Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Öncelikle yöntemsel olarak söylersek; Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunları, küresel bir boyut kazanmış olan emperyalist kapitalizmin sorunlarından dolayısıyla da Türkiye’deki sınıf mücadelesine konu tüm meselelerden bağımsız düşünülemez. Gezegen bir bütün halinde bir tükenişe, yok oluşa doğru zorlanıyor. Bunun temelinde, her şeyi metalaştıran, sınır tanımayan ve ölçüsüzce her alana taşınan azami kar hırsı yatıyor.
Bolsonaro, Brezilya devlet başkanlığı yaptığı dönemde, Amazonları yakmanın kârından ve gerekliliğinden söz ederken, Türkiye’de ormanlar cayır cayır yakılıyor ve devlet imkanları, yangının değil yangını söndürmek için gelenlerin önünü kesmek için kullanılıyordu. Neoliberalizmin mottolarından biri olan “tüm doğal kaynakların ve tüm kamu mallarının özelleştirilmesi” istikametinde “yaratıcı” arayış ve tahribatlar devam ediyor. Örneğin Amazonlarda soya ve sığır yetiştiriciliğinin daha karlı olması nasıl orman yaktırıyorsa; Türkiye’de de çeşitli hesaplarla ormanlar yakılıyor; doğa, siyanürle altın ayrıştırmak, maden çıkarmak vb. biçimlerde deyim yerindeyse delik deşik ediliyor. Kaz dağlarının, Salda gölünün, Cerattepe’nin veya Bergama’nın tarihi, doğal güzellikleri, canlılar için önemi vb. sermayenin umurunda değildir.
Bu büyük resim içinde çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunları, tek tek her sorun bölgesinde öncelikle problemi anlaşılır ve görünür kılmak ve devamında bugünden yarına mümkün olduğu oranda yıkımı/saldırıyı/tahribatı kolektif imkanlarla, birleşik mücadele bilinciyle önlemektir.
Bugüne kadar nelerin eksik yapıldığı ile nelerin yapılması gerektiği örtüşüyor. Yine yöntemsel olarak söylersek; çevre sorunu çevrecilerin, Kürt sorunu Kürtlerin, kadın sorunu kadınların, emek meselesi emekçilerin (veya birinci derecede muhatapların) tek başına çözebilecekleri sorunlar değildir. Yanlış anlaşılmaması açısından söylemek gerekirse ilk canı yananın harekete geçmesi olgunun doğası gereğidir. Ancak bu, bir işaret fişeği olarak görülebildiği ve devamında tüm canı yananların birleşik mücadele perspektifiyle güç ve imkan ortaklaşmasına sebep olabildiği takdirde sonuç alıcı olacaktır. Bugünkü tablo bırakalım enternasyonal mücadeleyi, bölgesel düzeyde bile böyle bir ortaklaşma bilincini sağlamış değildir. Siyanürle altın ayrıştırma saldırısına maruz kalmış komşu köylerde bile mücadelenin ortaklaştırılamaması, Dicle’ye siyanür karıştığında örneğin sanki Marmara’ya karışmış gibi batıdan da aynı oranda tepki yükselmemesi, tekellerin ve onları gerek yasalarla gerekse güvenlik imkanlarıyla destekleyen iktidarın işini kolaylaştırıyor.
Bu eksikliklere bağlı olarak söylersek düzeltilmesi ve/ya geliştirilmesi gereken olgular; çevre bilincinin oluşturulması, sorunun kendisinin olduğu kadar ülkedeki diğer tüm sorunlarla bağının görünür kılınması ve örgütlenmenin olmazsa olmaz önemde olduğunun kavratılmasıdır.
