Türkiye’nin gündem yoğunluğu arasında (6 Şubat depremlerinin birinci yıl anmaları, İliç’te yaşanan felaket, yerel seçimler, vb.) sosyalizm ve ekososyalizm tartışmasına dair bazı çalışmalar yayınlandı. ‘80’lerin sonundan bu yana dünyada dolgun bir literatüre dönüşen ekososyalizm üzerine çalışmalara coğrafyamızdan katkılar henüz buna denk düşen bir hacimde olmasa da her geçen yıl artıyor. Hakan Yurdanur’un derlediği “Sosyo Ekolojik Bir Toplum İçin Ne Yapmalı” (İmge Kitapevi, 22.01.2024) adlı kitapta Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in “Doğa, Marksist Ekoloji ve Sosyalizm” yazısında sosyalizme “eko” ön eki getirilmesi ile sosyalizmin ya da Marksizmin ekolojik olmadığının imlendiği gerekçesiyle ekososyalizm kullanımı eleştirildi. Ardından ekososyalizm kavramını kullananlardan biri olarak Aykut Çoban’ın, bu eleştiriyi de alarak yazdığı, tek kalemde mahkum edilecek tek bir ekososyalizm anlayışının olmadığının altını çizerek kavramın gerekliliğini ve devrimci siyaset bakımından oynayabileceği işlevi anlatan “Sosyalizm ve Ekososyalizm” yazısı geldi. Aykut Çoban’ın Polen Ekoloji’nin sitesinde yayınlanan yazısı ile aynı günlerde Umut-Sen Ekoloji Kolektifi tarafından “Tarihsiz Ekoloji, Devrimsiz Sosyalizm: Ekososyalizm” başlıklı yazıda da kavramın kapsamlı bir eleştirisi yapıldı. Ekososyalizme yönelik bir başka eleştiriyi daha önce Fuat Filizler de kaleme almıştı. Filizler’in “Bazı Ekososyalist Anlayışların Marksist Eleştirisi” başlıklı yazısı iki yıl önce yine Polen Ekoloji’nin sitesinde yayınlanmıştı. Elbette ekososyalizme dair incelemeler bundan çok daha geniş ve geçmişe uzanıyor. Ancak, güncel siyaset içinde sınıf hareketinin sorunlarına ve çıkış arayışlarına da eğilen bu yazar ve kesimlerin teorik incelemeleri verimli bir tartışma zemini sunuyor.
Dünyada epey zaman önceden yapılan ama bizce de henüz muradına ermemiş olan ekososyalizmler, ekolojik Marksizm ve/ya Marksist ekoloji tartışmasının, ekolojik yıkımın en ağır boyutlarda yaşandığı bu coğrafyada, dünya açısından önemli bir mücadele deneyimi olan sosyalist hareketin de bunalım yaşadığı bir konjonktürde zuhur etmesinin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Polen Ekoloji, felsefede materyalist, politikada devrimci Marksist bir ekoloji siyasetinin geliştirilmesini, en azından bu tartışmanın sosyalist hareketin ana arterlerinde en coşkun haliyle gerçekleşmesini hedefliyor. Bunu, en ağır biçimleriyle yaşadığımız ekolojik yıkıma karşı yerel çevre platformlarında bir araya gelen bir avuç yurttaşın sürdüregeldiği ekoloji mücadelesinin toplumsallaşması, büyümesi ve başarıya ulaşması bakımından da gerekli hatta zorunlu görüyoruz. Çünkü en güçsüzleşmiş haliyle bile sosyalist hareketin mahfuzunda taşıyageldiği bir tarih bilinci var. Bu nedenle ekososyalizm tartışmasını canlı tutmak için bahsi geçen yazıları karşılaştırmalı ele almak istedik. Bu sayede eleştirilerden öğrenerek halihazırdaki hareketin geliştirilmesi ve ilerletilmesi için yol-yordam oluşturabiliriz.
