[1] “Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız” felsefesi, hem Birinci hem de Üçüncü Dünyanın, hem sosyalist hem de kapitalist ülkelerinde ekonomik gelişmeyi yönlendirdi. Bu gelişme süreçleri bazı alanlarda ve bazı halklar açısından, insani refahta hakiki ve sürdürülebilir bir artış sağladı. Ancak aynı zamanda çevreye karşı derin bir duyarsızlıkla, gelecek kuşakların gereksinimlerine karşı gamsız bir aldırmazlıkla maluldüler… Halkları ve hükümetleri bu felç edici sığ görüşlülükten öteye taşımakta en güçlü direngenliği gösteren, kaplanların Sunderbans ormanlarında kükremeyi ve aslanların Afrika bozkırlarında avlarına ihtişamla yaklaşmayı sürdürebileceği, doğanın mahsullerinin insan türünün üyeleri arasında daha adil dağıtılabileceği, çocuklarımızın nehirlerimizin sularını daha özgürce içebileceği ve şehirlerimizin havasını soluyabileceği bir dünya için mücadele eden ve bizim “küresel yeşil hareket” diye bildiğimiz şey oldu.
Ramachandra Guha, Çevrecilik: Küresel Bir Hikaye
[Radikal bir anti-kapitalist korumacılık hareketi], tükeniş[2] krizinin aynı anda hem bir çevre meselesi hem de bir toplumsal adalet meselesi olduğu ve bunun da kapitalizmin belli halklar, hayvanlar ve bitkiler üzerinde kurduğu tahakkümün uzun tarihiyle bağlantılı olduğu anlayışından yola çıkmalıdır. Tükeniş krizi, istiflemeye karşı mülksüzleştirme yoluyla sürdürülen çağdaş mücadelelerin ana unsuru olarak görülmelidir. Başka bir deyişle bu kriz, iklim adaleti kavgasının temel meselesi olmalıdır. Eğer tükenişin geri döndürülmesi (de-extinction) gibi teknolojik çözümler yeni biyokapitalist birikim dalgalarını destekliyorsa tükeniş karşıtı bir anti-kapitalist hareket de toprağın, insanların, floranın ve faunanın metalaştırılmasının reddi çerçevesinde ele alınmalıdır. Kapitalist biyoloji korsanlığını ve küresel müştereklerin emperyalist kuşatılmasını, bilhassa kendilerini biyoçeşitliliği korumakla ilgili gerekçelerin ardına gizledikleri ölçüde reddetmeliyiz. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin İş Dünyası ve Biyoçeşitlilik İnisiyatifi gibi kuşatmaya yönelik forumları gerçek nitelikleriyle teşhis edilmeli ve sona erdirilmelidir. Her şeyden önemlisi, anti-kapitalist bir korumacılık hareketi, genomun küresel elitlerin çıkarları doğrultusunda işleyen organik bir fabrikaya dönüştürülmek üzere bir tür fikri mülkiyet olarak özelleştirilmesine karşı çıkmalıdır. Sentetik biyoloji düzenlenmelidir. Bitkilerin, hayvanların ve insanların genomik bilgileri gezegenin ortak varlığıdır ve bu çevresel müştereklerden yararlanmaya yönelik her türlü girişim, eşitlik, dayanışma, çevre ve iklim adaleti ilkeleri çerçevesinde ele alınmalıdır.
