Özlem Gümüştaş & Şahin Tümüklü, Ezilenlerin Sosyalist Partisi
Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Sermayenin yeniden üretimi ve kâr güdüsüyle emek ve doğa sömürüsünü katmerlendiren, doğayı ve tüm canlıların yaşam koşullarını ortadan kaldıran, mali ve ekonomik sömürge ülkelerde yürüttüğü eko-kırımcı savaş, işgal politikalarıyla ekolojik çöküşün sorumulusu olan emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele programı ve pratik politika hattından yoksunluk çevre/ekoloji hareketinin en temel sorunudur.
Ekoloji mücadelesinin antikapitalist, antiemperyalist mücadele programından yoksunluğu onun en temel sorunu iken, ekoloji mücadelesini ‘siyasetler üstü’ görme anlayışı onun zaafı ve sınırıdır. Burjuva siyasetin son derece stratejik ekolojik yıkım siyaseti olmasına karşın, çevre/ekoloji hareketlerinin ‘proje karşıtlığı’ dışında bir ekolojik bir siyaseti yok. “Projeye karşı değiliz, yıkıma karşıyız” gibi yaklaşımlar hâkim. Hareket yıkım projelerinin peşinden sürükleniyor. Burada biriken mücadele enerjisi, dinamiği de çoğunlukla mahkeme süreçlerinde eriyip gidiyor.
‘Siyaset, partiler üstü’lük, tekil sorun odaklı yaklaşım ekoloji mücadelesini proje karşıtlığına, ağaç korumaya daraltmış durumda. Oysa ihtiyaç olan, bir bütün yaşamın, ekonominin, tarımın, kentleşmenin, siyasetin ekolojik bakış açısıyla sıfırdan kurulması. Bu da antikapitalist, antiemperyalist bir mücadele programı ve bu temelde bir politik hat ile yaratılabilir.
Öte yandan ekoloji mücadelesini sınıf mücadelesinin parçası yapacak pratiğe ihtiyaç var. Bu da sokağı etkin bir biçimde kullanılmasıyla olabilir. ‘Ekolojik mücadele ama hangi araçlarla’ sorusu etrafında somut bir analize odaklanmalıyız ve bu pratiği geliştirecek bir hattımız olmalı. Salt protestoculuk dar bir bakış açısıdır.
Ekosistem mücadelesinin en acil görevlerini yapabilmek için örgüte ihtiyaç var. Şu anda ekoloji örgütlerinden Polen, MEH ve birkaç benzeri dışında güçlü bir örgütlülükten bahsetmek zor. Kooperatifçilik, komüncülük vb. şeklinde dar örgütlenmeler, kendine yetme sınırında durduğu bir yapılanma var. Ayrışmaya ve sonrasında ittifaklar ve birleşik mücadeleye ihtiyaç var. Ekoloji mücadelesinde odak olacak, çözümü mücadele kesitleriyle, dinamikleriyle örgütleyecek, yerel ve gezici müdahale gücüne sahip, işçi sınıfı ile emekçi köylülüğün pratik birliğinin etkin olduğu, üniversite, odalar, hukukçular ve gençliğin olduğu bir örgüt/mücadele yapısı düşünmek, yaratmak şart. İşin öznesinin inşası örgütsel somutlukla mümkündür ya da tersi.