Bahsettiğimiz yazılardan, diğerlerinden önce yayınlandığı için ilk olarak Fuat Filizler’in yazısını ele almak istiyoruz. Fuat Filizler, yazısında birbirleriyle bağdaşmayan kimi akımları içeren ekososyalizmin, anaakım ekolojizmden (yeşiller, derin ekoloji, toplumsal ekoloji, vb.) ve geleneksel sosyalizmden devrim anlayışı ve üretici güçlerin ekolojik dönüşümü ile ayrıştığını belirtir. Filizler, “eko-sosyalizmi” (tire ile yazıyor) esasen marksizm dışı ve üretici güçlerin sınırlandığı, emek yoğun romantik bir sosyalizm ile sınırlı görür. Marx ve Engels’in Sismondi, Malthus, fizyokrasi, Proudhon kuramlarıyla hesaplaşmasının, bu kuramların yeni versiyonları için de geçerli olduğunu savunur. Ekososyalist devrimin bir yurttaş devrimi olarak kodlandığını, işçi sınıfının toplumsal hareketler içinde eritildiğini belirtir. Marx’ın üretici güçlerin gelişiminden sınırsız üretimi değil, bunların toplumsallaşmasını anladığını söyler. Üretici güçler sınırlandırıldığında emek gücü ve doğanın meta olmasının ve işbölümünün sönümlendirilemeyeceğini belirtir. Üretici güçlerin üretim araçları ve teknolojiden ibaret olmadığını, emek gibi, yeniden üretim emeği, eğitim, bilgi, toplumsal birey, serbest zaman, planlama ve emeğin organizasyonunun da üretici güçler olduğunu ve eko-sosyalistlerin bunu es geçtiğini söyler. Üretici güçler gelişmediğinde doğanın daha çok tahrip edildiğini belirtir.
Filizler, küçülmeci eko-sosyalistlerin toplumsal ihtiyaç (yaşam standardı, üretim ölçeği, güçleri vb.) tartışmasının ekolojik öncelikli planlamayı baştan olanaksız/işlevsiz hale getireceğini iddia ediyor. Ancak sosyalizmin başlangıcında tarımsal üretkenlik kaybının organik-onarıcı tarımla orta-uzun vadede toparlanacağını belirtirken eko-sosyalistlerin de benzer şeyler önerdiğini, sadece emek-yoğun tarım önermediğini ifade etmiyor. Toplumsal ihtiyaçlar açısından gereksiz üretimin “azaltılmasında”, ortak kullanımların artırılmasında kendisi de bir küçülme tartışması yapıyor. Ekosistemlerin bütünsel canlanması için yerelin, bilim insanlarının katılımını ve üretimin ekosistemin kendini yeniden üretebilir hale gelmesini sağlayacak şekilde düzenlenmesini (yani gerekirse sınırlanmasını) savunurken de eleştirdiği akımlarla örtüşüyor. Otomasyon, robotizasyon, yapay zeka, çip teknolojilerine dair eko-sosyalistler kategorik bir ret getirmiyor; ancak aynı ekolojik kriterin, aynı mülkiyet ilişkilerinin bu yeni üretim araçları için de geçerli olduğu şerhini düşüyor; ama esasen ekolojik çöküş koşullarında önceliğin felaketlere önlem ve ekolojik iyileşmede olması gerektiğini vurguluyorlar. Küçülmecilerin “iyi yaşam”, “serbest zaman” savunularının ancak üretimin bu yeni güçlerle harmanlanıp, baştan tasarlanıp, planlı hale gelmesiyle sağlanacağı açık olsa da gereksiz sektörlerin tasfiyesinden sağlanan hammadde-enerji “tasarrufu”nun bu yeniden inşaya gitmesi ekosistemler üzerindeki baskıyı azaltmayabilir. Burada hem daha analitik bakmak, verileri somutlaştırmak hem de ekolojik felaketlerin bir haritalamasını yapmak tartışmaların ayağını yere bastıracaktır. Sonuçta Filizler, eko-sosyalistlerin Marksist olmayanlarını mahkum etmek isterken kavramı da çöpe gönderiyor. Küçülmeci yaklaşımlara yönelik eleştirisinde ise çubuğu bunların kapitalizmle yüzleşme ve devrimci bir stratejiden yoksunluğuna bükmek yerine tam da sosyalizm deneyimlerinden elde edilen derslerden beslenen küçülmecilerin toplumsal ihtiyaç, planlama yönündeki önceliklendirme eksiklerine büküyor. Marksistler (ekolojiye duyarlı olmayanlar dahil) üretim tarzı, ilişkileri, güçleri kavrayışlarını tek tek ülkelerde ve gezegensel çapta ekolojik sorunlara yanıt verir tarzda genişletemezlerse çağın devrimci işçi sınıfı hareketinin, devrimci öncü ve önderliğinin inşasında da bitmez bir arayış içinde kalacaklardır.
