HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni mecliste dün kabul edilen Çevre Ajansı yasa tasarısına dair görüşlerini yazdı.
Bu yasanın getiriliş biçiminden tüm mantığına kadar eleştirilerimizi komisyon aşamasından itibaren çeşitli platformlarda yapıyoruz. İktidar bir telaş içinde. Peş peşe önümüze getirilen torba yasalar bu telaşın sonucu. Şirketler torba torba paraları götürsün diye yasalar torba torba geliyor. İktidar sipariş usulü çalışıyor ve acelesi var.
Çevre Ajansı tasarısı da böyle bir yasa. Çok süslü laflarla bezenmiş, çok parlak projelerle doldurulmuş bir şirket projesi. Proje, çünkü içeriği, dili, üslubu, araçları, amaçları kârı merkezine koymuş, şirketler için düzenlenmiş.
Biz böyle dedikçe daha da hız artırmak derdine düşüyor iktidar. Çünkü yaptığınız her iş siyasal tercihinizin bir sonucudur. Biz ezilen halkı, doğayı, toplumsal, evrensel çıkarları esas alarak söyler ve yaparken; devleti şirket gibi yönetmeyi marifet sayanlar eşyanın tabiatı gereği parayı, kârı merkeze alan işler yapacaklar. Ve bunu yaparken de çok ulvi amaçlar tarif edecekler. İtiraz edenleri de iş bilmezlikle yaftalayacaklar.
Düzenlemeye itiraz ederken soruyoruz, ihtiyacımız bu mudur!
Halk istemiyor, ekeoloji örgütleri istemiyor, bilim insanları istemiyor, muhalefet eleştiriyor. Peki siz kimin isteğine yanıt olmaya çalışıyorsunuz.
Biz öncelikle bu sorulara yanıt verebilmek için içinde bulunduğumuz duruma bir ayna tutmak istiyoruz. Tutalım ki ihtiyaç ne, önümüze getirilen ne netleşebilsin.
Torba yasa yöntemine karşı itirazlarımızı her defasında yaptık. Torba yasa yöntemi doğrudan amaca bağlı bir yöntemdir. Bu halk ve doğa çıkarlarına tümden aykırı siyaset ancak böyle torbalarda saklanabilir. Yönteminiz amacınızı da açık ediyor.
Birbirinden ilgisiz maddeleri bir torbaya doldurarak, bağlamından kopartarak, esas amacı görünmez kılmaya çalışıyorsunuz. Yasa yapmak ciddi bir iştir. Milyonlarca insanın ve doğanın geleceği söz konusudur. Gelecek deyince kasalarının geleceğini anlayanlara bir kez daha hatırlatalım; sadece bir madde ile telafisi mümkün olmayan sonuçlara neden olabilirsiniz. Bu yasa yapma yöntemi aynı zamanda meclisi yasa yapma mercii olmaktan çıkartıp oy çokluğu ile istenileni onaylama merciine dönüştürmektedir.
Halkın kendini etkin bir özne olarak görmesini engellemek ve ne yaparsak yapalım hiçbir şeyi değiştiremeyiz duygusunu her fırsatta hakim kılmayı amaçlıyor bu tarz.
Bu yöntemle aynı zamanda konunun ya da sorunun tüm gerçek muhatapları da işin dışında bırakılıyor. Özellikle komisyon aşamalarında bir taraftan etkin katılımcılık sözleri edilirken, diğer taraftan katılımcılıktan kastedilenin yasaları talep eden sermaye kesimlerinin katılımının kastedildiğini görüyoruz.
İktidar bu yöntemden vazgeçmelidir. İktidar bu suçu işlemekten vazgeçmelidir.
Salgının Ortaya Koyduğu Gerçek
Krize giren sermaye gözünü emekçilere ve doğaya dikmiş durumda. İktidar, krizi atlatmak için emekçilerin sosyal ve ekonomik haklarına kıyıma uğratırken aynı zamanda sadece bir ham madde olarak gördüğü doğayı da yıkıma uğratmak için her türlü yasal düzenlemeyi yapıyor.
Şirketlere bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler, emekçiye gelince yürütmem diyor iktidar. Bir taraftan savaş, güvenlikçi politikalar, bir taraftan da daha çok talan ve sömürü.
