme olduğu kadar, “resmi komünist partilere”, sendika bürokrasisine, siyasal özne ve öncü olma ile kendine yeniden üretmeyen kastlaşan kurumları karıştıran parti ve hareketlere tepki duydular. Toplumsal devrimin aracı ile devrimin iktidar (ya da özgüçlenme, tabandan kendi gücünü inşa etme diyebilirsiniz2) organları arasındaki önemli ayrım, dayatma ve kendini yerine koyma ile silikleştirilmişti. Halbuki araç, yeni ateşler yakmaya devam edecekti; devrimden sonra tüm bir yönetim sistemini parçalayarak, tabandan yönetimi ele alan özörgütlenmeler (sovyetler, komünler, şuralar, halk meclisleri vb.) ise toplumsal yeniden üretimi, özgüçlenmeyi, üretim ilişkilerini dönüştürmeyi ortakça yürüteceklerdi. Böyle olmadı. Bunun Avrupa’da ve aslında dünyanın pek çok yerindeki etkisi, istisnalar dışında “resmi komünist partiler” ile sendika bürokrasisinin uzlaşmacı bir blok olarak, sınıf hareketinin en ufak dirençlerinin üzerine çöreklenmesi oldu. Sermaye birikiminin yeniden yapılanması, işyerini parçalayarak, yeni teknolojileri ve emek denetim biçimlerini yaşama geçirmesi, üretimin uluslararasılaşması gibi pek çok etken, aynı zamanda çalışan sınıfın bileşimini ve niteliğini de farklılaştırdı. Nitelikli işgücü ve eğitim ihtiyacı, kendine dair algısı farklı olsa da sınıfın eğitimli yeni kesimlerini yarattı. 1968 hareketlerinde özellikle Avrupa’da kendini gösteren bu sınıf kesimleri, üniversitelerde “uzman aptallığı”, “yabancılaşma”ya karşı tepki gösterirken, kolektif işçinin gelecekteki parçası olarak tepki veriyorlardı aynı zamanda. Ancak işçi sınıfının kazanımı olan eğitim hakkının sonuçlarından biri olduğu kadar aynı zamanda sermayenin nitelikli işgücü ihtiyacını karşılama mekanları olarak üniversiteler, yaklaşan ekonomik krizden önce çalışanlar içinde ayrıcalıklı yerleri, kimi zaman “sosyal fanus”uyla ayrıksı yerde durdular. Yabancılaşma ve zihinsel emeğin parçalanmışlığı, bu emeğin emek sürecine sokulmasından daha önce tepki çekti, eğitimde yabancılaşmaya, metalaşmaya karşı, kimi yerlerde bir bütün olarak emeğin reddi için tepkiler gelişti. Kolektif işçinin bir parçası olarak üretim sürecinde daha fazla yer aldıkça bu tepkilerin ilk halleri de ileride yeni biçimler alacaktı. Ancak 1960’lar bunun için henüz erkendi ve yeni sınıf kuşakları, yenilginin atomize edici yalıtıcı etkisiyle başta “apolitizm” ile ancak sonra örgütsüz tercihlerle yenilginin kurumlarını ve tüm sonuçlarını “otoriter” figür yerine koydular. Sadece kapitalizme karşı değil buna tepki olarak da direnişler geliştirdiler. Sadece devletten değil, bu “kurumlardan” özerk olmak, otonominin ilk tanımı haline gelegeldi.
Tam böyle bir dönemde, Horkheimer, “teknoloji, belleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı” demişti.3 Daha sonra Negri, diğer postmodern düşünürler de teknolojinin belleği gereksizleştirdiğini, modern direnişçinin belleksiz olması gerektiğini söylediler. Artık geçmişin dersleri, duygusu ve düşüncesi bir zincir idi kırılması gereken. Geçmiş ve bellek hapishaneydi. “Hafızanız sizin hapishaneniz olmuştur” diye suçluyordu Negri, eski yoldaşlarını.4 Gerçekte koca bir toplumsal üretim ilişkisi, atomize ettiği, üretme düşüncesine yabancılaştırıp aslında salt tüketici oldukları yanılsamasına sürükleyerek, savunmasız yakaladığı sınıf kesimlerine belleksizliği dayatıyordu. Bunun sebebi teknoloji değildi. Ancak böylelikle verili olan ebedi gerçek gibi ele alınabilirdi. Yani belleksizlik ile kendinden başlanabilir, kendine referans verilerek mantık zinciri kurulabilirdi.