Sibel Özbudun ve Temel Demirer tarafından derleme kitap için kaleme alınan metin ise ekolojik krizin çarpıcı görünümleri üzerinden tehdit altındaki insanlığı ve kapitalizmin sürdürülemezliğini ortaya koyuyor. Doğadaki bozulmanın bir kırılma noktasına geldiğini ve bunun “irrasyonel” bir sistem olan kapitalizmin tarihsel kriziyle doğrudan ilişkili olduğunu belirtiyor. Meta üretimi ve tüketimindeki “israf” ve biyoçeşitliliğe dair veriler ışığında ekolojik yıkıma karşı üretim, tüketim ve yaşam tarzının radikal dönüşümü dışında etkin ve kalıcı çözümün olmadığını gösteriyor. Farklı kirlilik, ekosistem kaybı, sağlık ve gıda krizlerine dair raporlar üzerinden yeryüzünün kapitalist yıkımının yine bir eşiğe dayandığını söylüyor. Özel mülkiyetin doğayla uzlaşmaz bir çelişki yarattığını, Marksistler için insan toplumunun parçası olduğu doğa ile karşılıklı tarihsel özellikte bir etkileşim içinde olduğunu, kapitalizmde doğaya yabancılaşmayla doğa ve insanlık tarihinin ayrıksılaşarak doğanın göz ardı edildiğini, sorumluyu “bütün insanlık” gören “zırvaların” sınıflı-sömürücü sistemin ekonomi-politiğinin üstünü örttüğünü açıklıyor; Marx’a yetersiz, sahte “mesih” muamelesi yapanlara onun metabolik yarılma ve 11. teziyle yanıt veriyor. Daha sonra, stk’cılıkla, Avrupa Yeşilleriyle, Yeşil Yeni Düzen ile ve nihayetinde “ekososyalizm iddiasıyla” hesaplaşmaya geçiyor. Burada esasen ekososyalizme dair yazılardan alıntılarla onun sınıf körü, dahası sosyalizm deneyimlerine uzak, romantik bir yaklaşım olduğu öne çıkarılıyor. Sosyalizmin “zaten” ekososyalizm savunucularının vurguladığı ilkeleri, dönüşümleri içerdiğini savunuyor, kapitalist ve sosyalist seçenekler dışında bir seçenek olmadığı “gerçeğine” sırtını dönmediğini belirtiyor. Bu ön ekin nihayetinde sosyalizm deneyimi üzerinden ve sözde bir yeni “ekolojik toplum” iddiasıyla Marksizme ve sosyalist kurama ciro edilmesini eleştiriyor ve Filizler’in yazısından ekososyalizmi Marksizm dışı ve küçülmeci niteleyen bir alıntıyla bunu destekliyor. Oysa hemen ardından gelen bölümde otonomcu Marksistlerden Bifo Berardi’nin kulak vermemiz söylenen çağrısındaki ekososyalistlerle benzer söylemlerin “muğlak” ve “çoğul imalı” olmadığı iddia ediliyor. Sonuçta ekososyalizmin sadece SSCB’ye, Lenin’e, Stalin’e, sosyalizm deneyimlerine, vb. karşı Marksizmin, sosyalizmin bir çarpıtması olduğunu ilan etmek ve tartışmaların esasına girmemek tam da kaçınılması gereken bir donukluk yaratıyor. Sosyalizm deneyimlerinin günümüz ekolojik çöküşü karşısında bize örnek olacak dersleri henüz bütünlüklü bir incelemeye tabi tutulmadı. Bu yöndeki mevcut çalışmalar da esasen akademide ama oranın ideolojik ve politik sınırlarıyla, yanılgılarıyla malul. Salvatore Engel-Di Mauro’nun hem sosyalizm ve kapitalizmin ekolojik karnelerini tutarlı ve bilimsel kategorilerle hem de SSCB, Çin ve Küba deneyimlerini birbirleriyle karşılaştırdığı “Sosyalist Devletler ve Çevre: Ekososyalist Gelecekler için Dersler” kitabı ve Polen Ekoloji seminerlerinde aynı içerikle gerçekleştirilen çevrimiçi semineri ve makalesi tam da Özbudun ve Demirer’in klişeleşmiş sosyalizm savunusunu nesnel bir zemine oturturken her ekososyalizm çağrısının aynı “liberal, küçük burjuva, post-” vb. korkulara yer vermemesi gerektirdiğini gösteriyor.
Aykut Çoban ise yazısında kendisine yöneltilen sosyalizme “eko” ön eki getirme eleştirisine, sosyalist ve ekososyalist yaklaşımların karşılıklı katkı olasılıklarını öne çıkararak yanıt veriyor. Çoban, her sosyalizm ekolojik değildir, her ekososyalizm ise belirli yaklaşımlara göre sosyalizm olmayabilir, diyor. Sosyalizm içi tartışmalarda sosyalizmin ekolojik açıdan tamamlanmış bir kavrayışının oluşmadığını belirtiyor. Marx dönemi sosyalizm çeşitleri, 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin ayrışan yönleri, devrimciliğini yitirmiş revizyonist sosyalizmlerin olgusal gerçeklikler olduğunu, bu açıdan sosyalizmin güncellenmeye kapalı bir praksis olmadığını ifade ediyor. Marx’a, Lenin’e anakronik yaklaşmadan günümüz güncel ekolojik çöküşün de böyle bir güncellemeyi gerektirebileceğini belirtiyor. Ekolojinin sosyalizmin bir alt başlığı değil, devrim stratejisinden sosyalist inşaya bütünlüklü bir nakşedilme gerektiren bir olgu olduğunu belirtiyor.