Ekoloji mücadelesi doğrudan sınıf mücadelesinin bir sahası, politik özgürlük mücadelesinin bir alanıdır. Bu mücadelede partilerin, doğrudan politik öznelerin varlığı olmazsa olmazdır. Biz de Partimizin ekoloji mücadelesindeki rolünü hem pratik-politik hem de ideolojik olarak koyuyor, tanımlıyoruz. Ekoloji mücadelesini örgütlü mücadeleye mesafe koymanın aracına, siyaset üstü bir pozisyona dönüştüren yaklaşımlar karşısında özgün araç ve biçimlerle ekoloji mücadelesinin içinde olmayı hedefliyoruz. Burjuva çözüm programlarının karşısında işçi sınıfı, emekçi köylülük ve ezilenlerin ortak mücadele birliğinin yaratılmasına odaklı bir ekoloji siyaseti üretimine ve bunun muhakkak sokakta, fiili meşru mücadele içinde kurulmasına yöneliyoruz. Antiemperyalist, antikapitalist, antifaşist bir ekoloji mücadelesi niteliğinden söz ediyorsak bunun başka yolu da yok.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas olan sendikalarda bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Başta İkizköy halkı olmak üzere, onlarla birlikte doğa ve yaşam savunucularının yürütmüş olduğu mücadele sermaye-devlet-halk çelişkisini en açık biçimde gösteren örneklerden biridir. Sermayenin toplumsal yarar, ekolojik denge vb. gözetmeksizin mevcut “kaynakları” (“doğal kaynaklar”, “insan kaynakları” yani işgücü vb.) yağma ve talana açması onun genel eğilimi. Mali ekonomik sömürge olan Türkiye’de sermaye birikimi, ucuz emek ve ham maddeye dayalı bir gelişimle ilerliyor. Bu anlamda Türkiye’de, iklim krizine karşı fosil yakıtlardan çıkış politikaları üreten, adil geçiş/dönüşüm önerileri ile sahte çözümler pazarlayan ileri kapitalist ülkelerin aksine yoğunlaşmış düzeyde bir emek sömürüsü, mali bağımlılık ve toprağın, havanın, suyun alabildiğine talan edilmesine dayalı bir emek ve eko kırım siyaseti izleniyor.
Madenler, HES, JES, RES’ler önemli üretim sahaları olarak işçi sınıfının belli bir gövdesini taşıyor. Bu işçilerin yaşadığı yerlerde, emekçi köylülüğün doğasına, canlısına sahip çıkma kavgasını görüyoruz. Sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesi emeğine, doğasına, canlısına sahip çıkma mücadelesinde karşı karşıya getirilen iki dinamik oluyor. Bu çatışmanın temelinde, doğayı ucuz hammadde kaynağı ve karını maksime edecek yağma, talan sahası gören burjuvazi ve onun işçileri boyunduruk altına alan, onu yaşamı ile ekmeği, doğası ile geliri arasına sıkıştıran burjuva toplumsal düzen durur. Bu nedenle sınıf bilinci ile ekolojik bilinç ayrılmaz. Mevcut çatışma, egemenlerin baskı ve zorla ayrıştırmaya çalıştığı bir durumdur. Halihazırda sosyalistlerin işçi sınıfı içindeki örgütlülüğün zayıflığı, Türkiye’nin mali sömürge olma gereğiyle birleşince ortaya böyle kendi gerçeğine yabancı ve hatta düşman pratikler çıkıyor. Bir de bunu teşvik eden işbirlikçi, burjuva sendikalar ve reformist sendikal anlayış eklenince bu doğa yağması ve emek sömürüsünü katmerlendiriyor.
Amerika ve coğrafyamızdaki deneyimlere odaklanarak, enerji/maden işçisi ile aynı bölgenin emekçi köylülüğünün örgütlenmesi, bu alandaki mühendis, akademi çevreleri ve gençliğin birlikte örgütlenmesi, sınıfsal temelde yan yana getirilmesi hayati bir meseledir. Devlet bunu engellemek, burjuva sömürü düzeninin meşruiyeti ve sürdürülebilirliği için adil dönüşüm, iklim dostu işler ile sınıfsal özü örten, işçiyi, emekçi köylüyü yabancılaştıran bir plan/programa bağlı pratiğe girişiyor. Buradan hareketle sosyalistler bu ayrıştırmaya karşı mücadele, örgütlenme ve bilinçlenmeyi hedef alan bir program ve pratiğe yönelmeli. Yapılması gereken; ekolojik yıkıma ve emek sömürüsüne karşı eşzamanlı, birleşik mücadele yürütmektir.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Son yıllarda “yeniden üretim emeği”, “bakım emeği” ve bu alanlardaki kadınların emeğinin görünmezliği konusunda oldukça gelişkin bir literatür oluştu. Kapitalizmde, “yeniden üretim”, en geniş anlamda toplumsal üretim sürecinin vaz geçilmez bir aşaması olarak, üretim ilişkilerinin en temel öğesi olan “işgücü”nün yani işçinin ve onunla birlikte ailesinin üretimi olarak vazifelendirilmiştir. Fakat bu emek “değersiz” görülmüştür. Nitekim hakim erkek egemen sistem ile de ortaklık kurularak kadının bir kez daha egemenlik altına alınması ve sömürülmesi durumu yaratılmıştır. Diğer taraftan buradaki “ev içi emek-çilik” kapitalizm eleştirilerinde de yeterince öne çıkmamıştı. Kadın hareketinin güçlenmesi ve bu alandaki teorik çabaların artması ile birlikte kadınların toplumsal üretimin bu evresindeki emeğinin hayati rolü iyice ortaya çıkmıştır.