Kendine gönderen, kendisine referans veren ya da kendi kendisini gerekçe gösteren tartışmalar ilginçtir; eskiden çocukluk hastalığı olarak adlandırılırdı. Bugün ise postmodernizmin temel özelliği olarak kendi kendine göndermesi öne sürülüyor. Yeni kuşakların yaşadıklarını yepyeni olarak görmeleri, bundaki farklılığa vurgu yaparken geçmişten gelen sürekliliği, özdeşliğin devinimini görmek istememeleri, ya da geçmişle bağ kurmaya çalışmamaları artık sadece bir çocukluk hastalığı değil. Aslında geç kapitalizmin toplumsal üretim ilişkilerinin özneyi belleksizleştirdikçe, ergenleşmeyi de ötelemesiyle bağlantılı. Özne sadece atomize edilip belleksizleştirilmiyor aynı zamanda kendini yeniden üretme niteliklerinden ve becerilerinden de soyulup emek piyasasına sürülüyor. Kendini yeniden üretme becerisi, toplum için harcanan emekle bağlantılı ve bu bağ giderek kopuyor, anlamsızlaşıyor. Emek, insanın kendisini üretmesi ile verili toplumsal üretim ilişkisi arasında hiçbir bağ, anlam duygusu kurulamıyor. Bu durumda belleksizleşme, yabancılaşma duygusuna zemin hazırlayan, teknoloji değil, olsa olsa verili üretim ilişkisi oluyor. Ancak verili üretim ilişkisini ortadan kaldırmak değil de ondan kaçınmak, özerkleşmek istediğinizde, sonuçları üreten ilişkilere değil sonucu bastırmaya çalışıyorsunuz. Bastırılan ise geri dönüyor, beklenmedik biçimlerde. Bu uzun girişin temel nedeni, otonomi tartışmalarının tarihsel köklerine baktığımızda, bu tür bir bastırmayı görmemizdir ve bu ileride ortaya çıkacak.
Kısaca otonomi ve müşterekler tartışmalarının oluşumuna sınıfsal olarak bakmaya çalıştık, bu bir değinme ancak bu değinmenin eksik yerleri çok. En temeli, sınıfsal olana yapılan kimi müdahalelerde. Üretim ilişkisine karşı gelişen tepkilerin yanında, ataerki ve ataerkil ilişkilere karşı gelişen kadın mücadelesi bulunuyor. Yeniden üretim üzerine ve gündelik yaşamın dönüşümü üzerine müdahaleler önem taşıyorlar. Bunlar sınıf merkezli açıklamalara yama olarak eklenmekten öte, iki merkezli bir üretim ilişkisini tarif etmektedir. Bir yanda ataerki karşıtı, insanın üretimi üzerine bir üretim ilişkisinin dönüşümü, diğer yanda ise toplumsal üretim ilişkilerinin dönüşümü. Özörgütlenmelerin yeni biçimleri, bu mücadelelerin izlerini taşımaları açısından önemli ve olumludurlar. Buradaki eleştiri, belleksizliğe karşı bu belleği dile getirmeye çalışmaktadır.
Özörgütlenmeyi, ataerki ve hiyerarşi karşıtlığı düşüncesiyle yeniden üretmenin zeminini sağladığı için çok önemli dersleri ve olumlu yönleri olan bu tartışmanın, sınırları ve olumsuzlukları yoğun biçimde incelenmelidir. Yazı önce müşterekler ve otonomi tartışmasının merkezinde bulunan yataylık, yatay ağlarla ilişkilenen özerk mücadeleler eğiliminde yakın zamanda yaşanan kırılmaya değinecektir. Sonra da otonomist hareketin özerklik kavramının ortaya çıkışını, onun işçi sınıfı ve ataerki karşıtı mücadele içindeki tarihsel köklerine kısaca değinecek; kimi sonuçlar çıkaracak ama daha çok da üzerinde uğraşılması, işlenmesi gereken sorular ortaya atacak, kimi sesli düşünceleri dile getirecektir.
Pek Fark Edilmeyen Bir Kırılma: Yatay Ağlar Sorgulanıyor mu?
Ekoloji mücadeleleri, sınıf mücadelesi, ataerkiye, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı mücadele gibi farklı mücadelelerin birbiriyle ilişkisi dünyada da uzun süredir tartışılıyor. Bu mücadelerin birbiriyle birleşmesi özellikle 21. yüzyılda, yeni dinamiklere bağlanmaya başlamıştı. 2011 yılında başlayan “Arap Baharı” olarak nitelenen Arap ülkelerindeki halk isyanlarının nitelikleri, sosyal medyanın kullanımı gibi pek çok özellik bu tartışmaları da belirledi.
Çoğul direnişlerin yataylığı, ağ niteliği, internet üzerinden özerk biçimde birbiriyle bağlantı kurması pek çok çalışmada öne çıkarıldı. Örneğin Manuel Castells, yapısal ekonomik krizlerin ve temsil krizi ile belirlenen meşruiyet krizlerinin böylesi ağ örgütlenmelerini, isyan ağlarını artırdığını belirtmekte, bu ağ örgütlenmeleri için internetin, özerklik sağladığını ileri sürmektedir.5 Temsil ve meşruiyet krizinin yarattığı özörgütlenmeler ve bunların yatay ilişkisi toplumsal hareketler açısından haklı ve önemli bir direnç noktasıdır.