Çoban tam da Filizler’in eleştirdiği eko-sosyalist akımların dışında Marx’tan, Marksizm’den beslenen, Marx’ı ekolojik bulan/bulmayan, 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini tarihsel bağlamıyla değerlendiren/değerlendirmeyen (üretimcilik karşıtı, insanmerkezli, feminist, ekomodernist, topluluk odaklı, sabotajcı, -iklim- Leninist, jakobenist, sürdürülebilir insani gelişimci, biyotaryan, gezegensel, küçülmeci, vb.) ekososyalist yaklaşımların, geniş literatürünün ayırdına varıldığında hangisinin Marksist, Marksist-Leninist, devrimci ilkelere, teoriye uygun olduğuna dair verimli bir zemin oluşacağını savunuyor. Çoban, ekososyalist stratejilerdeki siyasal özne, devrim, örgüt konularındaki savsaklamaların, geçiş önerileri ve ekolojik bir sosyalizme dair tartışmaları çöpe atmayı gerektirmediğini söylüyor. Tam da bu tartışmalara girmenin savsaklamaları gidereceği, ekoloji ve emek mücadeleleri arasındaki yanlış işbölümünü aşma adımları oluşturabileceğini söylüyor. Çoban, Filizler’in aksine, ekososyalizme daha nüanslı yaklaşarak ekoloji hareketine dışarıdan seslenme görüntüsünün önüne geçiyor. Marksist sınıf, devlet, kriz analizlerinin ekososyalizm akımlarında eksikli ve eklektik olması, böyle olmayan bir ekososyalizm anlayışı olmayacağı anlamına gelmez. Tartışılan ekollerin hem gerçek anlamda marksist olması hem de kendilerine ekososyalist demesi de sosyalizme halel getirecek bir çelişki olmayacaktır. Türkiye-Kürdistan’ın komünizm iddialı devrimci örgütleri için bunun adı sadece sosyalizm de olabilir ve bu da aynı şekilde geri kalmış bir yaklaşım anlamına da gelmeyecektir; ama coğrafyamızın devrimci hareketi açısından diğerlerinin yanında inşaat-enerji-madencilik ile semiren bir sermaye bloğunun olduğu bir ülkede ekolojik çöküş konusu özeleştirel yönü ağırlıklı ele alınmalıdır.
Umut-Sen Ekoloji Kolektifi’nin metninin ilk cümlesi de yine ekososyalizmi bütünlüklü bir yaklaşım olarak varsayıyor. Ekososyalizmin Marksizmi, sosyalizm deneyimlerini, diğer ekoloji akımlarını Marx’ı olumlayan/hatalı addeden referanslarla eleştirme iddiasını taşıdığını belirterek bu tek yaklaşımı içeriklendiriyor. Metin, ekososyalizmin farklı tahakküm biçimlerinin eleştirisini de içerdiği, bunun 20. yy.’