Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Kapitalizmin tüm dünya üzerindeki egemenliğinin insanlık için en yıkıcı sonuçlarından biri çevre felaketleridir. “Hep daha fazla üretim” düsturuyla işleyen sistem, tüketim ihtiyacına bakmaksızın sürekli üretmeye devam ediyor. Doğal kaynaklar sınırsızca ve geri dönülemez şekilde kirletiliyor; yapılaşmanın devam etmesi ya da madenciliğin başlayabilmesi adına bitki örtüsü yok ediliyor, hayvanlar ya restoranlar ya kıyafetler ya da kozmetik ürünler için sürekli öldürülüyor, iş olanakları büyük kentlerde yoğunlaşırken nüfus belli kentlerde yaşamaya zorlanıyor ve kent altyapıları yetersiz hale geliyor. Hep daha fazla üretim, zincirleme felaketlere neden olarak dünya üzerindeki yaşamı artık yok etme noktasına getiriyor.
Sosyalist bloğun dağılışının ardından dünya devrimci hareketlerinin geriye düşmesinin belki de en büyük sonuçlarından birini çevre mücadelesinde görüyoruz. Çevre felaketlerinin yarattığı yıkımlar katlanarak artarken, bu yıkımların temel nedeni olan kapitalist üretim ilişkileri hiç zarar görmeden devam ediyor ve üretim hiç durmuyor. Dünyadaki toplam su ve elektrik tüketimin ezici bir çoğunluğundan büyük işletmeler sorumluyken, çevre örgütleri insanları evlerinde daha az su kullanmaya, gereksiz ışıklarını söndürmeye, çevreye duyarlı olmaya çağırıyor. Atıkları büyük gemilerle az gelişmiş ülkelere yığarak, o ülkelerde çöplük alanları yaratanlar görmezden geliniyor ve çöpleri ayrıştırma çağrısında bulunuluyor. Hayvanları işkenceyle öldüren büyük gıda zincirlerine ya da kozmetik tekellerine dokunulmuyor ama herkese vegan olma çağrısı yapılıyor. Bunların hepsi sorunun temelinden kaçışken, çevre örgütlerinin devrimci mücadeleden uzak durmasının sonuçları olarak karşımıza çıkıyor.
Ekolojik mücadele eğer dünyanın büyük çevre felaketleriyle yok olmasını engellemek istiyorsa, sadece birkaç markayı, şirketi ya da sadece bazı devletleri hedef almak yerine bütün bir kapitalist sistemi düşman olarak görmeli ve herkesi sorunların asıl kaynağı konusunda bilinçlendirmeyi hedeflemeli. Ekolojik mücadele devrimci mücadeleyle paralel gitmeli, birbirinden güç almalıdır. Dünya genelinde devrimci hareketin gücü tek başına bu mücadelenin tüm sorumluluğunu almaya yetmeyebilir. Ama ekolojik mücadele birçok alanla devrimci mücadeleyle buluşabilir. Bunun olanaklarının hiç olmadığı kadar bugün mevcut olduğunu görüyoruz.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas olan sendikalar da bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Akbelen deneyimi aslında yukarıda söylediklerimizi doğrular nitelikteydi. Devrimci mücadelenin genel olarak zayıflamasının sonuçlarından biri de sendikal mücadelenin ya küçük burjuva bir karaktere bürünmesini ya da toptan sermaye kontrolüne girmesini getirdi. Bugün emekçiler bağımsız sendikalarda bu nedenle örgütlenmeye eğilim gösteriyorlar. Ekolojik mücadelenin sınıfla buluşmasının araçlarını bulmak durumdayız. Bir yandan ekolojik temelde kurulan örgütlenmeler bir yerde çadır kurma ve nöbet tutma gibi pasif mücadele yöntemleri yerine daha aktif, daha hareketli, daha katılımcı ve sorunun kaynağını hedef alıcı yöntemler geliştirmeliyken diğer yandan da devrimciler sınıf hareketlerini ekolojik mücadeleyle buluşturmalı ve onların bu mücadelenin bir parçası olmalarını sağlamalıdır.