Dünyada kapitalizmin neden olduğu doğa yıkımına karşı politik-ekolojik eleştiriler özellikle 1970’lerden itibaren gelişmeye başladı. Bu yılların, o zamana kadar kamusal olarak görülen bütün hizmetlerin (eğitimden sağlığa kadar), kentsel ve doğal müştereklerin (parklardan su kaynaklarına kadar) ticarileştirilerek sermayenin yeniden üretim konusu haline getirildiği neoliberal politikaların egemen olduğu dönem oldu. Yaşamın temeli olan suyun ticarileştirilmesinde simgesel bir ifade de bulan neoliberal politikaların bütün yaşamı kuşatmasına karşı dünyanın her yerinde yaşamı, doğayı savunan ekoloji hareketleri gelişti. Bugün artık küresel siyasetin ana konularından biri ekolojik kriz ve onun görüngülerinden olan iklim, gıda ve su krizine karşı nasıl mücadele edileceğidir.
Türkiye ve Kürdistan’da da, neoliberalizmin azgın savunucusu AKP döneminde, ekolojik yıkım ayyuka çıktı. Bu yıkım-talan siyasetine karşı hemen her yerde değişik isim ve biçimlerde çevre ve ekoloji direnişleri ortaya çıktı. Yakın tarihimizin en büyük isyanı, Gezi İsyanı, “üç-beş ağaç meselesi”nden başladı, faşizme karşı milyonların özgürlük ayaklanmasına dönüştü.
Dünyanın her yerinde ekolojik kriz ile kapitalizmin krizi tartışmaları kesişmektedir. Tartışmalar, liberal, reformcu “yeşil yeni düzen” olarak tanımlanan “yeşil kapitalizm” ile, ekososyalist, komünalist ve Marksist eleştiriler arasında çatallanmaktadır.
Sermayenin temel karakteri, en kısa zamanda en az maliyetle en fazla karı elde etmektir. Sermaye, geliştirdiği teknolojilerle bu hedefini gerçekleştirirken, doğa ve insanı sadece birer “kaynak” ya da hammadde olarak ele almaktadır. Kapitalizmin küresel bir sistem olarak ortaya çıkmasını sağlayan sanayi devriminin her aşamasında sermaye, genişletilmiş yeniden üretimini sağlayabilmek için daha fazla ormanı, toprağı, ülkeyi sömürgeleştirdi. Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, Afrika’nın iliklerine kadar soyulması, Ortadoğu’nun santim santim paylaşılması, Güney Asya’nın ve Çin’in “ucuz doğa/insan” kaynağı haline getirilmesi; kapitalist dünya sisteminin gelişiminin bütün bu veçheleri büyük ekolojik yıkımların da tarihidir.
Bu tarih aynı zamanda bir yandan mekânın kapitalist üretim tarzının sınırları içinde kalma kaydıyla düzenleyen bir yandan da “ekonomik büyüme/kalkınma”nın bizzat politik sorumluluğunu üstlenen yirminci yüzyıl modern devletlerinin toplumlar üzerindeki düzenleyici iktidarlarını pekiştirdikleri bir yüzyıldır. Sermayenin çok farklı düzlemlerdeki çelişkilerine çözüm üretmeye çalışan modern devlet teknokrasileri bilgi üretim gücünü toplumsal ihtiyaçlardan kopan veya onları sermayenin ihtiyaçları için araçsallaştıran iktidar etkileri üretmiştir. Dolayısıyla sermayenin birikim mantığıyla ilişkili bir şekilde modern devletlerin bilgi ve planlama teknokrasilerinin radikal eleştirisi de kaçınılmaz bir gereklilik olarak belirmektedir. Devlet kurumlarında yoğunlaşan bilgi üretimi ve planlama erkinin yeniden topluma mal edilebilme koşullarının nasıl mümkün olacağı üzerinde düşünmek gereklidir.