ın ikinci yarısındaki sınıf-sömürü yerine tahakküm-hiyerarşiyi geçiren kavramlaştırma ve hareket tarzındaki farklı perspektiflerden kaynaklandığını, aynı dönemde gelişen yeşil ve toplumsal hareketler, neoliberalizm ve sosyalizm deneyimlerinin ışığında esas kavramlaşmasının ise 90’larda yoğunlaştığını belirtiyor. Marx’ın materyazliminden hareketle bir ekolojik kuram geliştirmek ile Marx’tan ekolojik olmayan görüşlerinden arındırarak yararlanmak arasındaki ayrımın faydasını ifade ediyor.
Burada ise ilk olarak J. B. Foster’ın, Marx okumasında insanın doğaya yabancılaşması olarak metabolik yarılma yaklaşımını asal bir yere koymasının doğal olanın toplumsala öncel gelmesine ve Marx’ın toplumsal sorunları sadece doğa boyutuyla ele alıyormuş gibi “ natüralist” eğilimlere yol açtığını belirtiyor. Doğanın değişmez yasalarına karşılık toplumun değişen yasaları olduğu, insanın doğayla ilişkisinin tarih dışı olmadığı, ancak doğal ve tarihsel zorunluluğun farklı bağlamları olduğu anlatılıyor. Daha sonra ise Löwy ve Tanuro’nun ekososyalizm önermeleri ele alınıyor ve bunların “barışçıl, demokratik, katılımcı, çoğulcu” yollarla gerçekleşmesi yaklaşımına değiniliyor. Löwy’nin Marx’a yönelik ekoloji kuramcılarının eleştirilerine katıldığını, bu düşünürlerin geleneksel Marksizm’den ayrıştığı temel noktalardan birinin toplumsal bir etiğe dayanan ütopyacı yaklaşımları olduğunu belirtiyor. Yine, Löwy ve Kovel gibi ekososyalistlerin devlet sorunsalına bakışları, sosyalizm deneyimlerinden ekososyalizmi ayıracak boyutlardan birini ortaya koyar, deniyor. Ekososyalizmdeki sosyalizmin sınıf, ideoloji, politik ekonomi perspektifinin dönüşümünün devrim fikrini de dönüştürdüğünü ifade ediyor, bu “devrimci ütopyacılık”ta müştereklerin kamusal yönetimi koşulu olduğu ve devlet-yuttaş ilişkilerine dayanan bu “halk devrimi”nin komünizme geçişi öngörmediği belirtiliyor. Mellor’un feminist ekososyalizminin de diğer yaklaşımlar gibi Marx’ın insan-doğa ilişkisine, doğanın emekle birlikte servetin kaynağı olmasına dair görüşlerini yanlış, eksik yorumladığını, sınıf çelişkisi yerine patriyarkal çelişkiyi temel olarak gördüğünü gösteriyor.