Yeniden yabanlaştırma gibi tükenişe yönelik iyi niyetli çabalara bile, küresel olarak yeniden dağıtılabilir iklim adaleti anlayışına dayanmadıkları noktada karşı çıkılmalıdır. Hemen hemen tüm yeniden yabanlaşma şemaları sadece gezegenin müreffeh bölgelerine odaklanmaktadır. Örneğin George Monbiot’un Dünyayı Yeniden Yabanlaştırmak İçin Manifesto’su (Manifesto for Rewilding the World) münhasıran Avrupalı yeniden yabanlaşma şemalarından söz etmekte ve sonuç olarak neden Avrupa’nın da birkaç Serengeti’si olmayacağını sormaktadır. Bu yaklaşım da Avrupa’nın Tanzanya’nın Serengeti Parkı’na olduğu kadar küresel Güney’deki diğer vahşi alanlara yönelik nasıl bir sorumluluğu olduğu sorusuna muhtaçtır. Bu açıdan sicillerin hali içler acısıdır. Örneğin 2013’te Ekvador devleti, BM’nin biyosfer rezervi alanı olan Yasuni Milli Parkı’nda petrol işletmesinin morotoryumuna yola açacak olan Yasuni-ITT inisiyatifinden, parkta kuyular açmak suretiyle üretilmesi beklenen gelirin yarısının kendisine ödenmesi (zengin ülkeler tarafından) karşılığında, vazgeçmiştir. İnisiyatifi yönetmek amacıyla oluşturulan yatırım fonu, Ekvador tarafından talep edilen fonların ancak çok ufak bir kısmını elde edebilmiştir. Güney’deki mevcut biyoçeşitliliği korumaya yönelik somut kararlılık namına pek az kanıt sunabilecek haldeyken, kim küresel Kuzey’i yeniden yabanlaştırmayı hararetle savunabilir? Üstelik eğer yeniden yabanlaştırma, Afrika’nın fil gibi karizmatik megafaunalarının korunmak amacıyla Batı Avrupa’nın ya da Kuzey Amerika’nın çorak arazilerine taşınması olarak anlaşılırsa ortalık çok kısa sürede emperyalist ekolojinin kıyamet gününe dönüşebilir ve Afrika ve Asya’dan çalınan yaban hayatının istiflendiği şanlı hayvanat bahçeleri ortaya çıkabilir. Son olarak yeniden yabanlaştırma anahtar konumdaki türlerin temel rollerine dair güçlü argümanlar geliştirmekte ancak bunu yaparken, Batılı koruma çabalarındaki geleneksel önyargıyı geniş, güzel ve karizmatik olana yönelik olarak yeniden üretmeye meyletmektedir. Bu da günümüzde tükeniş tehdidi altındaki flora ve faunanın çok büyük bölümü için bir çözüm değildir.
Anti-kapitalist bir korumacılık hareketi, sadece flora ve faunanın sömürge tipi yağmalanması tarihinin bilincine varmakla yetinmemeli, günümüzde de bu tip yağmacılık formlarıyla mücadele etmenin yollarına odaklanmalıdır. Serengeti gibi parklardaki yaban hayatı, Avrupa tipi sömürgeci bir büyük oyun olan yerel hayvan avcılığıyla geçen yüzyıllardan sonra yeniden canlandırılmıştır. Bugün Dünya’nın kalan biyoçeşitlilik sıcak noktalarında, iyi silahlanmış kaçak avcılar halen megafaunayı tehdit etmektedir. Kaçak avcılar fildişi ve gergedan boynuzu ganimetlerini daha ziyade yabancı pazarlara satma eğilimindeyken, çoğu vakada ellerindeki silahların kaynağı, Soğuk Savaş döneminde on yıllarca süren vekâlet savaşlarıdır. Üstelik Afrikalı devletler, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın dayattığı ve küresel Güney’deki ülkeleri çöküşün eşiğine sürükleyen yapısal düzenleme politikaları sonucunda, çoğunlukla bu kaçak avcıları tehdit edemeyecek durumdadır. Tükeniş kriziyle mücadele çabaları sadece küresel Kuzey’in yeniden yabanlaştırılmasına odaklanamayacağı gibi münhasıran yaban hayatının küresel trafiğinin yasaklanmasına odaklanmakla da yetinmemelidir. Tükeniş karşıtı bir anti-kapitalist hareket, megafaunanın kıyımına yol açan temel ekonomik ve siyasi eşitsizlikleri de hedeflemelidir. Tükeniş krizi, pek çok fakir ülkeyi soyup soğana çeviren, onların madenlerini, flora ve faunalarını sanayileşmiş ülkelerin tüketici pazarlarına aktaran yeni “soğurmacılık” (extractivism) dalgası bağlamında çerçeveye oturtulmalıdır. Bu yeni soğurmacılığın ne olduğu açıkça görülmelidir: nispeten fakir ülkelerin kolektif geleceklerinin biyolojik temellerini kırıp geçiren yeni bir emperyalizm dalgası.