Bu söylediklerimiz aynı zamanda bir partinin rolüne dair de bir çerçeve çiziyor. Siyasal örgütlenmelerin başarısı, halkların/ezilenlerin/muhaliflerin kendi sorunları üzerinden politik yaşama katılımını sağlamaktan geçiyor. Bu, sorunu olduğu kadar alternatifi de görünür kılmayı, dost-düşman bilincinin sadeleştirilerek anlaşılır kılınmasını, kimlerle kimlere karşı, nerede ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin gerek güncel yani taktiksel gerekse stratejik yani uzun erimli olarak programlanmasını gerektiriyor. Kısacası, tüm küreye yayılan, kılcallara kadar işleyen, karaları da denizleri de insanın beyni ve bedenini de sömürgecilik ve egemenlik alanı olarak gören hakim sınıfların dünya düzeni, bugün artık en minimal olandan en maksimal olana kadar atılacak her adımda dikkate alınmayı gerektiriyor.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas alan sendikalar da bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarlarının karşı karşıya getirilmesi, emekçiler için de ekoloji mücadelesi için de bir tuzaktır. Buna kimler hizmet ediyorsa teşhir edilmeli ve her vesileyle mücadele birliğine vurgu yapılmalıdır.
“Adil geçiş/dönüşüm” meselesine gelince bu, sınıf bilincini gölgeleyen, sermaye ile el ele uzlaşma içinde geçiş anlamına gelen, yaratılacak geçişte iş yaşamına adillik atfında bulunan yani sermayeye gerçekte sahip olmadığı nitelikler atfeden bir yaklaşımdır. Sermayenin geçiş projelerine masumiyet ve adillik atfeden, sürecin temel niteliklerinin üzerini örten, mücadele ve itiraz potansiyelini zayıf düşüren bir bakıştır.
İç içe geçen pek çok yanılgı söz konusudur. Sanki kapanan veya kapanacak olan işletmelerde işçiler ilk kez işsiz kalıyor ve sanki sermaye bu geçişi gerçekten ekolojik kaygılarla yapıyormuş gibi bir yanılgı söz konusu.
Üstelik “adil geçiş” tartışması bizimki gibi ülkeler için yeterli maddi zemine de sahip değil. Bu tartışma küresel emperyalist sistemin işleyiş yasaları, uluslararası yeniden görev paylaşımı vb. üzerinden atlanarak yapılamaz. Vaktinde çevre kirleten ve ağır işgücü gerektiren sektörlerin yeni sömürge ülkelere taşınması gibi bugün de daha uzun süre kömür de termik santraller vb. de Türkiye gibi ülkelerde varlığını koruyacak ve Akbelen’de olduğu gibi bunun arkasında iktidarın bizzat kendisi duracaktır. Dikkat edilirse şimdilik bu tartışma, zemini ve toplumsal karşılığı olmayan soyut bir tartışma. Paris Anlaşması’nı dahi uzun bir direnç sonrasında imzalamış olan Türkiye’nin resmi bir karbonsuzlaştırma gündemi/politikası da yoktur. Bu tartışmaların ve gündemlerin aksine Türkiye’de kömür madenciliğinden petrol ve doğalgaza kadar bu “kirletici” alanda “yerli ve millî” olarak var olma iddiası öne çıkarılıyor. Mevcut iktidarın, emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik politikalar geliştirmesi iddiası ise olsa olsa mizaha konu edilebilir.
İşçi hak ve özgürlükleri açısından en alt sıralara kadar düşmüş, sendikalaşma oranının yüzde 11, özel sektörde ise yüzde 6 olduğu; Özel İstihdam Büroları kurularak kiralık işçiliğin resmileştirildiği, geleceksizlik ve güvencesizlikten düşük ücrete kadar çeşitli dezavantajların yabancı sermayeye yatırım amacıyla pazarlandığı, bunun yanında kadınlara, Kürtlere, Alevilere siyasetsizliğin ve tek tipleştirmenin dayatıldığı koşullarda bu tartışma olsa olsa bilinç bulandırıcı işlev görecektir.
Adına ister adil geçiş, adil dönüşüm veya yeşil dönüşüm denilsin, işin özünde doğanın korunması görüntüsü altında sermayenin azami kar hırsının karşılanması yatıyor. Doğa tüm rezervleriyle sermaye birikim süreçlerinin bir parçası haline getirilmek isteniyor ve bir dönem pazar-piyasa dışı kalmış her şey metalaştırılıyor.