Yazı, ekososyalist kuramın farklı kesimlerin talepleriyle yükselen toplumsal hareketlerden çevre hareketinin olgunlaştığı koşullarda sosyalizm deneyimleri ve Marksizm eleştirisiyle ortaya çıktığını söyler. Ve 20. yüzyılın bu koşullarının, sınıf mücadelelerinin ancak emperyalizm olgusunun anlaşılmasıyla nesnel bir şekilde ele alınabileceğini belirtir. Williams’ın Marx’ın üretim ve üretim tarzı anlayışının radikal bir değişiklik önermediği eleştirisi, üretici güçlerin gelişimine bağlı komünizm fikriyle cevaplanır. Olası olanın mevcutta aranması gerektiği, toplumu belirleyenin üretim ve yeniden üretim olduğu olgularının ekolojik toplum için de geçerli olduğu ve üretim tarzının iktisadi anlamını aştığını açıklar. Eleştirilen ekososyalistlerin küçülmeci ve “sentezci toplumsal hareketçilik” anlayışları eleştirilir. Ekososyalizmin esas sorununun incelediği konuları tarihsellikten uzak almasıdır, der. Daha sonra Lenin’in devlet, iktidar, öncü parti, devrimci özne, şiddete dayalı devrim ile geliştirdiği Marksizm ile ekososyalistler arasındaki farklar açıklanır.
Toplamda bu 4 yazıya baktığımızda ekososyalizmin kendini Marksist, Marksist-Leninist, devrimci, sınıf sendikacı, vb. görenler için güncel ekolojik çöküş koşullarını, bunun sınıf mücadelesine getirdiği yeni soruları, boyutları anlamak için elverişli bir giriş kapısı sunduğu görülüyor. 4 yazı da bu kavramlara, tartışmalara, sınıf mücadelesi tarihine hakim, belirli bir propaganda düzeyine sahip, örgütlerin merkezi kadrolarına, organik aydınlara ve ilgili akademik çevrelere sesleniyor. Bu bakımlardan tartışmalarda bilinmeyen, yeniden keşfedilen bir olgu yok. Tutumlar ve taraflar teorik tartışma zemininde ortaya çıkıyor. Ekososyalizmin bir çatı kavram olarak altında daha reformist, liberal çizgiler barındırdığı; kendini antikapitalist, ekososyalist tanımlayan örgütlerin küçük burjuva tabana ve programlara yaslandığı; ama bunun ötesinde tarihsel sosyalizm deneyimine yaslanarak devrimci arayışlar içinde olan kişi, örgüt ve kitle hareketlerini de içerdiği, özellikle Aykut Çoban’ın ele alışında görülüyor. Politik mücadeledeki güçsüzlük tam da teoride ortaya çıkan bu ayrımların yeterince anlaşılmasının önüne geçiyor.