Tükeniş karşıtı ve çevresel adalete yönelik, kapsayıcı bir anti-kapitalist hareket nasıl şekillenmeli ve hangi temel hedefleri benimsemelidir? Böyle bir hareketin başlangıç noktası, bu kitapta ortaya serilen uzun ekolojik kıyım (ecocide) tarihinin gelişmiş ülkeler tarafından açıkça tanınması olmalıdır. Böylesi bir kabul, küresel Kuzey’in müreffeh ülkelerinin Güney’e olan biyoçeşitlilik borcunun tanınması sonucunu doğurmalıdır. İklim adaleti hareketinin dile getirdiği talepler üzerinde yükselecek anti-kapitalist korumacılık hareketi, bu biyoçeşitlilik borcunun ödenmesini talep etmelidir. Bu geri ödeme nasıl gerçekleşmelidir? REDD’in de ortaya koyduğu gibi Güney’deki devletler, Kuzey’den elde edilen fonların adil şekilde sarfı noktasında pek güvenilecek durumda değiller; esasen günümüzde hepsi de yerel ve ormanlarda yaşayan topluluklar gibi o toprakların hakiki bekçilerini yerlerinden sürmek suretiyle kaynakları sömüren şirketlerle sık sık işbirliğine girmektedir. Bu noktada iklim adaleti hareketinin, iklim alacaklısı ülkelerin vatandaşları için evrensel olarak garanti edilmiş gelir çağrısı örnek alınmalıdır. Neden işe gezegenin biyoçeşitlilik sıcak noktalarında böylesi karbon ve biyoçeşitlilik temelli, garanti edilmiş bir gelir programı inisiyatifini modellemekle başlamayalım? Yirmi beş karasal biyoçeşitlilik sıcak noktasından on beşi ağırlıklı olarak tropik yağmur ormanlarıyla kaplı ve dolayısıyla buralar karbon kirliliğinin emilimi açısından da temel önemde alanlar. Tehdit altındaki bu ekosistemler arasında Brezilya’nın Atlantik kıyılarının nemli tropik ormanlıkları, Orta Amerika’yla birlikte güney Meksika, tropik And Dağları, Büyük Antiller, Batı Afrika, Madagaskar, Hindistan’ın Batı Ghat bölgesi, Hint-Burma, Endonezya, Filipinler ve Yeni Kaledonya da var. Buralar Dünya’nın yüzölçümünün ancak %1,4’üne karşılık geliyor ancak buna rağmen E. O. Wilson’a göre bu bölgeler “Dünya’daki tüm bitki çeşitlerinin %44’ünün, tüm kuş, memeli, sürüngen ve iki yaşayışlı hayvan türlerinin üçte birinden fazlasının münhasır yaşam alanı.” Bu alanların tümü kuşatma ve ekolojik kıyım güçlerinin yoğun saldırısı altında. Bu sıcak noktaların sakinlerine yönelik, evrensel ölçekte garanti edilmiş bir gelir, bir kefesinde kaçak avcılığın ağır çektiği teraziye hakiki bir karşıt ağırlık oluşturacak ve bu zengin biyoçeşitlilik alanlarını evi bellemiş, yerli ve ormanlarda yaşayan toplulukların, kendi hükümetlerini anlamlı koruma tedbirleri almaya zorlayacak ekonomik ve siyasi güçle donatacaktır.
Biyoçeşitlilik sıcak noktaları için böylesi bir garanti edilmiş gelir programının sermayesi nereden gelecektir? Herhalde varlıktan yana bir kıtlık çekilmediği açıktır. Andrew Sayer’in de ortaya koyduğu gibi %1, küresel refahtan aldığı ve giderek büyüyen devasa payı, kolektif olarak üretilen artı değerleri çok çalışarak değil, temettüler, sermaye kârları, faizler ve kira gelirleri gibi finansal entrikalarla istiflemektedir ve bunların çoğu da vergi cennetlerinde zulalanmıştır. Aslında geçen yarım yüzyıl boyunca küresel refahın muazzam ölçülerde yukarı doğru aktarılmış olduğunu dikkate alırsak daha önce hiç bu kadar az kişinin bu kadar çok insana bu denli borçlanmamış olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu müşterek refahı kısmen geri almanın bir yolu da James Tobin’in önerdiği türde bir finansal işlemler vergisi olabilir. Bu %1’i zenginleştiren küresel spekülatif sermaye akışlarının çok küçük bir yüzdesi bile, tıpkı bir Robin Hood vergisi gibi, halkların küresel biyoçeşitlilik sıcak noktalarını korumasına destek olacak milyonlarca dolar üretebilir. Ayrıca böylesi fonlar hem zengin hem de gelişmekte olan ülkelerde yenilenebilir enerji üretim altyapılarının şaha kaldırılmasına da vakfedilebilir.