Akbelen’de olup bitenler bugünü ve olası gelişmeleri anlamak açısından bir turnusoldur. Bugün artık gelinen aşamada sermayenin fiili tablosu, kendi hukukunun da kendi meşruiyet tanımlarının da reddidir. Bu konuda kafası karışanlar, “bu kadar da olmaz bu kadarını yapmazlar” diye düşünenler varsa Akbelen’deki resmi biraz daha büyüterek bakmalı; sürecin bu aşamaya nasıl geldiğini incelemelidir. Kısaca anımsatmak gerekirse genelde sermayenin ve talanın özelde Kolin’in buradaki varlığı yeni değil, hukuksuzluk ise AİHM dahil her boyutta tescil edilmiş olmasına rağmen artık daha sık gördüğümüz ve göreceğimiz gibi hukuk, sermaye ve iktidarı tarafından yok sayılarak yağmaya devam edilmekte, doğa katliamlarının çapı büyütülmekte, insanlığa karşı işlenen suçların sayısı ve niteliği artmaktadır. Artık deyim yerindeyse her yer suç mahalli her yer direniş alanı.
Tam da bu nedenle, bugün artık sorunlarının bilincine vararak işçiden işsize, köylüden memura, ezilen cinsten ezilen ulusa kadar geniş yelpazede bir araya gelebilmek, insanlığın ve doğanın kaderini/geleceğini sermayenin vahşiliğinin insafına bırakmamak, bir avuç egemen dışında herkesin öncelikli gündemi olmalıdır.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Marks, “Üretim sürecinin toplumsal biçimi ne olursa olsun, bu sürecin sürekli olması ya da periyodik olarak sürekli aynı aşamalardan yeniden geçmesi zorunludur. Bir toplum tüketmekten nasıl vazgeçmezse üretmekten de vazgeçemez. Bu nedenle bir bütün oluşu ve bir akış halinde durmadan yenilenişi açısından bakıldığında her toplumsal üretim süreci aynı zamanda yeniden üretim sürecidir.” der. (Marx, Kapital I, syf. 540)
Emek sömürüsü üzerine bina edilmiş olan kapitalizmin devamlılığı, emek gücünün yeniden üretimini gerektirir. Sermaye güçleri, emek gücünün yeniden üretimini sağlamak adına, sömürünün tahammül edilebilir sınırlarını aşmamaya çalışır. Çünkü, sonuna kadar zorlama, üretim kaynağının tükenmesini de beraberinde getirecek, dolayısıyla da sermaye birikimini köstekleyecektir. Bu, niyetten öte bir zorunluluktur. Benzer bir ilişki, denge ve sınırlılık tanımı, doğanın sömürüsü için de yapılabilir; doğanın sömürüsünün de sürdürülebilirlik eşiği vardır.
Sermayenin azami kar hırsı ve sınırsız büyüme dürtüsüyle yeniden üretimin temellerini baltalaması, bu alandaki çelişki, devletin altyapı düzenlemeleri, işçi sağlığı ve güvenliğini sağlama yönündeki adımları gibi ekolojik ve çevresel iyileştirmeler eşliğinde dengelenir; bu aynı zamanda sürdürülebilirlik sınırlarında tutma çabasıdır. Ancak bugün gelinen aşamada kapitalist politik ekonominin, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor olması, emek alanında geleceksizlik ve güvencesizlik grafiğini sürdürülemez noktaya taşırken yeniden üretimin ekolojik potansiyelini de sürdürülemez ve kabul edilemez sınırlara doğru zorlamaktadır. Bunun görünür kılınması, bilinçlendirme ve farkındalık çalışmaları, sınıflar mücadelesinin her iki olguyu bir arada içermesi ve dolayısıyla da mücadelenin başarısı açısından önemlidir.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde -Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tüm mücadele alanlarında olduğu gibi ekoloji mücadelesinde de konuya dikkat çekmek, farkındalık oluşturmak, protestolar örgütlemek vb. önemlidir ancak yeterli ve sonuç alıcı değildir. Bu bir yanıyla da sorunun niteliği/büyüklüğü ile ilintilidir. Özü itibariyle yapılması gerekenler karmaşık veya bilinmedik değildir. Bir cümleyle söylersek karbon salınımı sıfırlanmak zorundadır. Buna bağlı olarak çözüm ise gezegeni tüm canlılar için yaşanılmaz hale getiren örgütlü kötülükte, bu örgütlülüğe karşı mücadelede ve söz konusu örgütlenmenin dağıtılmasında aranmalıdır.