“Yeniden üretim” süreci, aslında beslenme, barınma ve bunların hangi ekolojik koşullar altında gerçekleştiği ile doğrudan ilişkilidir. Yani sadece “ev işleri” değil, evin hangi mahallede olduğu, o mahallenin (söylemeye gerek yok, işçi mahallesi) sanayiinin neden olduğu kirlenmeden ne kadar etkilendiği (Dilovası örneği hemen aklımıza gelen örnek) de burada konuya dâhildir. Keza, beslenme sadece işçinin ertesi gün işe gidecek kadar karnının doyması değil, besin maddelerinin ne kadar “besleyici” olduğu, hangi koşullarda üretildiği, sofraya konan ekmeğin, yemeğin GDO’lu ya da ne kadar “zehirli” olduğu gibi sorunlar da burada tartışmaya dâhildir. Dolayısıyla “yeniden üretim” ve bu alanın öznesi olan kadınların yaşam mücadelesi sadece emek-değer bakımından değil, ekolojik bakımdan da ele alınması gerekir. Bu bakımdan Polen’in emekoloji tartışmalarını yakından takip etmeye, öğrenmeye ve politikaya tahvil etmeye çalıştığımızı da belirtmek isteriz.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde –Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
Greta önemli bir ekolojik farkındalık yarattı ve bu alanda önemli bir pratiği de oldu. İklim hareketlerinde her ülkenin, her bölgenin kendi özgünlüğünün olduğu kuşku götürmez. Özellikle de kapitalizmin eşitsiz gelişimi düşünüldüğünde. Faşist rejimin baskıları altında, özgürlük ve eşitlikten yoksun, mücadele dinamiklerinin yıkıcı ve yıldırıcı saldırılara, bedellere maruz kaldığı bir ülke gerçeği içindeyiz. Politik özgürlük sorunu, halkların ve inançların eşitlik mücadelesi, cins kırımı gibi yıkıcı sorunların belirgin, temel olduğu bir coğrafya gerçeği var. Bu kadar yakıcı sorun içerisinde ekoloji mücadelesi kıyıda, ‘dışarda’ kalan bir konu görünümündedir.
Türkiye’de son yıllarda bu alanda kimi hareketler, örgütlenme çabaları olsa da mücadelenin entelektüel bir anlayış ya da dar çevreci bir çaba olarak yansıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de bu alanda kafa karışıklığı, ideolojik belirsizlikler, yön kayıpları çok belirgin. Küçük burjuva, ütopist, anarşist, düzeniçi-foncu eğilimlerin ağırlığı var. Bu genel olarak hareketin yönü anlamında tüm dünyada belirgin. Bu hareketin devrimci yönü, yöntemi, hedeflerinin neler olacağı, araçları, örgütleri ve mücadele tarzının neler olacağı konusunda bir berraklıktan bahsedilemez. Bu karışıklıkta burjuvazinin ideolojik egemenlik tasarıları -Yeşil Yeni Düzen, yeşil mütabakat- da etkili oluyor. O nedenle güncel, yakıcı olan ile nihai olanın diyalektik bağı kopartılarak, sıraya sokularak ‘iklimi kurtaralım sonra sistemi değiştiririz’ deniliyor. İklimi kurtarmak için kapitalizme karşı mücadele etmenin zorunluluğunu bilince çıkarmak zorundayız. Ancak tersten de ekoloji sorunlarını devrim çözer düzlüğüne kapılıp, en yakıcı, güncel sorunlara sırt çevirmemeliyiz. Politik özgürlük mücadelesinin bir başlığı olarak, temiz bir çevrede yaşamak, fabrika atıklarının kirletmediği, ormanların villalara açılmadığı bir doğal yaşamda ısrar etmek vb. talepler yükseltilmeli.