Bununla birlikte biyoçeşitlilik borcunun tanınması karşılığında küresel olarak garanti edilmiş gelir, mevcut koruma programlarının yerine geçmemelidir. Aslında böylesi bir tedbir, tükeniş krizi etrafındaki tartışmalara çevre ve iklim adaleti farkındalığı açısından katkıda bulunma çabası olarak görülmelidir. Dolayısıyla biyoçeşitlilik borcu mevcut koruma programlarını genişletirken korumacılık mültecilerinin yaratılmasını da engellemeyi amaçlamalıdır. Öte yandan yeniden yabanlaştırma (rewilding) ve tükenişin geri döndürülmesi (de-extinction) kavramları anlamlı kusurlarına rağmen anti-kapitalist bir korumacılık hareketinde kendilerine yer bulabilir ama bu ancak ekolojik kıyım tarihi çerçevesine oturtulmalarıyla mümkün olabilir. Örneğin mevcut yoksullaşmış hali çoğunlukla plantasyon köleliğinden son arazi gaspı dalgasına kadar Kuzey’in soğurmacı sanayilerinin doğrudan eseri olan küresel Güney’de alanların korunması ve yeniden yabanlaştırılmasına yönelik ekonomik destek uygun şekilde taahhüt altına alınmadan, küresel Kuzey’de yeniden yabanlaştırmaya girişilmemelidir. Aynı şekilde tükenişin geri döndürülmesi de örneğin genetik çeşitliliğini ciddi ölçüde yitirmiş türlere tükenmiş gen çeşitliliğinin yeniden katılması gibi akıllıca yöntemlerle kullanılabilir. Ancak bu çabalar, tükenmiş etkileyici megafuanaların mezarlarından diriltilmesinden ziyade bilhassa tehlike altındaki sıcak noktalarda mevcut biyoçeşitliliği korumayı amaçlamalıdır. Tükenişe yönelik bu türden her türlü çaba, küresel Kuzey’in halkları tarafından, gezegenin biyoçeşitliliğinin gerçek bekçileri olan küresel Güney’in halklarıyla çevre dayanışması eylemleri olarak ele alınmalıdır. Tükeniş karşıtı mücadele ancak bu şekilde sadece bağışlayıcılığı ve uzlaşmayı teşvik etmekle kalmayıp, yüz yıllık sömürgeci ve emperyalist ekolojik kıyımdan sonra hayatta kalmayı da destekleyebilir.
Küresel biyoçeşitliliği korumaya yönelik mücadele, amaçsızca ve kendi kendini imha pahasına genişlemeye dayalı ekonomik ve toplumsal sistemi hedef alan daha geniş çaplı bir kavganın ayrılmaz parçası olarak görülmelidir. Eğer görmüş olduğumuz gibi kapitalizm tüm dünyada ekosistemleri yıkıma uğratan, aralıksız ve bileşik büyümeye dayanıyorsa küresel Kuzey’in zengin ülkelerinin hedefi, büyüme karşıtlığını destekleyerek mevcut genişlemeci sistemimizi tersine çevirmek olmalıdır. En önemlisi, fosil yakıtlar tüketmekten fayda sağlamış ülkeler, mevcut karasal yaşam formlarının büyük çoğunluğunu tehdit eden denetlenemez iklim kaosuna doğru gidişatı durdurabilmek amacıyla karbon emisyonlarını radikal biçimde kesmelidir. Anti-kapitalistler, iklim krizine yönelik neoliberal tepkilerin savunuculuğunu yapanların ateşli şekilde desteklediği karbon ticareti ve coğrafi mühendislik şemaları gibi sahte ve uygulanamaz çözümlerden ziyade Küresel Müşterekler Enstitüsü’nün (Global Commons Institute) önerdiği küçülme ve yakınsama yaklaşımı türünden çözümler için mücadele etmelidir. Bu öneri tüm ülkelerin kişi başına aynı emisyon seviyesinde eşitlenirken (yakınsama) hepsinin de sürdürülebilir bir seviyeye düşürülmesine (küçülme) yönelik çabaya dayanır. Dolayısıyla küresel nüfusun sadece %5’ini içeren Birleşik Devletler gibi bir ülke, küresel olarak sürdürülebilir emisyonların en fazla %5’ini üretebilecektir. ABD halihazırda karbon emisyonlarının %25’inden sorumlu olduğundan, böylesi bir hamle dramatik bir anti-emperyalist sıçrama anlamına gelecektir.