Bu açıdan otonomi ve Müşterekler tartışması, ortak zeminden besleniyor. Kapitalist üretim ilişkileri dışında, meta üretimi dışında, doğanın talanına karşı alternatif dayanışma ekonomileri ve karar organları yaratma ihtiyacı.
Bu ihtiyacın nesnel zemini, geç kapitalizmin temsil krizi ya da uluslararası finansın ve küresel ekonomik krizlerin dünyasında, temsili organların fiilen işlevsizleştirilmesine dayanıyor. Jerome Roos’un tarifi bunu anlatıyor. Roos’a göre, “küreselleşme” ile finansallaşmanın ikili süreci devam ettiği sürece, bürokratlar sadece bir idareci durumundalar ve aslında yöneten finansal sermayedir. Bankacılar ve “iş dünyası” gerçek iktidarı ellerinde tutuyorlar.6 Bu türden temsil krizleri, doğaya, yaşama, kadına ve emeğe yönelik talan, metalaştırma ve güvencesizleştirme saldırıları ile birleştiğinde buna karşı gelişen farklı temsil ve mücadele ağları birbiriyle yer yer birleşiyor, ilişkileniyor. Bu mücadelelerin yataylığı, merkezileşmemesi, devletten özerkliğin, otonomluğun temel niteliği olarak vurgulanıyor. Bu durumda temelde yatan soru şöyledir:
Pek çok mücadele alanının birbirleriyle kurduğu ilişki, yatay ağlar nereye kadar özerk kalabilirler? Halk meclisleri, yerel direniş ağları, temsil krizine karşı haklı olarak patlak veren, söz hakkı isteyen kurumlar, kapitalizmin köklü dönüşümü için yeterli midir? Nereye kadar toplumsal üretim ve toplumun yeniden üretimi üzerine köklü bir dönüşüm ihtiyacından uzak durulabilir?
Yataylık, ağlara ve özerkliğe yapılan vurgu, başta anlattığımız bürokrasiden, “otorite”den ve dayatmadan kurtulma çabasından ortaya çıkarken, yataylıktan çok anti-otoriter, hiyerarşi karşıtı örgütlenmeler biçimindeydi. Ancak son çeyrek yüzyılda “ağlar, yataylık” biçimine bürünürken geç kapitalizmin kültürel rüzgarının parlak bir özelliği olarak hakim olmaya başladı. 1990’lardan beri yaşadığımız çeyrek yüzyılı belirler nitelikteydi. Hardt ve Negri’nin, İmparatorluk ve sonraki eserlerinde belirttikleri görüşler de, direnişlerin çokluk olarak bir arada, yataylıkla bağlı olmasını vurguluyordu. Ancak yakın zamanda sessizce süren kırılma şöyledir: Bu yazarlar farklı konuşmalarında “yataylık” ve “lidersizlik” kavramlarının artık tartışılması gerektiğini vurgulamaya başlamışlardır. Negri, Ocak 2015’te yaptığı söyleşide şöyle söylüyor:
“son yıllarda bende bir sorun geliştiğini itiraf etmeliyim. 2011’deki mücadeleleri değerlendirmem istendiğinde, yataylık – veya en azından ‘illa ki yataylık’ – meselesindeki eleştirel notlarıma odaklanmaktan kendimi alamıyorum. Bunu eleştirmeliyim çünkü yatay kendiliğindenliği kurumsal bir realiteye dönüştürmeyi haiz bir projenin veya siyasi gelişmenin olmadığını düşünüyorum. Aksine, bu yola öyle ya da böyle yön verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette ortak programlar temelinde aşağıdan yönetim; fakat bu yolda kendisini kurma ve bu dönüşümü yönetme kabiliyetindeki bir örgütlü siyasi güce sahip olmanın önemini daima akılda tutarak.”7
Hardt da 2015’te bir konferansta, benzer tartışmayı yürütmüş, yataylık kavramının tartışılması ve sorgulanması gerektiğini, liderlik üzerine düşünmek gerektiğini belirtmiştir.8 Elbette ki, “geleneksel partilere”, eski tip “liderliğe” yönelik eleştirilerini sürdürdüklerini belirtirken, merkezsizliğe yönelik hoşnutsuzlukları, yataylığa yönelik belirsiz eleştirilerinden daha belirgin durumdadır. Genel olarak son zamanlarda, yaklaşık çeyrek asırdır hakim olan yataylık görüşü albenisini yitirmektedir, önde gelen düşünürleri hareketin yataylık vurgusunun onu zayıflattığını tartışmaya başlamışlardır.