Karbon salınımının sorumluları aranırken doğru yere bakılmalıdır. Bir cümle ile söylersek bu, emperyalist kapitalist sistem ve onun tekelleridir. Düşünün ki işgalci ABD ordusu yılda dört milyar altı yüz milyon galon petrol kullanmaktadır. Bununla beraber Exxon Mobil, BP, Shell gibi petrol tekelleri ve yine yediğimiz, içtiğimiz her şeyi, havayı kirleten Monsanto, Bayer, Dupont gibi tekeller dünyanın yaşanmaz hale getirilmesinden birinci derecede sorumludur. Bunun karşısında gelişen tepkilerin yönlendirilmesi ve bizzat sorumlular tarafından yürütülmesi, olgunun tabiatına aykırıdır; bir çeşit tuzaktır.
Greta Thunberg’e gelince ilk ortaya çıkışında kişisel iyi niyet vb. olabilir ancak gelinen aşamada son olarak Greta’yı Ukrayna’da Zelenski’yi kutlarken gördük. Bu tablo, söz konusu kişinin ve benzer araçların nasıl yönlendirilebileceğini gösteren ve kişinin niyetini de aşan bir durumdur.
Greta Thunberg’in tartışıldığı noktada belki gerçek çözüm zeminine işaret eden Morales gibi öznelere de bakmak gerekiyor. BM’de konuşma yapan Morales; eşitsizlik, açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar, mülteci krizi, çevre sorunları, iklim değişikliği dahil pek çok sorunun ve kötülüğün kaynağının kapitalist sistemde yattığını söyledi. Ve sisteme bağlı tekellerin gıdayı, suyu, yenilenemez kaynakları, silahları, teknolojiyi, kişisel verilerimizi denetlediklerine ve “her şeyi metalaştırmak, sermaye biriktirmek” istediklerine dikkat çekti. Bu duruş, “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayışının neden çözüm üretemeyeceğini aksine mevcut durumun devamına hizmet edeceğini özetliyor.
Egemenlerin Paris iklim anlaşması, “Yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat” programlarına karşı solun, sosyalistlerin “iklim krizinin acil çözüm programı” ne olmalıdır?
Şöyle bir paradoks var. Çözüm birey/toplum davranışlarına indirgenerek tartışıldığında asıl nedene ulaşılamamış oluyor. Asıl neden yani sermaye düzeni tartışıldığında ona getirilecek önerilerin anlamı olmuyor. Tersine sermaye, çözüm arayışlarını yöneterek tekrar kendi düzeninin devamına imkan tanıyan bir kulvara sokuyor. Dolayısıyla da bugün yapılması gereken, sermayenin makyajlanmış, “Yeşil Yeni Düzen, Avrupa Yeşil Mutabakatı, Yeşil Dönüşüm” gibi ambalajlar içinde sunulan projelerinin peşinden gitmek, ona alet olmak yerine mücadele güçlerinin kendi bağımsız siyasal programlarını hayata geçirmeleridir.
Bu konuda kolektif üretimle ve enternasyonal bir ufukla bir acil program geliştirilebilir. Ama unutmamak gerekir ki kapitalizmin çevreci bir versiyonu yoktur; sermaye ile beraber geliştirilebilecek bir çözüm de olası değildir. Bilinir ki soruna kaynaklık edenler çözüm öznesi olamazlar. Bu nedenle alternatif arayışları mevcut tüm sermaye projelerini reddeden bir zemine çekilmelidir. Sermaye ile beraber değil sermayeye karşı çözümler aranmalıdır. Beraber davranmak, sermaye güçlerini cesaretlendirmekte ve süreci geri dönülemez noktaya taşımaktadır.