ABD gibi ülkeleri denetimleri altında tutan güçlü birey ve şirketler, onları hiç çaba sarf etmelerine gerek kalmaksızın destekleyen bu savurgan sistemde böylesi radikal bir kısıntıya gidilmesini kabul edecek gibi gözükmüyorlar. Daha şimdiden kudretlerinden zerre eksilmesindense gezegeni yıkıma uğratmayı tercih edeceklerine dair pek çok kanıt mevcut. Örneğin Exxon gibi devasa fosil yakıt şirketleri, fosil yakıt tüketmenin sürdürülemez çevresel koşullar yarattığına dair bizzat kendi bilim insanlarının ürettiği dünya kadar kanıta rağmen son çeyrek yüzyıl boyunca iklim değişikliği inkârcılığını fonladılar. Böylesi yıkıcı oluşumlarla pazarlık edebilmeyi beklememeliyiz. Onların varlıklarına el konulmalıdır. Eğer çevresel felaketi engelleyeceksek zaten fosil yakıt formundaki bu varlıkların büyük çoğunluğu kullanılamayacaktır. Geri kalan varlıklar da karbon emisyonlarında hızlı ve kontrollü bir azaltmanın ve yenilenebilir enerji üretimine geçişin fonlanması için kullanılmalıdır. Bu adımlar, şu an dünyaya hakim olan, sürdürülemez kapitalist sistemden, toplumların eşitlik ve çevresel adalet ilkeleri doğrultusunda kuracakları istikrarlı düzene dönüşüme dair daha geniş çaplı bir programın parçası olmalıdır.
Halihazırda medyanın, siyasi partilerin ve devletin baskıcı gücünün büyük kısmı plütokratların elinde olduğundan böylesi devrimci tedbirler kesinlikle hayata geçirilemez gözükmektedir. Ancak yine de şu anda hiçbir zaman olmadığı kadar, mevcut gidişatın umudumuzun ufkunu ve sorumluluk duygumuzu belirlemesine razı gelemez haldeyiz. Kapitalizmin nihai krizi artık bir öngörü olmaktan çıkmış, birbiriyle bağlantılı yıkıcı fırtınalar zinciri gibi dünyayı kasıp kavuran bir gerçekliğe dönüşmüştür. Bilim bize bu benzeri görülmemiş iklimsel sarsıntının öncelikle, on yıllardır süren yapısal düzenlemelerin altyapıyı zayıflattığı, kentsel yoksulluğu büyüttüğü ve kolektif dayanışmaları yok ettiği sömürgecilik sonrası ülkeleri vuracağını söylemektedir. Daha şimdiden Suriye’deki savaş gibi iklim değişikliğinin tetiklediği ihtilaflar koca toplumları kırıp geçirmekte, milyonlarca mülteci üretmekte ve bunların binlercesi de Avrupa ülkelerinin güvenli bir sığınak sunmayı reddetmesi sonucunda arafta bırakılmaktadır. Üstelik yaklaşmakta olan iklim kaosu dalgaları ilk olarak ve en sert şekilde küresel Güney’i vuracak olmakla birlikte tüm gezegeni de kaplayacaktır. Christian Parenti’nin de ileri sürdüğü gibi güç toplamakta olan bu fırtınadan korunabileceğimiz güvenli bir liman yoktur. Artık işimizi gücümüzü alışageldiğimiz gibi sürdürmek, ironik bir şekilde, insanlığın Neolitik Devrim’den beri nimetlerinden faydalandığı en temel iklimsel koşulların felakete varacak ölçüde bozulmasının formülüne dönüşmüştür. Artık eylemsizlik, yok olmanın yoludur. Öyleyse sırf türdeşlerimiz hayvanların, bitkilerin ve insanların varlıklarını sürdürebilmelerine imkân tanıyacak bir çevrenin devamı için bile iklim krizinin en kökenindeki koşulları yani bizleri altıncı tükenişe sürükleyen ve sürdürülemez olan kapitalist düzeni dönüştürmek zorundayız. Özetle tek gerçek korumacılık, radikal korumacılıktır.