Öte yandan genişleyen ağlar ve toplumsal hareketlerin yerel mücadeleleri için özerklik düşüncesi de eleştiri almaya başlamıştır. Yerli halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri anlamında kuşkusuz ki haklı olan özerklik, direniş ağları, kolektifler, ortak yaşam örgütlenmeleri için devletten, kapitalizmden özerklik anlamına geldiği andan itibaren, verili mülkiyet ilişkilerine, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin köklerine dokunmadığı sürece, bunların ortaklaşa üretilmeleri üzerine düşünmediği sürece yalıtıklaşma, konfor alanı içinde adacıklaşmaya evrilme tehlikesiyle yüzyüze kaldı. Oysa ki Dinerstein ve Böhm, geçmişten gelen haklı bir eleştiriyi hatırlatalı çok olmamıştır.
“Özerklik, kendi başına ele alındığında bir imkansızlık halidir. Kuramsal ve ilişkisel olarak yalnız ve yalnız özerk olmaya uğraştığı şeyle belirlenir.”9
Bastırılanın geri dönmesidir yaşanan. Devleti ve sermayeyi bir ilişki olarak kavramayan bu düşünce, devletten özerkliğini ilan etmek ile sermaye ve hiyerarşiden bağışık kılınacağını düşünür. Elbette, hiyerarşiyi önlemek için aldığı önlemlerin önemli yönleri vardır ancak bir ilişkiyi, çelişkinin ürettiği süreci ortadan kaldırmadığı sürece sadece sonuçları bastırmakla kalır. Bastırılan geri döner. 1970’lerde “Yapısızlığın tiranlığı”10 olarak çarpıcı biçimde vurgulanan, hiyerarşisiz süreçlerin sert ve örtülü hiyerarşiler yaratabileceği sonucu bu bastırılanın geri dönüşlerinden biridir.
Halbuki, yerel, tabandan gelen hareketlerin özörgütlenme ve özyönetim deneyimlerinin zenginliğini tartışmak ve yeni ağ teknolojileri, yeni sınıf bileşimleri ve toplumsal üretimin yeni örgütlenişi karşısında nasıl yeni biçimler ve iletişim, ilişki ağları belirleyebileceği üzerine düşünmek hala önemlidir. Bu yönüyle düşünüldüğünde, hiyerarşi oluşumuna karşı katılım biçimleri üzerine tartışmak, özörgütlenmenin etkinleştirilmesini, süreklileştirilmesini sağlamak, gündelik yaşamın örgütlenmesini tepeden değil içeriden yapmak, özgüçlenmenin, duyguların, yeni üretim ve üleşim biçimlerinin düşünülmesi eşsiz önemdedir ve bu tartışmalardan dersler çıkarılmalıdır. Ancak sadece kendinden menkul tılsımı olan bir yataylık, hiyerarşisizlik kavramı içinde tartışmaktansa, hiyerarşi ve devlet merkezi ile gerçek biçimde yüzleşerek, geleceğin sınıfsız, hiyerarşisiz, ataerkisiz toplumuna yönelik geçişi tartışmak gereklidir.
Otonomi, Özerklik
Bu bölümde, sadece Otonomist hareketten doğduğu biçimiyle otonomi, özerklik kavramlarına dair bir değinmede bulunacağız. Ulusal hareketlerin, yerlilerin kendi kaderlerini tayin hakkında ifade bulan özerklik, kapitalist üretim ilişkilerinden muaf olduğunu iddia ettiği ölçüde bu tartışmanın içine girebilir.
Otonomi kavramının işçi sınıfı hareketi içine girmesinde uzun incelenmesi gereken en önemli örnek, İtalyan işçi hareketidir.11 İtalya, dünyada devrim ve toplumsal dönüşümler dalgası dolaşırken, 1917’den sonra işçi hareketinin yükseldiği ve örgütsel politik hatalar yüzünden en ağır yenilgilerden birini (İlki Almanya olsa gerek) aldığı ülkedir. Ağır yenilgi, faşizmi getirmiştir. Faşizmin yenilmesinin ardından 1950’lerde, II. Dünya Savaşı sonrası pek çok ülkede olduğu gibi, İtalyan Komünist Partisi de demokrasi ve ekonominin yeniden inşasında, muhalif görünümünü korurken, sermaye ile birlikte davranmıştır. Planlama ve verimliliğin artışı, ücretlerin yükselmesi için gerekli görülerek, işçiler ve sendikalar içinde savunulmuş, sermayenin sınıfsal saldırılarına karşı bağımsız bir politika izlenememiştir. İKP, zaman zaman hükümette de yer almış, İtalyan işçi hareketi içinde etkisini bu uzlaşmacı politikalarda kullanmıştır.