Sermayenin son dönem hareketlerine, planlamalarına vb. bakıldığında sınıfsal niteliği gereği kendiliğinden bir çözüm üretmeyeceği, yıkıcı ve yok edici politikalardan vazgeçmeyeceği görülür. Hızla erimekte olan Kuzey Kutbu’ndaki buzulların altında bulunduğu var sayılan madenlere daha bugünden yatırım yapılması nasıl bir duruşla karşı karşıya olduğumuza dair ipucu veriyor.
Mevcut tüm veriler kapitalizm altında çözümün olmadığını gösteriyor. Kapitalizm yapısal niteliği gereği ekolojiye tamamen karşıt bir sistemdir. Bu çelişkiden çıkış yolu Marx’ın çeşitli biçimlerde ortaya koyduğu gibi üretim tarzının topyekun değiştirilmesinde, yani devrimdedir. Doğayla uyumlu ve üretimin ihtiyaçlar kadar yapıldığı yeni bir toplumsal örgütlenme modeline geçerek aşılacak bir sorundur bu.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet yıllardır çeşitli biçimlerde tohumları ekilen, büyütülen ve giderek köpürtülen milliyetçiliğin, ayrımcı ve kutuplaştırıcı politikaların sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Bu konuda yalandan manipülasyona kadar her yola başvuruldu ve sonuçta sizlerin de dediği gibi yangının çıktığı bölgeye göre hassasiyetlerin değiştiği bir tablo oluştu.
İşin özü şu ki Trakya köylüsünün Ayçiçek sorunu ile Karadenizli halkın HES, altın ayrıştırma vb sorunları veya Kürt illerindeki halkın çeşitlenmiş ve geliştirilmiş ayrımcılık sorunu aynı programın çözüm gerektiren maddeleri halinde ortaklaşmadığı sürece egemenlerin istismar, kafa karıştırma, kutuplaştırma vb. çabaları sonuç verecek ve parçalılığa mahkum edilmiş mücadele sonuç alıcı bir nitelik kazanmayacaktır.
Milliyetçiliğe karşı kardeşliğin büyütüldüğü, ırkçılığın bilimsel olmayan zeminlere dayandığı bilincinin geliştirildiği, sorunların ortaklaşmış imkan ve irade ile çözüldüğü bir süreçte bu zorlama fark ve karşıtlıklar var olma zemini bulamayacağı için giderek yok olacaktır. Bu nedenle bugünden yarına bu yönde atılacak irili ufaklı her adım önemsenmeli ve desteklenmelidir.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
Sosyalizm dolayısıyla da sosyalist mücadele, genel kabullerin yanında donmuş, tamamlanmış normlar ve önermeler toplamı değildir. Bu konudaki hedefler kapitalizmin tahribatlarıyla olduğu kadar, örgütlü yapıların gelişen ufku ve tahayyülü ile de ilintilidir. Hayvanın da insanın da özgürlüğünün birincil maddi koşulu kapitalizmin ortadan kalkmasıdır. Bu önemli koşul gerçekleşene dek bilinçlendirme ve farkındalık oluşturma çabası önemli olacaktır.
Doğadan koparak ona yabancılaşan insanın tekrar doğayla bütünleşmesi zaman alacak ve ülkeden ülkeye farklı olacaktır. Sınıflı toplumun alışkanlıkları gibi insan-hayvan ve doğa ilişkisinde insanın dominasyonu kısa sürede aşılacak bir olgu değildir. Hatta teknolojik gelişmelerin, insan-hayvan ilişkisinde hormonal müdahalelerle hızlandırılmış yetiştiricilikten modern aletlerin marifetiyle saçma/vahşi kesim yöntemlerine kadar sürekli olarak hayvanların aleyhine kullanılması, özgürlükçü bir toplumda aşılması gereken sorunları çeşitlendirip büyütmektedir.