Sanayi üretiminin temel enerji kaynakları petrol, kömür ve türevleri olan fosil yakıtlardır. Dolayısıyla enerji kaynakları üzerinde hâkimiyetin güvence altına alınması dünya sisteminin temel parametresi haline geldi. Enerji kaynakları üzerinde hâkimiyet küresel ve bölgesel savaşların, silahlanma yarışının, ittifak ve kamplaşmaların, emperyalist müdahale ve iç savaşların nedeni oldu.
“Yeşil kapitalizm”, “Yeşil Yeni Düzen”, “sürdürülebilir kalkınma”, “temiz enerji”… Sermaye “yeşil”e boyanamaz. Sermaye dünyaya tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir. Sermaye, vampir misali, canlı emeği ve doğayı emerek ve daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emek ve ölü doğadır. Toplumsal ihtiyaçlardan ve doğanın sınırlarından kopmuş sermayenin mantığının sorgulanmadığı “alternatif” arayışlarıyla ekolojik krize karşı mücadele edilemez.
Ekolojik krizin en önemli kaynaklarından olan “enerji ihtiyacı” sorunu da toplumsal ihtiyaçlardan ve doğanın sınırlarından kopmuş sermayenin daha fazla üretim ihtiyacıdır. Enerji ihtiyacı, daha fazla silah, daha fazla araba, daha fazla endüstriyel gıda üretimi demektir. Fakat kapitalizmde daha fazla üretim, bir avuç sermayedara zenginlik getirirken, milyonlarca insanın daha fazla sömürülmesi, daha fazla yoksullaşması, doğanın daha fazla talanı, milyonlarca çocuğun açlıktan ölmesi demektir. Yoksulluğun son bulması, herkesin eşit, adil ve özgür bir yaşam sürmesi için daha fazla üretim, daha fazla enerji değil, bütün zenginliğin bir avuç kapitalistin elinde birikmesini sağlayan kapitalist üretim sisteminin yok edilmesi gerekir.
Ekolojik kriz, doğal insan faaliyetlerinin değil, doğrudan kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Ekolojik krizin nedeninin genel olarak soyut “insan faaliyetleri” olarak gösterilmesi, sorunun bireylerin yanlış tercihlerinden kaynaklandığını ima ederek, kapitalist emperyalist sistemi, şirketleri ve hükümetleri sorumluluklarından kurtaran ideolojik bir açıklamadır. Bu liberal ideoloji bize kapitalizmin sonunu düşünmek yerine dünyanın sonunu düşünmeye sevk etmektedir. Oysa yapmamız gereken kapitalizmin sonunu düşünmektir.
Ekolojik krizlerin etkileri, mevcut toplumsal ilişkilerdeki sınıfsal, ulusal ve etnik, cinsel eşitsizlik piramidine bağlı farklılaşarak yaşanmaktadır. İklim krizinin etkileri saraylarda farklı kulübelerde farklıdır. İklim ve gıda krizinin yarattığı tahribattan en fazla dünyanın ezilen, sömürge halklarından kadınlar, çocuklar ve yaşlılar etkilenmektedir.
İklim ve gıda krizi şirketler için ancak yeni karlı yatırım alanları anlamına gelmektedir. Yeni teknolojiler, yeni ilaçlar, yeni yapay gıdalar, hatta Mars’a yolculuk, uzayda koloniler kurmak gibi… Bu nedenle ekolojik krize karşı mücadele toplumdaki diğer eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı mücadelelerden ayrı, müstakil bir alan olarak ele alınamaz. Bilakis bu alanlarla ortaklıklar, müşterekler geliştirilebildiği oranda kalıcı sonuçlar alınacaktır.
Ekolojik krize karşı mücadele “sivil toplumcu” aktivizmi, “doğaya dönüş” ya da “yaşam tarzı” gibi denemelerle ve “yeşil kapitalizm” programı ile sınırlı ideolojik ve politik sınırlara hapsolarak gerici uzlaşmalarla sürdürülemez. Aynı zamanda ekoloji mücadelesi sadece tekil, yerelci, kesimci yaklaşımlarla da sürdürülemez. Yerel/kesimsel hareketlerin çoklu öznellikleri, sorunların ivediliği gibi nedenlerden kaynaklanan bu sınırlar, mücadele için kriter değildir; ideolojik ve politik mücadele ile aşılabilecek, aşılması gereken eksikliklerdir.