Bugün ütopyacılıktan uzak bir sosyalizmin hayali ekolojik çöküşü hesaba katmalı. Ama esas tartışma, sosyalizmin nasıl ekolojik olacağından çok (burada 20. yüzyıl deneyimlerine göre çok daha hızlı yol alabileceğimiz hem deneyimler hem de üretici güçlerin gelişkinliği açısından çok açık); devrimi, devrimci süreci örgütlerken toplumsal bir hareket olarak ekoloji hareketi nasıl bir rol oynayabilir, sınıf mücadelesinde nasıl bir yer tutabilir, devrimci komünist öncüler bütün bu gerçekliği hareket tarzlarına nasıl yansıtabilir gibi boyutları içeriyor. Bunlardan ilki programatik bir tartışmaya kapı açarken ikincisi devrim stratejisine dair yanıtlar sunuyor. Bu tartışmaların aslında kitle hareketleri, kitle örgütleri tarafından yürütülmesi, pratik ve devrimci bir zemine yaslanması mümkün kılabilir. Aksi halde, bu çok kıymetli tartışmaları salonların dışına taşımak bir hayli zor olacaktır. Bu, konu üzerine yazan bireyler açısından bir yergi değil, ama esas zeminin eksikliğine işaret ediyor.
Teorik temellendirmede “Ustalardan” alıntılar yapmak bazen bağlamlar tam yerli yerinde olmasa da meşhur bir yöntem olageldi. Bu yazılarda da durum böyle. Biz de bir gerekçelendirme için değil ama meramımızı anlatmak için bir alıntı yapalım: Lenin’in “Komünizm, Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonudur,” özlü cümlesinin bugüne uyarlanması için tam da enerji geçişi, dönüşümü etrafında dönen tartışmaların odak noktası olan iklim ve doğa tahribatı boyutlarına hakim olmayı gerektiriyor. Burada Lenin’i nasıl güncelleyeceğiz? İklim krizi “insanlığı” (bu soyutlamanın etrafında dönen tartışmayı unutmaksızın) tehdit ediyor; yani, durumun daha da kötüye gitmemesi (küresel yıllık ortalama sıcaklık artışının sınırlanması, geri çevrilmesi) ve atmosferdeki mevcut sera gazı miktarının düşürülmesi için fosil yakıtlardan bir an önce çıkılmalı. Sosyalistlerin bu konuda teorik olarak oturmuş ve tüm sosyalistlerce ilkesel düzeyde kabul görmüş bir yaklaşımı elbette bulunmuyor. Fosil yakıtların geride bırakılmasını kabul eden sosyalistler için bu çıkışın/geçişin ancak sosyalizm ile mümkün olabileceğini, çünkü metalaştırılmış enerjinin ancak “gereksiz” sektörlerden arınmış, merkezi planlı bir ekonomide, yeniden inşa ve asgari ihtiyaca denk düşen miktarının belirlenebileceğini Marksist yöntemimiz bize gösteriyor. Bu enerji, madenciliği coşturmayacak, uygun bir geçiş planıyla fosil ve yenilenebilir enerji kaynaklarının eşzamanlı kullanımını, hatta kimi sosyalistlerin ilkesel bir karşı çıkış içinde bulunmadığı -dahası ekolojik bulduğu- nükleer enerjiyi de gerektirebilecek. Fosil yakıtların aksine yenilenebilir enerji kaynakları esasen elektrik biçiminde iletildiğinden özellikle ulaşım, ulaştırma, sanayideki-konutlardaki soğutma-ısıtma sistemlerinin elektrifikasyonu gerekecek. Bu mantıksal akışı takip ederken her bir aşamasında aklımıza onlarca sorunun gelmesi normal: Yenilenebilir enerjinin gerektirdiği altyapı dönüşümü, hammaddelerin ekolojik ölçüsü nedir; nükleere dair yaşanan kafa karışıklığı emperyalist kuşatmaya karşı bir savunma basıncı olarak mı ele alınıyor, sosyalizm için de geçerli kategorik tutumlar mı olmalı; ekolojik çöküşün getirdiği şiddetlenen felaketlerin bu geçişe etkisi ne boyutta olacak; her an yeni salgınların beklendiği, biyoçeşitlilik ve ekolojik direncin düştüğü bu yıllarda kır-kent ayrımı bu geçişte nasıl aşılacak, vb. Farklı ekososyalist yaklaşımların aslında sosyalist olmadığı, dahası ekolojik çöküş üzerine yazıp çizen ve kendine sosyalist diyen örgüt ve çevrelerin kimi ekomodernist, yeşil büyümeci, “acilci” içerikli yaklaşımlarının da aslında sosyalist olmadığını iddia edebiliriz ve öyledir ama tartışmalar ve düzeyleri farklılaşmış cevaplar ortada.