SONUÇ
Pika, biraz hamster’ı andıran, küçük ve sevimli sayılabilecek bir hayvandır. Pikalar Doğu Asya, Ortadoğu ve Kuzey Amerika sıradağlarının kayalık yamaçlarında yaşar. Araştırmalar, Amerikan pikalarının tükenme oranlarının son on yılda neredeyse beş kat arttığını gösteriyor. Pikalar hayatta kalmak için serin, yüksek, dağlık yaşam alanlarına ihtiyaç duyduklarından, iklim değişikliğinin yol açtığı daha yüksek sıcaklıklarla başa çıkabilmek için, son on yıl boyunca on bir kat artan bir oranda dağ yamaçlarından yukarı doğru taşınmaktadır. Haliyle yaşadıkları dağların doruklarına ulaşmış haldeler ve bu noktadan sonra küresel ısınmadan kaçabilmek için gidebilecekleri bir yer de kalmamış durumda. Onların bu umutsuz hâli, gezegenimizin hayvan ve bitki türlerinin bir bütün olarak kendilerini giderek artan ölçüde içinde buldukları vaziyetin özellikle dokunaklı bir metaforunu oluşturuyor. İklim değişikliğinin doğrudan tehdit ettiği ilk memeliler olan pikalar işaret fişeği gibi bir tür; onlar antropojenik iklim değişikliğinin yol açtığı ve zaten felaket seviyesine varmış olan yaşam alanı yıkımlarının ve tükenişin uyarısı.
Peki, minnacık pikaların ya da tehdit altındaki diğer bitki ya da hayvan türlerinin kaderi bizi neden ilgilendirmeli? Tükenişi niye kendimize dert etmeliyiz? Şehirleri yerle bir eden kasırgalar gibi çevresel afetler de dahil olmak üzere kafaya takacak başka bir sürü kriz yok mu? Bu sorular tamamen faydacı bir mantıkla yanıtlanabilir. İnsanoğulları olarak varlığımız diğer türlere bağlıdır. Bizleri çevreleyen bitki ve hayvanlar soluduğumuz oksijeni sentezler, saldığımız karbondioksidi tüketir, yediğimiz besini üretir, toprağın bereketini korur ve öldükten sonra da bedenlerimizin dünyaya karışmasını sağlarlar. Pek çok kültür türlerin bu zengin birbirlerine bağımlılıklarını tanısa ve kutsasa da son beş yüzyıl boyunca dünyaya hükmetmeyi başarmış olan kapitalist düzen mülksüzleştirme üzerinde yükselir ve mülksüzleştirmenin şampiyonluğunu yapar. Tükeniş perspektifinden bakıldığında bu, yolu üzerindeki her şeyi yok etmek üzere kurulmuş bir ekonomik düzen ve kültürdür.
Ancak tükenişi neden kendimize dert etmeliyiz sorusuna verilecek çok farklı bir yanıt daha vardır. Her bir tür ve ekosistem Dünya’daki yaşamın zenginliğine ve güzelliğine katkıda bulunur. Her biri benzersizdir ve etkisi giderek artan Dünya hukuku ya da Yaban Kanunu doktrinlerine göre her biri yaşam ağının mütemmim cüzüdür ve dolayısıyla da tanınması ve saygı duyulması gereken haklara sahiptir. Bir tür ya da bir ekosistem yok olduğunda ebediyen kaybedilmiş olur. Altıncı tükeniş olan bu büyük yıkım dalgası sadece gezegeni değil, insanlığı da radikal ölçüde yoksullaştırmaktadır. Bu bizde bir şeylerin temelden yanlış gittiğinin göstergesidir. Kimileri insanoğullarının binyıllardan beridir diğer türleri toptan yok etme kabiliyetiyle lanetlenmiş olduğunu ileri sürebilir. Örneğin Elizabeth Kolbert tükeniş hakkındaki etkileyici kitabında, bizim tehdit edici türler olmamıza yol açan yaratıcılık yeteneğimizin aynı zamanda dünyayı da kurtarabilecek olduğunu yazmaktadır. “İnsanlar doğal dünyayı temsil etmek için işaretler ve simgeler kullanmaya başlar başlamaz,” diye yazar, “bu dünyanın sınırlarını genişletmişlerdir.” Bu iddianın bir dayanağı vardır şüphesiz: görmüş olduğumuz gibi dil, Homo sapiens’lerin geç pleistosen çağından itibaren dünya çapında megafuana tükenişi salgınlarına yol açabilecek ölümcül avcı toplulukları halinde örgütlenebilmelerini sağlanmıştır. Yine de o tarihten bu yana pek çok insan kültürü kendilerini çevreleyen flora ve faunayla nispi bir uyum içinde yaşamayı öğrenmiştir. Daha da önemlisi, geçmiş binyıllarda yaşanan tükenişler, modern çağda kapitalizmin tetiklediği küresel yaban hayatı kırımıyla karşılaştırıldığında hayli sönük kalmaktadır. Kapitalizmin altıncı tükenişin aslan payından sorumlu olduğunu anlamak, bizlerin insanoğullarının doğuştan doğal hayatı yıkıcı oldukları gibi son derece distopik bir fikri de bertaraf etmemizi sağlar.