Bu dönemde İKP ve sosyalist hareket içinden ayrılan eylemciler, tümüyle umutlarını yitirmeden İKP’yi, sendikaları eleştirmişlerdir. Panzieri, bu dönemde teknolojiyi, sınıfsız ve rasyonel bir gelişme gibi gören teknolojik belirlenimciliği eleştirmiştir. Verimlilik çılgınlığına kapılma, teknolojik gelişmeyi üretici güçlerin gelişimi olarak görüp sınıfsızlaştırma eğilimlerini erken dönemde eleştirmişlerdir. Tronti’nin nispi artı değer üretimi ve teknolojinin sınıfsal gelişimi ile birlikte fabrika dışına yayılan işçilik ilişkilerini incelemesi, bu dönemde gerçekleşmiştir. Bir bütün olarak İtalyan İşçi hareketi içinde İşçici (Operaismo) hareket, solun kalkınmacı bakışına sert ve güçlü eleştiriler yöneltmiştir.
Hakim sosyolojik disiplinlerden ayrılarak, çok önemli işçi araştırmaları bizzat işçiler, sosyalistler ve aydınlar tarafından yürütülmüş, işçi sınıfının değişen yapısı, politik amaçlarla araştırılmıştır.
İtalyan Komünist Partisi’nin sınıf uzlaşmacı tutumu, verimliliği öne çıkartan tutumu ve işçi sınıfı hareketinin üzerine çöreklenen bürokratik resmi sol anlayışı işçi hareketinin özellikle militan kesimleri içerisinde sadece devletten değil, devlet ile sınıf uzlaşmacı bir ilişki içinde bulunan bu kesimlerden de uzak olma ihtiyacını doğurmuştur.
İşte otonomi, bu koşullar altında sadece sermayeden değil, devletten ve resmi komünist siyasetten, onun etkisindeki sendika bürokrasisinden özerk olma içinde bir tepki olarak doğmuştur. Bu haklı bir tepkidir ancak yeterli değildir. İşçi sınıfının ve gençlerin yer yer direngen kesimlerini barındıran bu hareket, kapitalizmden ve resmi sol hareketten uzak kalma sürecinde ortaklaşsa da, pek çok tartışma, farklı eğilimi barındırır. Gelişimi elbette ki pürüzsüz değildir, Panzieri, Tronti, Bologna, Negri, Pisa Üniversitesi sosyalistleri farklı zamanlarda, sınıfın bileşimi, emeğin reddi, değer kuramı konusunda farklı tutumlar almışlardır.
Örneğin, büyük fabrikalardaki grevler sırasında ve işsizler arasında ortaya kısmi de olsa çıkan işin reddi ya da sabotaj eğilimleri, kimi zaman süreklileştirilerek bir kuram haline getirildiğinde tartışmalar ortaya çıkmıştır.
1974‟te otonomi hareketinin kendi içinde de temel gerilim, işi reddedenler ile sınıf bilincinin gelişiminin ve insan potansiyelinin emek deneyiminden ayrılamaz olduğunu savunanlar (Alfa Romeo Otonom Meclisi) arasındaki ayrım bunlara örnektir.12
1970’ler artık İKP ve sendika bürokrasisinden ümidin kesildiği yıllar iken, hareketin yenilgisi de yaklaşır. İtalyan burjuvazisi, Gladyo’dan, ekonomik ve siyasal krizden yararlanarak, muhalefeti bastırır. 1970’lerde Grundrisse üzerine yürütülen tartışmalar çok önemlidir ve önemli gelişim uçları sağlar ancak yenilgi ve siyasal zor, yeniden üretimi farklı bir yöne evriltir.
Hareketin bir kısmı, Negri ile birlikte değer kuramının geçersizleştiğini söyleyerek, eski dili reddeder ve temel paradigma değişimine yönelir. Değer kuramının geçersizleşmesi, sömürü ile ücretli emek arasındaki ilişkiyi koparır ya da raslantısallaştırır, ileride sınıf yerine farklı mücadelelerin çokluğun gireceği zemin burasıdır.
Negri‟ye göre bellek artık kapitalist tahakküm mantığının tamamlayıcı bir uğrağı olarak anlaşılmalıdır.