Egemenlerin Paris iklim anlaşması, “Yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat” programlarına karşı solun, sosyalistlerin “iklim krizinin acil çözüm programı” ne olmalıdır?
“Yeşil Yeni Düzen” ve “yeşil mutabakat” gibi burjuva safsatalar, kapitalizmin kendi krizine çare olarak ürettiği sınıf ve doğa karşıtı ideolojik saldırılardır. Yanılsamadan başka bir şey değildir. Bunlar iklim krizinin çözümü için başta karbon oranlarının düşürülmesini hedeflese de başta ABD, Çin gibi emperyalist merkezler hala dünyanın en çok karbon üreten ülkeleri durumunda. Bu bile burjuva emperyalistlerin ikiyüzlülüğünün ifadesidir. Paris anlaşmasına karşı Glasgow iklim anlaşması kapitalist sistemin iklim krizindeki rolünü ortaya koyan bir anlaşmaydı. Doğal olarak mücadele; tüm kapitalistlere, burjuvaziye, sömürü ve yağma üzerine kurulu toplumsal düzene karşı mücadeleye dayanır. Bu nedenle zorunlu olarak devrimci mücadeleyle kopmaz bağı vardır. Sosyalistlerin acil programı, nükleer, fosil yakıt sistemleri gibi tüm politikaları tümden reddetmek ve bunun örgütlenmesini de doğrudan sınıf perspektifi ile sosyalist siyasetin görevi haline getirmektir.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Türkiye’de de dikkate değer, kitlesel, istikrarlı bir ekoloji hareketi yaratabilmiş değiliz. Hala herkes kendi alanını korumakla meşgul. Yani Kürdistan’a gelmeden önce, Türkiye’de de birleşik bir ekoloji hareketi oluşmuş değil. Aynı durum Kürdistan için de geçerli. Orada da ağır doğa yıkımlarına karşı yerel, kendi dili ve araçlarıyla bir direniş örgütlenebilmiş değil. Dolayısıyla “birleşik mücadele” bazen her derde derman sihirli çözüm gibi sunulma riski taşıyor.
Sorudaki boyutuna gelirsek, elbette Kürt sorunu karşısında emekçi sol hareketin pozisyonu ne ise ekolojik mücadelede Kürdistan’da yaşananlar karşısındaki tutumda odur. Burada batıda antişovenist mücadelenin geliştirilmesi hayatidir.
“Ayrımcı çevrecilik” eleştirisi yerinde bir eleştiri. Bunda şovenizm ve sosyal şovenizm etkili oluyor. Kürdistan’daki orman yangınları, barajlar, ÇED’lerin doğrudan muhatabı faşist devlet olduğu için ona itiraz etmek, onun sömürgeciliğine, inkarcılığına karşı çıkmayı gerektiriyor. Bedellerini göze almayı da gerektiriyor. Bu bedel karşısında yalpalayan bir çevre/ekoloji hareketi var. Meselenin diğer yanı, hareketlerin iç dinamiğinin üretilemeyişi sorunu. Hasankeyf’te güçlü bir iç dinamik üretilemeyişi, maden, baraj sorunlarında Dersim, Sivas gibi kimi özgün örneklerde iç dinamik sorunu, oradaki mücadeleyi sürdürecek, dışardakilerin bu mücadele ile bağını söyleyecek bir yapı oluşturamama sorunudur.
Oysa ki Akbelen ve Cudi’de yaşanan eş zamanlı kıyım, birleşik mücadele potansiyeline sahip. Devlet Cudi’de de Akbelen’de de aynı devlet. Her iki coğrafyayı da talana, yağmaya, yok saymaya odaklı kapitalist sistem ve onun ilerleyişinin garantörü faşist rejim altında yaşıyoruz. Parçalı olan tüm doğa ve yaşam alanı savunma mücadelelerinin antifaşist, antikapitalist temelde birleşebilmesi kazanım için temel önemdedir, aksi halde her hareket kendi sınırları içinde boğulmaya mahkum olacaktır.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğü henüz başlı başına teorisi ve politikası olan dolayısıyla bir mücadele gündemi olarak öne çıkan bir başlık değil ne yazık ki. Bu anlamda ciddi bir kavrayış yoksunluğu içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ekolojik mücadele içerisindeki etkileşimden kaynaklı henüz nüve halinde olan kimi duyarlılıklardan bahsedebiliriz sadece. Türcülük karşıtı olarak konumlanmaya çalışmak ve bu anlamdaki en asgari demokratik talepleri sahiplenmek gibi.