Tüm dünyada kapitalizmin krizi yaşanırken sermaye çıkış için savaştan, emeğin ve doğanın vahşice sömürüsünden başka bir yol bulamıyor. İşçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi, kölece esnek çalıştırılması, fabrikaların birer toplama kampı düzenine sokulması, kazanılmış haklarının tırpanlanması… Doğanın ise vadedilmiş armağan olarak, kaynak olarak görülmesi ile acımasızca talan edilmesi.
İnsan ve doğanın kâr uğruna sömürüsü ve talanı üzerine kurulu bir ekonomik birikim modeli.
Bu modelin çöküşünü en net olarak salgın sürecinde gördük, görmeye devam ediyoruz. Covid-19, şirketlerin ve onların hükümetlerinin doğaya açtığı savaşın sonucunda ortaya çıktı. Daha çok kâr için doğaya saldırı, milyonlarca, milyarlarca yılda oluşmuş ekosistemlerin parçalanmasına neden olmuş, doğal yaşam dengesi bozulmuş, virüsler yer değiştirmiştir. Virüsü yerinden eden sermayenin bu kâr hırsıdır. Dolayısıyla çare de nerede kaybedildiyse orada aranmalıdır. Nedenlerle değil, sonuçlarla uğraşmak kapitalizmin yöntemidir.
Bizler tam da bu süreçte doğaya karşı geliştirilen bu yıkım politikasına karşı çıkmanın tüm gezegenin geleceğine sahip çıkmak anlamına geldiğini söylüyoruz. Sermaye bir avuç kâr için gezegen de dahil her şeyi yakabilir, yok edebilirken aç kalanlar yoksullar, salgında ölenler yoksullar, yersiz yurtsuz kalanlar yoksullar, savaşlarda ölenler yoksullar.
Salgına karşı mücadele onu yaratan kapitalist sisteme karşı mücadelenin doğrudan bir konusu olmak zorundadır. Küreselleşme adı altında emperyalist iş bölümü, sağlığın özelleştirilmesi, tarımın şirketleştirilmesi, en temel toplumsal hizmetlerin özelleştirilmesi ve insanların müşteri haline getirilmesi, hastanelerin sektör haline getirilmesi… İşte bugün kitlesel ölümlerin sebebi bunlardır. Çarklar dönsün, şirketler zarar etmesin diye milyonlarca işçi, emekçi ölümcül koşullarda çalışmaya mecbur bırakılıyor. Öte yandan da göstermelik önlemlerle sözüm ona salgına karşı mücadele programları açıklanıyor.
İklim Krizi Görmezden Geliniyor
Yaşadığımız sürecin en acil gündemlerinden biri de küresel iklim krizidir. Özellikle 2019 bu tartışmalarla geçmişti. Tüm dünyada milyonlarca insanın katıldığı eylemler gerçekleşmişti. Söylenen şuydu; eğer atmosferin bu kapitalist işleyiş tarafından ısıtılması 1.5 derecede tutulamazsa dünyamız çok yakın bir zamanda yaşanmaz hale gelecek. Isınmanın temel sebebinin fosil yakıtlar ve ormansızlaşma olduğu 100 yıldan fazla bir süredir biliniyor.
Petrol, gaz ve kömür karbon salımının esas sorumluları. Bunların kullanımı 2030’a kadar sınırlanmak, 2050’ye kadar da tümden sıfırlanmak zorunda. İklim krizinin sorumlusunun her şeye rağmen büyümek, her şeye rağmen kalkınmak, her şeye rağmen kârını garantilemek isteyen sermaye düzeni olduğunu karbon salımlarının nereden ve neyi üretirken kaynaklandığına bakarak görüyoruz. İklim krizinin sebebi olarak bireysel yanlış tüketimi gösterenler bizi meselenin gerçek kaynağından uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Kirliliğin, karbon salımının, susuzluğun, ormansızlaşmanın esas sorumlusu şirketler ve onların devletleridir.
İklim krizinin sonuçları bugün, hemen yanı başımızda yaşanıyor. Beklenmedik hava olayları, kuraklık, seller, şiddetli kasırgalar, deniz seviyesinde yükselme, buzullarda erime… Bu belirtiler Türkiye için de son derece tanıdık. Kuruyan göller, nehirler, her defasında can kayıplarına neden olan seller.
Antalya Akseki ve İbradı ilçe sınırlarında bulunan Üzümdere Irmağı hiç olmadığı kadar, ilk kez bu yıl 3 ayı geçkindir tümden kurumuş durumda. Üzümdere’yi kurutan kuraklık küresel ısıtmanın bir sonucudur. Türkiye’de son 50 yılda 36 göl kurudu. Ama insan teması tümden kesilmesi gerekirken iktidar Salda Gölü’ne millet bahçesi yapmanın peşinde.