“Çağdaş metropolitan öznenin sınıfsal bileşiminin hafızası yoktur; çünkü işi yoktur, çünkü komuta edilen emeği, diyalektik emeği istemiyor. Hafızası yoktur, çünkü sadece emek porletarya için geçmiş tarihle bir ilişki inşa edebilir. Diyalektiği yoktur, çünkü sadece hafıza ve emek diyalektiği oluşturabilir. proleter hafıza ancak geçmiş yabancılaşmanın hafızasıdır. 1968’ın ve onu takip eden on yılın mevcut hafızası şimdi mezar kazıcısının hafızasıdır. Zürih gençliinin, Napoli proleterlerinin ve Gdansk işçilerinin hafızaya ihtiyacı yoktur. Komünist geçiş, hafızanın yokluğudur.”13
Artık emek sermaye ilişkisinin merkezi önemi kalkmıştır, farklı mücadeleler rizomatik olarak gelişirler ve aralarında yatay ilişkiler, bağlar gelişir. Deleuze ve Guattari, şöyle tarif eder. “[İktidarın politikalarına karşı farklı mücadelelerde] eylemciler, devletin mekansal olarak sınırlı hiyerarşik statik güç politikalarına karşı, mekandan azade ve rizomatik ağların hayli esnek gücünden oluşan kendiliğinden eylemle karşı koyuyorlar.”14
Otonomi, özerklik, bir bütün olarak sermaye ilişkisini hedeflemeyi, İtalyan işçi hareketindeki bu temel tartışmayla kesmiş, mücadelelerin çokluğuna geçmiştir. Değer kuramının geçersizleştirilmesi, bir bütün olarak kapitalist üretimin merkezindeki sermaye emek ilişkisini göz ardı etmeyi getirmiştir. Metaların çeşitliliği gibi, maddi olmayan emek, duygulanımsal emek, bunların farklılığı, ölçülemezliği eleştiri olarak getirilmiştir. Oysa bütün dünya üzerinde sömürü ilişkisi sonucunda, tüm bu farklılıklar havuzunun ortasında bir değirmen, tek tipleşmeyi üretmektedir. Farklı görünümlerin albenili dünyası kazındığında hemen ortaya çıkıverecek bir öğütme ilişkisi. Bunu tarif etmek için metalar dünyasının o çeşitli, çok farklı, renkliliğinin altında metalaşma, meta üretiminin tek tip yapısını işaret etmek gerekiyor.
Genelleşmiş meta üretiminin iki yönlü yıkıcılığını yeniden hatırlayalım. Meta üretim süreci bitimsiz biçimde herşeyi metalaştırıyor. Doğa, su, doğal alan ve araziler, barınma mekanları, kamusal alanlar vs.
Ama aynı zamanda genelleşme denmesinin esas nedeni emeğin bir meta haline gelmesi, yani emek gücünün meta olması. İşte bu alanlardaki temel metalaşma sürecinin çok yönlü yıkıcı etkilerine de dikkat etmek gerekiyor. Emeğin nitelikleri kendisinden soğrularak, vasıfları meta haline getiriliyor. Üstelik somut emek biçimlerine karşı kayıtsız biçimde. Emeğin duygulanımsal mı yoksa zihinsel mi olduğuna bakılmadan hepsi değer kuramının, ya da kapitalist üretim sürecinin değirmeninde öğütülüyorlar. Bu emeğin ataerki ilişkisini üreten olması ya da bedenleri biçimlendirme, yönlendirmede kullanılması değer yaratma sürecinin kayıtsız olduğu, ataerkil kapitalist üretimin yönettiği bir süreç. Bu süreç değer kuramını devreden çıkarmıyor. Değer kuramının devrede olması ise sınıfın yeniden üretimini, çeşitliliği içinde yaratan temel mekanizma olarak sağlıyor.
Rizomatik mücadeleler, kendiliğinden beliren mücadeleler olarak tarif edilmektedir, merkezleri yoktur. Köksap gibi oldukları yerden gelişirler. Ancak, kapitalist üretim ilişkisi dünya üzerinde sınıflı toplumu ürettikçe, tepkiler de bu toplumu merkeze alır, bu koşullarda özerk hareketler, sermayeden özerk oldukları oranda ve bunu süreklileştirebildiklerinde, bir bütün olarak üretim ilişkilerini hedefe almak zorunda kalırlar. Ataerkiye karşı ilişkiler dışında sınıf ilişkilerini karşısına alan özerk bir yönetim ve üretim sistemi tam da bu nedenle, yataylıkla sınırlanamaz, diğer mücadelelerle merkezileşme eğiliminden kaçınamaz.
Anlatmaya çalıştığımıza, bir düşünce deneyinde örnek verelim. Doğrudan demokrasiyi ayakları üzerine oturtan bir otonomi, kaynakları, üretim araçlarının kullanımını ve sahipliğini dert etmek zorundadır. Artığın ve kaynak kullanımının bir grubun elinde güç olmaması gerekir ki, gerçekten doğrudan demokrasi eşit söz ve katılım hakkı, karar hakkı doğsun. Dahası, sınıflaşma ve hiyerarşi yaşanmasın. Bu aynı zamanda sermayeden özerk olmayı da sağlar, böylelikle özerklik, otonomi kavramının gerçek anlamı oluşur.