Ekolojik krize karşı mücadele, kapitalizmden toplumsal kurtuluş mücadelesinin özüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş süreci olarak bu mücadelenin her alanında her aşamasında amaçları ve araçları sorgulayarak, geçmiş deneyimlerin, yeni felsefelerin ve bilimsel gelişmelerin ışığında ekolojik bilincin ve bakış açısının geliştirilmesi, örgütlü yaşamın temel paradigması haline getirilmelidir. Aynı zamanda ekolojik krizin şu ya da bu alandaki/yereldeki görünümlerine karşı mücadele de, bu küresel mücadele perspektifi ile ele alınmalıdır. Hareketlerin politik ihtiyaçlarıyla hemhal olarak, bütüncül ve kurucu politikaların ve ortaklıkların geliştirilmesi ekolojik mücadelenin en temel ihtiyacıdır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da ekolojik yıkıma karşı değişik talep, program ve örgütlenme biçimleri ile çoklu bir mücadele sözkonusudur. Tek bir ağaç, tek bir dere bile kurtarılabilse, bu mücadeleler son derece değerli ve önemlidir. Ama elbette mesele “üç-beş ağaç meselesi” değildir. Her geçen gün daha fazla insan bu gerçeğin farkına varmaktadır. Ekolojik krizden kurtulmak için kapitalizmden kurtulmak gerektiği fikri, her geçen gün daha fazla ortak payda haline gelmektedir. Bununla beraber “kapitalizm karşıtlığı” ekoloji mücadelesinde henüz örgütlü bir düzeyde değildir. Soyut, lafzi ve bireysel aktivizm olarak süregitmektedir.
Bugün, ezilenler için her geçen gün kıyamet yaşanırken, dünyanın sonu gelmeden, kapitalizmin sonunu getirmek için mücadelede her zamankinden çok Marksizme ihtiyacımız var. Sadece Kapital’e değil, Komünist Manifesto’ya, Fransız Üçlemesi’ne, Ne Yapmalı’ya, Devlet ve Devrim’e ihtiyacımız var. Soyut bir kapitalizm eleştirisi değil, strateji-taktik, program, örgüt düzeylerinde ekolojinin Marksist politikası yaratılmalıdır. Başta kadınların özgürlük mücadelesi olmak üzere dünyadaki yeni öznelerin mücadelede yarattığı yeni örgütlenme tarzları ve dillerinden öğrenerek, toplumsal özgürlük mücadelesini geliştirmek, ekoloji mücadelesini de örgütlü hale getirmek görevi ile karşı karşıyayız.
POLEN Ekoloji, Marksist bakış açısıyla şirketlere ve hükümetlere karşı verilen mücadelede emektarlık yapmak, ekoloji hareketinde ve sosyalist harekette Marksist ekoloji bilincinin gelişimi için katkıda bulunmak için yola çıkıyor.
POLEN Ekoloji, uluslararası Marksist ekoloji yazının tanıtılmasını ve diğer ülkelerdeki hareketlerle ortaklıkların geliştirilmesini hedefliyor. Mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda yeni örgütlenmelerin, platformların geliştirilmesini, kır ve kent emekçilerinin ve ezilenlerin, özellikle kadınların ve gençlerin öznesi/önderi olduğu bir ekoloji hareketinin yaratılmasını hedefliyor.
POLEN Ekoloji olarak, Ekolojik mücadelenin kapitalizme karşı toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçası ve onun tümüne sirayet edecek biçimde, örgütlü olarak sürdürülmesi gerektiğini düşünen, bu doğrultuda yeni bir program ve stratejinin geliştirilmesi ve hayata geçirilmesinde yol arkadaşlığı yapmak isteyen herkesi kolektifimize ortak olmaya çağırıyoruz.