Bugün artık ağır yıkıcı etkileri ve insan dahil habitatları daraltıcı etkisiyle çevre konuşulacaksa iklim krizi ve ona karşı mücadele konuşulmadan hiçbir şey konuşmuş olmuyoruz. Türkiye ise 2015’te imzaladığı Paris Anlaşması’nı meclisten geçirip uygulamaya henüz koymayan Angola, Eritre, İran, Irak, Lübnan, Libya, Güney Sudan, ve Yemen ile birlikte son 8 ülke arasında. İmzalayan 197 ülkeden sadece 10’u uygulamaya koymamış. İktidar bu eksik ve yetersiz anlaşmayı dahi uygulamak bir yana karbon salımı konusunda yeni ayrıcalıklar peşinde koşuyor. Termik santraller konusunda hız kesmeden çalışmaya devam ediyor. Yerlilik millilik namına kömür madenciliğine ve her türlü madenciliğe inanılmaz imtiyazlar tanıyor. Devleti maden şirketlerinin hizmetine koşuyor. 2019 yılı sonu itibariyle orman alanlarında verilen izin miktarı toplam 698.955 hektar, sadece madencilik faaliyetleri için verilen izin miktarı 135.487 hektardır.
Yine, yenilenebilir enerji yatırımları adı altında bir taraftan doğa talanı yaparken bir taraftan da karbon salımı konusunda ayrıcalık kazanma peşindeler. Türkiye’nin 2005-16 süresince sera gazı salımlarındaki %49 oranındaki artış OECD’nin en yükseğiydi.
Şirketlere Altın Tepside Talan Politikaları
Türkiye, “iklim acil durumu” ilan etmek yerine kâr peşinde koşuyor. 2019 temmuz ayında Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Trabzon, Rize, Samsun, Giresun, Ordu ve Artvin illerini kapsayan 15 maddelik “Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı”nı açıkladı. Kurum, dere yataklarında yer alan binaların tespit çalışmalarının başlandığını, bunlar için kamulaştırma ve taşıma sürecinin planlanacağını belirterek, dere yatağında bulunan ve iklim değişikliği nedeniyle risk altında olan, acil ve öncelikli taşınması gereken 1950 adet bina tespit ettiklerini, buralarda yaşayan 2000 aileyi, kentsel dönüşüm kapsamında yapacakları konutlara taşıyacaklarını söyledi. Bakan, riskli bölgelerdeki kamu binalarının da taşınacağını, bu bölgelerde bundan böyle inşaat faaliyetlerine izin verilmeyeceğini kaydetti.
Peki şimdi buradan soruyoruz;
Giresun Dereli’de yaşanan felaketten sonra hangi dersleri çıkarttınız, hangi adımları attınız? Dere yataklarına kentler inşa etmek, HES yapmak dışında, denizi doldurup yol yapmak dışında, kaçak yapıları affetmek dışında, dağı taşı delip, yaylaları talan etmek dışında ne yaptınız!
Türkiye hızlı bir çölleşme tehdidi altında. Tarım alanları, su varlıkları, ormanlar yok oluyor. Fakat iktidar çare üretmek yerine krizi derinleştirmenin derdinde.
Tüm dünyada ve Türkiye’de ekoloji hareketleri iklim krizi konusunda mücadele yürütüyorlar. Hem iktidarları uyarıyor, hem de çözüm yolları üretiyorlar.
18 yıllık AKP iktidarı süreci bu açıdan en karanlık dönem olmuştur. Siyasal açıdan iktidarlaşma hedefine bağlı olarak acil ekonomik kalkınma zorunluluğu, dizginsiz ve gözünü karartmış bir talan siyasetini ortaya çıkardı. Sözüm ona dışa bağımlılıktan kurtulma hedefi tüm bunların kılıfı haline getirildi. Oysa ne böyle bir enerji ihtiyacı var ne de insanın ve doğanın talanı üzerinden bir gelişme tarifi yapılabilir. Üstelik 18 yılın sonunda dışa bağımlılığın azalması da emperyalist kapitalist ekonominin gereği olarak mümkün olmadı, bu sermaye yanlısı politikalarla zaten olamazdı. Kendi kendine yeter bir ülke hedefi vaaz edenler, öte yandan tüm ülkeyi yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekmekten bir an geri durmuyorlar. Yerlilik ve millilik adı altında benzerine az rastlanır bir satış sistemi işletiliyor.