Devrimle beraber, değişen maddi zemin, geliştirilecek eşitlikçi ve sevgi eksenli kültür, bu amaçla verilecek eğitim ve çizilecek yasal çerçeve, binlerce yıllık alışkanlıkların süreç içinde adım adım değişerek aşılmasını beraberinde getirecektir. Ve bu ne yazık ki devrim sonrasında bile “ha” deyince aşılacak türden bir olgu değildir. Örneğin Küba’da köpek ve horoz dövüşü çok yaygın. Ayrıca Santeria dininin ibadetleri kapsamında hayvan kurban edilmesi de yaygındır. Hayvan haklarını güvenceye alan yasa sonrasında köpek dövüşleri bütünüyle yasaklanırken, horoz dövüşleri ancak devletin denetimindeki kurumlar tarafından yapılabiliyor. Santeria dininin ibadetleri kapsamında hayvan kurban edilmesi de yasada izin verilen istisnai durumlar arasında yer alıyor. Ancak kurban kesiminin acı ve stresi azaltacak şekilde hızlı ve şefkatli bir biçimde yapılması gerektiği metinde altı çizilerek belirtiliyor. Koruma altına alınan hayvanlar yasada şöyle sıralanıyor: Tüm memeliler, kuşlar, arılar, sürüngenler, balıklar, yumuşakçalar, kabuklular ve amfibi canlılar.
Bunlar, Küba’nın özgürlükçü ufkunun altmış küsur yıllık deneyim ve birikimleri sonucu varılabilmiş noktalardır. Sosyalizm koşullarında da olsa zor kullanılmadan zaman içinde aşılması/sönmesi gereken pek çok olgu vardır. Bunlar hem eğitim hem uygun zemin hem de sabır gerektiriyor.
Bugüne dek öyle çok tahribat yaşandı doğaya öyle çok zarar verildi ki bugün adeta son sınıra gelinmiş durumda.
Bakın Sait Faik 1950’lı yılların başında yani yaklaşık yetmiş yıl önce ne diyor: “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. “ (Son Kuşlar)
Gelinen aşama, doğa ve tüm canlılar için sürdürülebilirliğin sonunu işaret ediyor. Tam da bu noktada Etienne de La Boétie’in dediği gibi “İnsanlar sağır olmasalardı, hayvanların ‘Yaşasın özgürlük!’ diye bağırdıklarını işitirlerdi.”
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Türkiye Yüzyılı programını bir cümle ile ifade etmek gerekirse kapsam büyütmüş bir yağmadan, ölçüsüz bir sömürü ve talan politikalarından bahsedebiliriz. AKP’nin 22 yıldır yaptıkları bundan sonra yapacaklarının göstergesidir.
Bugün gelinen aşamada devletin görece özerkliğinin ortadan kalktığı, sermayenin elinde bir aparata dönüştüğü bu koşullarda örneğin doğanın korunması ve hayvanların özgürleşmesi gibi konuların yasada yer almasının önemli ve yeterli işlevi olmamaktadır. Bu nedenle bugün için kimi çevre, hayvan hakları vb. derneklerinin yayınladığı güncel acil liste ve talepler veya kimi durumlarda sokaklarda gündeme gelen protestolar ve refleksel hareketler bütünüyle önemsiz olmasa da bugünün koşullarında çözüm üretmekten uzaktır.
Kimi programlarda “yeşil” kavramının ortaya çıkması büyük ölçüde yanıltıcıdır. Son olarak yayınlanan Orta Vadeli Program’da yeşil kavramı 44 kez geçmektedir. Ancak AKP’yi tanıyan herkes bu programın 22 yıllık mirasın devamı olduğunu daha çok yağma, talan anlamına geldiğini bilir. İşte tam da bu nedenle mücadele de programatik yaklaşımlar da bu bilinç ve gerçeklik üzerine oturmalıdır.