Bu soruları tartışmadan sosyalistler zaten ekolojik olarak duyarlıdır, çünkü Marx, insan-doğa ilişkisine dair doğru teoriye sahiptir türünden bir yaklaşım düşünsel olarak çağın hızının gerisinde kalır. Sosyalizmi bugün geniş kitlelerce benimsenen ve mücadele edilen bir alternatif haline getirecek dinamizmin doğacağı kanallardan birisi buradadır. Andreas Malm’in deyimiyle bugünün yeni bir “savaş komünizmi” gerektireceği fikri üzerine düşünelim. Devrimci bir “tasarruf” ve felaketler çağına uyum süreci. Sosyalizm bir bolluk toplumu olarak tahayyül edilir ve tarihin tekerinin geriye sarmasının – yani, bolluk yerine kısıtlılığın – işçi sınıfını ve onunla birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürmeyeceği bilinir. Toplumsal işbölümünün ve sınıfların ortadan kalkacağı bir düzey için Marksizmin bize söylediği budur. Ancak bir geçiş toplumu olan sosyalizmin, inşasının ne kadar süreceği ve yönelimleri somut koşullarına bağlıdır. Devrimimiz nerede olacak? Siyanür felaketine sürüklenmiş Fırat Havzasında mı, radyasyonun etkilerinin sürdüğü bölgeleri olan Ukrayna’da mı, siyonist sömürgeciliğin yokoluşa sürüklediği Filistin’de mi, dünyanın çöplüğü ve ucuz emek merkezlerinden birine dönüştürülmüş Filipinler’de mi? Sosyalist inşanın başlıca gündemi ekolojik bir restorasyon ve felaketler karşısında toplumun kendini koruması, uyumu olacak iken tartışmaları burada derinleştirmek gerekmez mi? Ekososyalist yazının bu yöndeki gelişimini bu açıdan ciddiyetle ele almalıyız.
Sonuçta kendine marksist demeyen ekososyalistleri neden marksist değilsiniz diye eleştirmek, ideolojik mücadele açısından kime yönelik bir teşhirdir ya da işlevli bir teşhir midir? Bazı ayrım çizgilerini belirginleştirmek için belki. Ancak bugün ekoloji örgütlerini, ekoloji mücadelesi yürüten halk kesimlerini sınıf mücadelesinin organik bir parçası haline getiremeyen, bunları devrimci bir program ve strateji etrafında toparlayamayan da yine kendi devrimci gerçekliğimizdir. Faşist ve faşistleşen düşman bu gerçeklikle suyu bulandırıyor ve teşhirimiz bu nedenle hem yeni faşistlerin ekolojik söylemlerini hem de bu sınıf işbirlikçisi tutumları içermelidir. Burada mesele devrimcilerin, marksist-leninistlerin bir de ekolojist olması meselesi değil; öncü-önder parti örgütlenmesiyle kitle hareketleri arasındaki kopan ya da zayıf kalan bağın daha organik biçimde ekolojik çöküşün neden olduğu sınıf sorunları üzerinden kurulabileceğini görmektir. Polen Ekoloji Kolektifi olarak bu toplam tabloda oynadığımız, oynayabileceğimiz rolü görüyoruz, ama pratiğin geriden geldiği, bedel ödeme çıtasının düştüğü mücadele koşullarında öncelikle kendimizi devrimcileştirme sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Düzen dışına çıkan her pratiği bu açıdan ele alıyoruz.