Ülkenin dört bir yanı delik deşik halde. Ormanlar, tarım alanları, sular işgal altında. Kentler beton yığını haline gelmiş durumda. İnşaat ekonomisi telafisi mümkün olmayacak bir yıkımı inşa ederken iktidarın beton sevdası işçi için, halk için ölümcül bir sevdaya dönüştü.
Ülke enerji yatırımları çöplüğüne dönüştürüldü. Ömrü maksimum 50 yıllık barajlar binlerce yıllık tüm ekosistemi, yani geleceği yok ediyor. Binlerce yıllık tarihi miraslar Hasankeyf’de olduğu gibi sulara gömüldü. Ormanlar yer yer güvenlik gerekçesiyle yakıldı, tahrip edildi, yer yer de rant için yakıldı, yok edildi. Karadeniz’de dereler, yaylalar, sahiller şirketlere satıldı. Kâr etmiyorsa zarardır denilerek tüm bunlar politika haline getirildi.
İktidar şirketlerin taleplerini yerine getirmeyi temel siyaset olarak belirledi. Ne istedilerse yapıyor. Ne eksikleri varsa acilen yasalaştırmaya gayret ediyor. Her defasında içinde halk ve doğa olmayan düzenlemelerle karşımıza çıkıyor. Buna karşı çıkanları da öcüleştirerek, düşmanlaştırarak susturmaya çalışıyor.
Halk Devlete Karşı Kendini Savunuyor
Son yıllarda söz konusu politikalara karşı ciddi bir halk direnişi de açığa çıktı. Kanal İstanbul’dan Karadeniz’e, Kaz Dağlarından Dersim’e, 3. Havalimanı’ndan Zilan Deresi’ne, Aydın’a, Bursa’ya… Tüm coğrafya teyakkuz halinde. İnsanlar yüz yıllardır yaşadıkları köylerini korumanın derdine düştüler. Bir şirket geliyor ve çıkın burası artık benim diyor. Arkasında devlet var. Devletin kolluk güçleri, mahkemeleri var. Halkı nefessiz, ekmeksiz, susuz bırakıyorlar. Şirketlerin özel güvenliğine dönüşen kolluk güçleri de bunlara direnen insanların önüne barikatlar kuruyor, gözaltına alıyor. Ve tüm bunlar vatan, millet adına yapılıyor!
Kazdağları’nda, Hasankeyf’de, Karadeniz’de, Ege’de, İstanbul’da gördüğümüz gibi, itiraz eden herkes vatan haini ilan ediliyor. Ülkeyi parsel parsel satanlar ise vatansever (!) oluyor. Ama bu oyunu, direnen, devlet benim diyen Artvinli, Ünyeli, Bursalı kadınlar bozuyor.
Şirketler için borcu yoktur yazısı alma zorunluluğunu kaldırırken Kaz Dağları’nda ormanı, suyu savunan, gece gündüz, yaz kış nöbet tutan direnişçilere 600 bin lira para cezası kesiyorlar. İşte iktidarın halk düşmanı, doğa düşmanı resmi bu. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Gerçekler her gün yalana karşı zafer kazanıyor.
Torbalar Yeni Katliamlar için
İşte böylesi bir süreçte iktidar peş peşe yeni kanun tasarıları getiriyor. Maden yasası ile şirketlerin önünde engel olabilecek kimi kırıntıları da hızlıca çekip almak derdiyle bu talan düzenini daha da kalıcılaştırmak istedi. Tümden denetim dışı, daha fazla teşvik, daha fazla imtiyaz, muafiyet, daha hızlı el koyma amacıyla yasalar yapma telaşında iktidar.
Salgın ile mücadele diye yoksullara ölüm, şirketlere teşvik. Çevrecilik diye halka, doğaya ölüm, şirketlere dikensiz gül bahçesi. İşte AKP demek bu demek.
İçinde Türkiye Çevre Ajansı’nın kurulmasının da olduğu 49 maddelik bu torba yasa mevcut durumu daha da derinleştirmeyi amaçlıyor. Aslında bir yol temizliğini hedefliyor. Halkın muhalefet etme kanallarını tıkamaya hukuki kılıf üretmenin peşinde. İçinde cilalı projeler var, içinde büyük rant var, içinde bolca yönetici var, ballı maaşlar var, denetim dışı ihaleler var, yine inşaat var, aldatmaca var ama gerçekte halk ve doğa çıkarı yok, yaşanan gerçek sorunlara tek bir çözüm yok!