Anti-kapitalist bir perspektif, ekolojik kıyımı bir bütün olarak insanlığa mal etmemize de engel olur. Görmüş olduğumuz gibi kapitalizm son beş yüzyıl boyunca insanlığın çok küçük bir kısmına fayda sağlarken sayısız insanı, hayvanı ve bitkiyi yerinden eden, sefalete sürükleyen, köleleştiren ve yok eden kuşatma, emperyalizm, savaş ve ekolojik kıyım dalgalarına yol açmıştır. Kolbert’in “insanların neden diğer türler için bu denli tehlikeli olduğu hakkında düşünmek isterseniz Afrika’da AK-47 taşıyan bir kaçak avcıyı, Amazonlar’da baltasını kavrayan ormancıyı ya da daha iyisi kucağında kitap taşıyan kendinizi gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz” şeklindeki önermesine rağmen herkes doğanın yıkımından eşit ölçüde sorumlu değildir. İnsanlığın hiçbir farklılık gözetmeksizin böyle genelleyici bir yaklaşımla suçlanması hem tarihsel olarak yanlış hem de siyasal olarak güçten düşürücüdür. Böylesi bir perspektif bize ne sömürüyü ve ekolojik kıyımı üreten yapısal güçlere yönelik bir anlayış ne bu güçlerin zayıf olanı nasıl kendi uzun vadeli çıkarlarına aykırı davranmaya itebildiğine dair bir izan ne de nispeten müreffeh konumdaki küresel Kuzey’de yaşayan insanların nasıl olup da Frantz Fanon’un “dünyanın sefilleri” dedikleriyle dayanışma halinde hareket edebileceklerine dair bir kavrayış sunar. Böylesi bir perspektif gerçekten de ümitsiz vakadır.
Dünyanın sonunu tahayyül etmenin kapitalizmin yıkılacağını öngörmekten daha kolay olduğu söylenmiştir. Karanlık zamanlara ait bu aforizmaya cevabım, kapitalizmin sonunu hayal etmenin tükeniş krizine yönelik başka herhangi bir hakiki çözüm kurgulamaktan daha kolay olduğudur. Eğer kapitalizm tükeniş krizinin temel sebebi ve öncelikli dinamiğiyse bizler de umudu, onun kötücül iktidarını elimizdeki tüm araçlarla tehdit etmekte görebiliriz. Kapitalizm ebedi değildir; tarihsel olarak belli bazı ekonomik düzenlemeler ve toplumsal değerler kümesine dayanan, özgül bir ekonomik düzendir. Dünya sahnesine nispeten geç bir tarihte çıkmıştır ve şu ya da bu şekilde, eninde sonunda o sahneden inecektir. Dolayısıyla bizim için soru, ona nasıl bir son vermek istediğimizdir. Anti-kapitalist kavramlarla düşünmek özgürleştirici olabilir, bir sürü yapıcı projeyi ve özgürleştirici projeyi tetikleyebilir. Esasen Naomi Klein’ın da geçenlerde öne sürdüğü gibi iklim krizi daha şimdiden pek çok özgün deneyimi teşvik etmekte ve yeni bir toplum tasavvurlarını harekete geçirmektedir. Ancak Klein çok daha temel bir hususa dikkat çeker: iklim bilimi, diye belirtir, bizim ekonomik düzenimizin, hepimizin bağımlı olduğu gezegenimizin yaşam destek sistemlerini yok ettiğini göz kamaştırıcı şekilde açığa çıkartmıştır. Dolayısıyla iklim değişikliği son yirmi yıldır yaygın bir tabu olan, kapitalist toplumsal ilişkilerde radikal dönüşümler konusunu tartışmaya açmamızı zorunlu kılmıştır.