Böyle bir özerk, otonom grubun ya da komünün kendi alanında ürettiklerini paylaşması, kendi yaşam koşullarını belirlemesi önemlidir ve büyük bir zenginliktir. Ancak otonomi kavramının sınırları burada ortaya çıkar, tek bir adada komünist ütopyanın sınırlı olması gibi, bir bütün olarak üretim ilişkisine dokunmadan yaşayan özerklik, zamanla yalıtıklaşır, kayıtsızlaşır. Sadece özerk olmak yetmemektedir. böylesi düşünce deneyinde diğer komünlerin, dayanışma ekonomilerinin üretimleri salt değişime konu değildir; aynı zamanda bir bütün olarak toplum için üretilmesi gerekenlerden de sorumluluk alınmak zorundadır. Ekolojik üretim, enerji, teknoloji, farklı becerilerin üretimi ve daha pek çok şey. Yerel ekonomi yalıtıklığı düşünülmüyorsa (ki bu bugünkü koşullarda hiç olanaklı değildir) komünler arası iletişim organlarından öte, karar alma, katılım organları oluşturulmalıdır. Elbette ki yeni ağ teknolojileri bu karar alma işlevini önemli oranda üstlenirler, ancak zaten özerk olacak birimleri bağlayan ağ, salt teknoloji olmamalıdır. Toplumsal ilişki olmalıdır. Burada özerklik bir sıfattır ve kaçınılmazca gereklidir, ancak bütünün kendisi değildir.
Bütün bunlar olduğu takdirde, bunun adı özerklik değildir, komünizm ya da sınıfsız toplumdur. Ancak otonomi tartışması, buna tabandan, katılımla, özörgütlenmelerle, duyguları, başka tür paylaşım ve üretim ilişkilerini katma çabasıyla anlamlıdır; sınıfsız topluma dair daha önceki tartışmaları değerli görmediği, bunlarla bellek ve eleştirel süreklilik bağı kurmak istemediği oranda ise genel geçerleşir.
Burada yataylığın aşılması eğilimini düşünce deneyinde tartıştık. Ancak aynı zamanda sermayeden özerk olmanın, kaçınma değil, o ilişkiyi ortadan kaldırma amacına yönelmesi gerektiğini de vurguladık. Yataylığın kaçınılmazca birleşmesi, tamamen ortadan kalkması değildir, aksine akışkan biçimde merkezileşmesi (merkezileşirken, ademi merkezileşmesi ve bu diyalektiğin devinimli biçimde varolması) sözkonusu olabilir. Liderliğin, merkeziliğin, komünde geri çağrılabilir temsilciler, rotasyon gibi dinamik ilişkilerle kastlaşmayan biçimlerde denenmesi gibi…
Ancak elbette ki, tüm mücadeleler bir ve aynı değillerdir, mücadele eden temel toplumsal dinamikler de öyle… Sınıf tüm toplumun üretiminde tek eksen değildir. Hatta toplumun üretiminde sınıflar oluşmaz, toplumsal üretimde sınıflar oluşmaktadır. Toplumun üretimi ise, ayrı bir eksen olarak ele alınmalıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugünkü toplumun üretimini, birbirine indirgenemeyen iki eksende almak yerinde olacaktır.15 Toplumun üretimi ve toplumsal üretim iki ayrı merkezin çekimi etrafında devinen bir toplumu anlatır. Elips gibi, iki ayrı merkezi olan kapalı eğri. İlk merkez toplumun üretimidir. Erkek, kadın, çocukların aile formu ya da başka formlar içinde üretilmeleri, insan türü olarak ve toplum kurarak yaşamalarını belirleyen temel üretici ilişkidir. Bu ilişki hep ataerkil olmamış, hep de verili aile formları üzerinden gelişmemiştir. Ancak kapitalizmden öncesine dayanan ve bugün de toplumun üretimine hakim olan ataerkil ilişkidir, bu ekseni yerinden oynatmak, ataerkil sistem ile bir bütün olarak cinslerin, toplumsal cinsiyet rollerinin, çocuğun yetişmesinin, yaşlının toplumsallaşarak gelişiminin, aile formlarının ve bunların yarattığı derin ve saklı tortu olan psikanalitik tüm kalıntıların altüst edilebileceği bir üretim sisteminin, toplumun üretimi üzerine düşünmek ve eylemek demektir.