Kanun teklifinin gerekçesinde “çevre kirliliğini önlemek, yeşil alanların iyileştirilmesine katkı sağlamak, ulusal ölçekte depozito yönetim sisteminin kurulması, işletilmesine ve denetimine yönelik faaliyetlerde bulunmak üzere Türkiye Çevre Ajansının kurulması amaçlandığı” ifade ediliyor.
Oysa tüm yukarıda dikkat çektiğimiz gerçek durum bize başka bir şey söylüyor. Öncelikle şirketlere değil halka ve ekoloji örgütlerine, bilim insanlarına kulak verilmesi gerektiğini söylüyor. İçinde bulunduğumuz durumun doğrudan sorumlusu olan iktidara “KAZMAYI BIRAK!” diyor. Yerin üstünün altından daha değerli olduğunu söylüyor.
Dolayısıyla bizim bugün acilen tartışmamız gereken iklim krizi ile mücedele, depreme hazırlık, tarım alanlarının, ormanların, suların korunmasıdır. Bu da bu torbalarla olmaz.
Tek tek maddelerle ilgili kapsamlı değerlendirmeler yapacağız. Ancak şimdiden geneli üzerine fikirlerimizi, değerlendirmemizi şöyle belirtmek istiyoruz.
Birçok sefer şöyle şeylerle karşılaşmışızdır: Uyuşturucu baronları uyuşturucuyla mücadele dernekleri kurar ya da onlara bağış yaparlar. En kirli işleri yapanlar camiye, kiliseye ya da bir okula bağış yaparak ne kadar hayırsever olduklarına dair pozlar verirler.
TÜİK tarafından 2019 yılı çevre koruma harcama istatistikleri yayımlandı. Rapordaki verilere göre, çevre koruma harcamaları bir önceki yıla oranla %1,2 artarak, toplam 38,4 milyar TL oldu. 2019 yılında çevre için toplamda 6,4 milyar TL yatırım yapılırken, atık su yönetim hizmetleri için 3,3 milyar TL’lik yatırım gerçekleşti.
Dünyada çöp ithalatında birinciliğe koşuyoruz ama birilerinin himayesindeki Sıfır Atık Projesi ile övünüyoruz. Türkiye kendi çöpünün sadece %9’unu ayrıştırabiliyor. Kentsel atıkların yaklaşık %90’ı arazi dolgusuna gitmekte, ancak küçük bir miktarı geri kazanılmaktadır. Türkiye, Çin’in ithalatı yasaklamasından sonra dünyada çöp ithalatının yeni adresi oldu. Türkiye’ye her gün 213 kamyon dolusu plastik atık girdi. Türkiye’nin plastik atık ithalatı iki yılda beşe katlandı.
Dünyanın en büyük altıncı plastik üreticisi olan Türkiye, her yıl 10 milyon ton plastik mamul üretiyor. Bakanlık geçen yıl 3.5 milyon ton ambalajın %54’ünün geri dönüştürüldüğünü açıklamıştı. Bu yasa ile de plastik atığı azaltmak değil ondan para kazanmak hedefleniyor.
16 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan, “Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Dair Yönetmelik”te değişikliğe gidildi. Yapılan değişiklikle korunan alanların imara açılmasının, entegre tesis kurulabilmesinin ve maden araması yapılabilmesinin önü açıldı. Bu durum doğal alanların geriye dönüşü olmayan bir şekilde yok olması anlamını taşıyordu.
Tüm bu işlenen suçların sonucu Türkiye, 2019 İklim Performans Endeksinde 60 ülke arasında 50. sıraya gerileyerek performansı en düşük ülkeler arasında yer aldı.
Karada ve denizde koruma altındaki alanlar, ülkenin %9’una denk geliyor ki bu, Aichi1 (BM biyolojik çeşitlilik sözleşmesi) hedeflerinin hâlâ ciddi oranda altındadır. Ve buna rağmen inşaatçılara, maden şirketlerine yol vermek için birçok çevre koruma alanının derecesini düşürüp, koruma alanı olmaktan çıkardılar.