Tükeniş krizi, Klein’ın dile getirdiği dönüşümün aciliyetini daha da elle tutulur hale getirmiştir. Neticede atmosferik karbon yoğunluğunun artması halen gezegendeki insanların çoğunluğu için nispeten daha somut bir meseledir. Buna karşılık gezegenin her köşesinde bitkileri ve hayvanları kırıp geçiren tükeniş dalgası mevhumu ise insani yeteneklerden en gizemli ve en etkili olanına çağrı yapar: hayal gücümüze. Tarihsel olarak insanın hayal gücü, bizleri çevreleyen bitki ve hayvan yaşamının üretken çokçeşitliliğine sıkı sıkıya bağlı olmuştur. “İleri” kapitalist kültürlerde bile çocuklarımızı, onlara oyuncak hayvanlar hediye ederek ve Tavşan Peter’in Masalı gibi öyküler okuyarak empatinin ve hayal gücünün temel formlarını öğrenmeye teşvik ederiz. En derin korkularımızı, umutlarımızı ve hatta en büyük aşklarımızı simgelemek için daima hayvanları ve bitkileri kullanmışızdır. Kapitalizm bizim de parçası olduğumuz o güzel yaşam ağında giderek büyüyen delikler açarken, bizim de başka, çok daha katmanlı bir dünyayı düşleme, hayal etme yeteneğimiz ciddi ölçüde zayıflamıştır. Unutuşa terk edilen her tür, genel olarak gezegen için vahim bir kayıp ve yaşamları bu türle ilişkili pek çok insan açısından ciddi bir tehdittir. Üstelik böylesi kayıplar gerçekten de kapitalizmin ekoloji kıyımcı niteliğinin olabilecek en somut delilleridir. Böylesi iflah olmaz ölçüde yırtıcı ve son derece yoksullaştırıcı bir sistemin karşısında insanın daha adil ve biyolojik açıdan daha çeşitli bir dünyayı düşleyebilme ve kurabilme yeteneğinde ısrar etmeliyiz.
[1] Yazı, Ashley Dawson’ın Extinction A Radical History kitabının 5. ve sonuç bölümüdür. Birikim’in 344. sayısındaki Cemil Aksu’nun “Ekoloji siyaseti adına temel bir hak olarak vatandaşlık gelirini savunmak” yazısındaki tartışmanın devamı için çevrilmiştir. Yazıdaki dipnotlar çıkarılmıştır. Ç.N.
[2] Yazar, kitaba adını veren “tükeniş” kavramının, türlerin, doğal hayatın ve biyolojik çeşitliliğin tükenişini ifade etmek için kullanılan birincil ekolojik anlamını daha genişleterek kapitalizmin ve mevcut toplumsal düzenin de tükenişini imlemesi gerektiğini savunuyor. Bu bölümün başında olduğu gibi kitabın önceki bölümlerinde de özellikle “antroposen” tartışması bağlamında, tükeniş kavramını nasıl anlamlandırdığına yer yer değiniyor: “Tükeniş müştereklere yani geleneksel olarak topluca insanlığın mirası olarak görülegelmiş hava, su, bitki ve dil gibi kolektif olarak yaratılan kültürel formların oluşturduğu o büyük hazineye yönelik küresel saldırının sonucudur. (…) Başka bir ifadeyle küresel biyoçeşitliliğin yıkımı, gezegenin ortak refahına yönelik büyük ve belki de nihai saldırı olarak yeniden çerçevelenmelidir. Esasen tükeniş, ilkim değişimiyle birlikte, çağdaş kapitalizmin çelişkilerinin en yüksek zirvesi olarak görülmelidir. (…) Dolayısıyla günümüzde felaket seviyesine yükselen tükeniş oranı ve biyoçeşitliliğin çok daha geniş ölçekte gerilemesi, sermayenin yeniden üretimini doğrudan tehdit etmektedir. (…) Tükeniş, dünyaya yönelik ve genellikle eşitliksiz bir toplumsal düzeni meşrulaştıran yaygın algıyı biçimlendiren hem maddi bir gerçeklik hem de kültürel bir söylemdir. (…) Halbuki tükeniş, kapitalizmin ve emperyalizmin eleştirisinden yalıtılarak anlaşılamaz.” Ç.N.