İkinci merkez ise toplumsal üretimdir. Erkek, kadın ve çocuklar üretildikten sonra bunların gereksinimlerin üretimi üzerinden birbiri ile üretim ilişkisine girmesini, bunun dolaysızca toplumsallığını anlatır. Bu toplumsal üretim sisteminin bugünkü yordamı olan kapitalist üretimin yerine sınıfsız bir toplumda yaşamın, yaşam gereklerinin ve üretim ilişkilerinin üretilmesi üzerine düşünmek gerekiyor. Toplumun üretimi ve toplumsal üretim, gerçek ekolojiyi oluşturmaktadır, doğa ile etkileşen insan türünü değil, doğanın organik bir bütünü olarak, kendini ve parçası olduğu doğayı devindiren, kendisi de dönüşen insan ve toplumunun gelişimini anlatmaktadır. Birbirine indirgenemeyen ancak birbirinin zemini olabilen bu iki devinim merkezi bugün ataerkil sistem ve kapitalist üretim ile belirlenmektedir.
Bu iki eksenden özerk olmak ise, bu iki eksendeki sömürü ve eşitsizlik ilişkisini ortadan kaldıracak eş zamanlı, birlikte mücadeleler ile olanaklıdır.
Çokluk, rizomatik mücadelelerin kendiliğinden boy vermesi anlayışı, çeşitliliklerine rağmen bu mücadelelerin nasıl olup da bu iki eksene yöneldiklerini açıklayamaz. Zaten yataylığın savunucuları tarafından sorgulanmaya başlaması da, tam da bu iki eksene yönelen mücadelelerin, süreklileşememesi ve örgütlenememesi ile ilgilidir.
Bunlar değinmeler ve değinmeler, görülen eksiklikleri etraflıca ele alamıyorlar, sadece temel bir noktaya ışık tutmaya, doğru soruyu sormaya çalışıyorlar.
Devletten özerklik, hiyerarşiden, geleneksel kurumlardan, piyasadan özerklik, üretim ilişkilerinden ve sermayeden özerkliği güvence altına almıyor. Mülkiyet ilişkileri hedef alınmadan, dönüştürülmeden ya da üretilenlerin nasıl üleşileceği üzerine etraflıca düşünülmeden, özerklik sağlanamıyor.
*Makale şu kitapta yayınlanmıştır: Karşı İşgal, İşgal Hareketleri ve Özyönetimler Üzerine Bir Derleme, (Der: Deniz Gürler, Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler), Siyah Beyaz Yayınları, 2016.
2 O zamanlar iktidar ile güç arasındaki ayrım fiili olarak örgütlenme zeminlerinde yaşıyordu. Seçilen temsilcilerin geri alınabilmesi, sınıftan eşit bir parça olması, üretim yerleri ve yaşam yerlerinden seçilen sovyet temsilcilerinin gücü ellerinde tutmaları, sendikaların yasaklanmaması, henüz insanlar “üzerindeki” iktidarı değil, insanların yapabilme, yönetebilme gücünü gösteriyordu.
3 Aktaran Ünal Nalbantoğlu, “Üniversite A.Ş.de bir „homo academicus‟: “ersatz” yuppie akademisyen” başlığıyla Toplum ve Bilim ,sayı 97, Güz 2003, s. 7-42.
4 Steve Wright, Gökyüzünü Fethetmek- İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, Çev: Özgür Yalçın, Otonom Yay: İstanbul, 2008, s.215.
5Bkz. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler (çev. Ebru Kılıç), Koç Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul.
6 Jerome E. Roos, “Otonomi: Vakti Gelmiş Bir Düşünce mi?”, Çev: Akın Sarı, Praksis, Gezi Özel sayısı, Ağustos 2013 s. 217-240.
7 ROAR kolektifinin 18 Ocak 2015 tarihli söyleşisi: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2015/01/31/antonio- negri-emegin-reddinden-iktidarin-ele-gecirilmesine/
8 New School, 5. Radikal Demokrasi Konferansı, 11 Nisan 2015, New York.
9 S. Böhm ve Ana Dinerstein , “Özerkliğin Olana(ksızlı)ğı: Sermayenin, Devletin ve Kalkınmanın içinde ve ötesinde Toplumsal hareketler, (Im)possibilities of autonomy: Social movements in and beyond capital, the state and development. Social Movement Studies, 2008, 9: 17-32.
10 Jo Freedman, “Yapısızlığın Tiranlığı (The Tyranny of Structurelessness)” Berkeley Journal of Sociology,17(1); 1972, 151-165.
11 Steve Wright’ın kitabı, bu önemli deneyimin tarihini aktarmaktadır. Yazıda bu kaynaktan geniş biçimde yararlanılmıştır.
12 Steve Wright, a.g.e s. 197.
13 Aktaran Steve Wright, a.g.e. s. 215.
14 Deleuze ve Guattari’den aktaran Roos, a.g.m.
15 Şurada belirtilmişti. Bkz. Özgür Narin, “Üreten Yönetirse: Karadeniz Bölgesinde İşçi Özyönetimlerinin Tarihi”, Değişen Karadenizi Anlamak, Der. E. Haspolat Yıldırım, D. Yıldırım, Phoenix Yay, 2016.