Paralel Bakanlık Çevre Ajansı Katliamcılığın Yeni Kılıfı
Tablo bu iken, mevcut yasalar yeterli gelmemiş olacak ki, şimdi de Çevre Ajansı adı altında paralel bir bakanlık kuruluyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı neredeyse tüm yetkilerini bu Ajans’a havale ediyor. Peki Bakanlık neden kendi görevlerini bu özel kuruma havale ediyor? Bu hangi ihtiyacın ürünüdür? Söyleyelim: daha fazla merkezileşme, daha çok denetim dışılık ve daha çok şirketlere inisiyatif ihtiyacının ürünüdür. Zaten yaşanan sorunların temel sebebi denetimsizlik, kanunsuzluk, özelleştirme iken şimdi bu düzenleme ile durum daha da katmerli hale getirilmeye çalışılıyor.
Ajans bu haliyle, donatılmış yetkileriyle paralel bir bakanlık olarak, denetleme yetkisine sahip ama kendisi denetimden muaf bir kurum olarak tasarlanıyor. Kamu ihale kanunundan muaf tutulan Ajans, faaliyetlerini özel sektöre ihalesiz verme hakkına da sahip olacak. Böylece yandaş şirketler alamayınca iptal edilen ihaleler derdinden de kurtulmuş olacaklar.
Tasarıda kurum esas olarak depozito yönetim sistemi kurmakla yükümlüdür denmekte. Oysa depozito düzenlemesi özel şirketlere devrediliyor. Denetim ve şirket faaliyetleri ajansın kontrolüne bırakılarak yeni bir tekelleşme ve kâr alanı inşa ediliyor. Devlet tümden aradan çıkıyor, atık süreci tümden Ajans’a bağlı şirketlere bağlanıyor ve aynı zamanda on binlerce atık toplama işçisi de tümden açlığa mahkum ediliyor.
Düzenleme ile şirketler doğrudan danışma kuruluna yönetici verebilecektir. 11 kişilik danışma kurulunu Bakanlık belirleyecek. Bu 11 kişi içinde özel sektörden de yöneticiler olacak. Mevcut durumda şirketlere ne istiyorlarsa veren Bakanlık doğal olarak bu 11 kişiyi belirlerken de şirketleri kırmayacaktır.
Ajansın gelir kaynakları arasında şartlı ve şartsız bağışlar da sayılmaktadır. Bu düzenleme ile iş yapmak isteyen gereğini yapacak deniliyor. Bazı vakıflara yapılan zorunlu bağışları biliyoruz. Şimdi de bağış mekanizması doğrudan Saray’a bağlanıyor. Parayı veren, pardon bağışı veren düdüğü çalacak. Açıktan, hiç saklama gereği duymadan!
Tüzel kişi niteliğinde tanımlanan Ajans, görev alanları açısından bir şirket görüntüsünde iken tanınan muafiyetler ve kurulma biçimi açısından da kamu tüzel kişi niteliğindedir. Kamu yararına kurulan birçok dernek bile yaptığı faaliyetlerden dolayı vergi öderken Ajans ödemeyecektir.
Teklifte yine karşımıza doğrudan cumhurbaşkanı çıkıyor. Mal ve hizmet ihalelerinde usul ve esaslar Saray’a bağlanıyor. AKP genel başkanı onca işi arasında bu işe de el atmaktan geri durmamış.
Sonuç olarak düzenleme görüldüğü üzere:
Küresel iklim krizi, ekolojik yıkım sorunlarına herhangi bir çare üretme derdinde değildir.
Yasa yapım süreci halktan kaçırılmıştır.
Tümüyle şirket mantığıyla inşa edilmiştir.
Tümüyle yeni rant alanları inşa etme amacındadır.
Maden yasası gibi düzenlemelerle bağlantılı, birbirini tamamlayan tümüyle halk ve doğa düşmanı politikaların yeni bir örneğidir.
1 2010 Ekim ayında Japonya’nın Nagoya kentinde gerçekleştirilen BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (BÇS) 10. Taraflar Konferansı’nda 2011- 2020 yıllarının Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Onyılı olarak ilan edilmesine karar verilmiş ve BM Genel Kurulu tarafından bu kabul edilmiştir. Sözleşme’nin 10. Taraflar Toplantısında 2020 yılına kadar dünyada biyolojik çeşitlilik kaybının durdurulması temel amacıyla Biyoçeşitlilik Stratejik Planı ve kısaca Aichi Hedefleri olarak anılan 2020 Biyoçeşitlilik Hedefleri kabul edilmiştir.