İnsanın, en genel anlamıyla insan dışı hayvanlar üzerindeki tahakküm ilişkisi olan türcülük önemli bir mücadele konusu aslında. Henüz zayıf olmakla birlikte türcülüğün reddi anlamında oluşan bilinç ve literatürün dışında kalmama çabası da bu anlamda sosyalist hareketin bütünü bakımından oldukça önemli. Bu anlamda bilinç yükselten, hayata bakış açısını değiştiren türlü tartışmalar yapmak mümkün.
Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik gibi türcülük de bir tahakküm ilişkisinin sonucudur. Bu eşitsiz ve hiyerarşik ilişkileri birbiriyle bağı içerisinde sorgulayan ideolojik, politik, kültürel ve bireysel her karşı çıkış sosyalist ve demokratik mücadele zemininin sürekliliği içerisinde içerilmelidir.
Hayvanların kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkisini sona erdirmek için bugünden mücadele gündemi yapılabilecek pek çok konu var. İlk elden hayvanlarla kurulan her türden sahiplenme ilişkisini reddetmek, bencil zevkler uğruna onları doğalarından koparıp kafeslere hapsedilmeyi reddetmek, petshopların kapatılması için mücadele etmek, deri veya deri görünümlü mont, ayakkabı, pantolon kullanmamak, kürk üretimini ve kullanımını teşhir etmek, pornografik bir teşhircilikle çekilen hayvan videolarına karşı çıkmak gibi.
Kapitalizmin pek çok bakımdan teşhirini yaparken; insanı merkeze alıp, doğadaki diğer canlı varlıklarla eşit ve özgür bir ilişki kurmak yerine onları denetlemeyi ve sömürmeyi bu amaçlar doğrultusunda da araçsallaştırmayı ilke edinmesinin de teşhirini yapabilmeliyiz.
Vejetaryenlik ya da veganlığı türcülüğe karşı çıkmanın bir ön koşulu olarak görmeden, bunu bir beslenme biçiminden öte etik bir tutum olarak öne çıkarmak, ekolojik bir dünya için mücadele zeminini güçlendirebilir.
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Emperyalist kapitalist sistemin nasıl savaş, paylaşım, emek ve doğa talanı dışında çaresi yoksa, Türkiye’nin de yoktur. Hatta söz konusu emperyalist politikaların uygulanma alanlarından birisi, hatta en önemlilerinden birisidir Türkiye. İşçinin, emekçi köylünün ve ekoloji mücadelesi verenlerin karşısında artık herhangi bir madenci, Res’çi, hes’çi yok, burjuvazi ve onu kanatları altına alan, bu sınıfın yararına genel bağlayıcı yasalar çıkaran bizzat devlet gücü-zulmü var. AKP-MHP faşist iktidarının ekoloji politikalarının içeriği bundan ibarettir.
AKP-MHP faşist iktidarının ekoloji programında Kanal İstanbul, madencilik seferberliği, inşaat ve enerji projeleri var. Türkiye’nin Yüzyılı programlarında da doğal varlıkların zarara uğratılması, talana açılması, satılması, kiralanması, ticarileştirilmesi, metalaştırılması sürecektir. Doğa talanı iktidar için neredeyse tek kar alanı.
Talan, yağma planı sürdükçe ekoloji mücadelesi de var olacak, direniş odakları artacaktır. Akbelen direnişi bunun ilk adımı oldu. Ekoloji hareketinin bu direniş dinamiği, mevcut iktidarın rıza üretimine set olan karşı duruş potansiyeli ile var olmaktan öte belirleyici bir karakter kazanması ise sermaye ve iktidarın şiddetine karşı koyma gücüyle mümkündür. Şiddeti görmek, direnişin nasıl, hangi araç ve biçimlerle sürdürüleceğine karar vermek temel önemde. Tabi bu hedefe bağlı geniş bir toplumsal örgütlenme geliştirmek zorundayız.