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Toplumsal yeniden üretim, kapitalist üretim ilişkilerinin devamlılığının vazgeçilmez bir parçasıdır. Kapitalizm emekçilerin üretime devam etmesini zorlarken aynı zamanda emekçinin üretim alanının dışındaki yaşamında da belirleyici olarak onun yeniden üretmesi için gereken yaşamını belirler. Bir sonraki gün yeniden üretime katılabilecek hale gelmesi için gerekli ihtiyaçları belirleyen kapitalist ilişkinin kendisidir. Yeniden üretim süreci doğalında insana dair her şeyi içerir. Kapitalizm bundan dolayı insanın çevre ve doğayla ilişkisini, kent yaşamını, sosyal ilişkilerinin hepsini belirleyen durumdadır. Ekolojik mücadele biraz da bundan dolayı emekçilerin hayatıyla paralel gitmelidir. Çünkü emekçilerin üretim ve yeniden üretim süreci çevreyi, doğayı ve kent yaşamını belirleyen pozisyondadır. Sınıf mücadelesinin ekolojik mücadeleyle iç içe geçmesi ihtiyacı da buradan doğar.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde –Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayışı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sınıf mücadelesinin ekolojik mücadeleyle birlikte yürümesi gerektiğini söylemiştik. Tam da buradan devam ederek sermayeye zarar vermeyen “masum” iklim hareketleri elbette sermayenin güçlü olduğu yerlerde büyür, büyümesine izin verilir, hatta kimi sermaye grupları tarafından desteklenir. Tüm dünyayı kendi çöplüğü gibi kullanan hem emeğini hem kaynaklarını sömüren batı diye tabir ettiğimiz emperyalist merkezler, kendi ülkelerinde çıkabilecek ve kendilerini hedef alan bir hareketin gelişmesine izin vermezler. Eğer sorunun çevresinden dolaşan ve doğrudan iktidarlarını hedef almayan bir çevre hareketi gelişirse belli sınırlarda büyümesine göz yummaları doğaldır. Bizde olduğu gibi sermayenin en gerici bir diktatörlüğüne ihtiyaç duyulan ve sınıf mücadelesinin çok sert geçtiği ülkelerde sermayeye zarar verecek sınıf mücadelesiyle güçlü organik bağları olacak türden bir ekolojik mücadelenin gelişmesi elbette daha zordur. O nedenle biraz daha ‘kolay’ biçimlerde gelişir ekolojik hareketler bizde. Bu hareketler biraz devrimcileşmeye başladığında ise, sermaye kelimenin tam anlamıyla bütün gücüyle hareketin üzerine saldırır. Gezi ayaklanması bunun en açık örneği olmuştu.
Bu deneyimler sermayeye çok şey öğrettiği gibi, ekolojik hareketlerin başını çeken örgütlenmeler de bunlardan çok şey öğrendi. Ekolojik mücadele her ileri atılımda karşılaşacağı saldırının şiddetini de dikkate almak zorunda. Ama ekolojik mücadelenin bu saldırıları göğüslemeden de bir kazanım elde etmesinin neredeyse imkânsız olduğunu deneyimlerle görüyoruz.
Egemenlerin Paris iklim anlaşması, “Yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat” programlarına karşı solun, sosyalistlerin “iklim krizinin acil çözüm programı” ne olmalıdır?
İklim krizinin bugün ulaştığı düzeye bakıldığında şunu çok rahat söyleyebiliriz. Dünya şu an Rosa Luxemburg’un dediği “ya sosyalizm ya barbarlık” noktasına gelmiş bulunuyor. Bunu hatta şöyle de düzeltebiliriz; ya sosyalizm ya dünyanın sonu. Dünya geri dönülemez noktayı aşmak üzere. İnsanlık sürekli ve sürekli, sahip olamayacağı ve sadece ufak bir azınlığın tüketmek için gücü olduğu bir üretim sürecinin içinde, makine dişlilerinin arasında ezilmeye devam ediyor. İhtiyaçtan fazlasını üretiyor ama ürettiğinin küçük bir kısmına dahi erişimi yok. İnsanının insanca yaşayabilmesi, bu bolluk içinde açlık çekmemesi, doğayla uyumlu bir yaşama sahip olması hiç olmadığı kadar gerçek ve mümkün bir taleptir bugün. Ne insanlığın ne de dünyanın sorunların çevresinde dolaşmak için zamanı kalmadı. En acil ve ertelenemez görevimiz bugün insana, hayvana, doğaya düşman olan bu kapitalist sistemi ve sermaye egemenliğini yerle bir etmektir.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tam da sermayenin ekoloji mücadelesini yönlendirmesine bir örnektir. Kazdağları’ndaki ya da Akbelen’deki felaketin sorumluları Cudi’deki yangınların da sorumlularıdır. Ancak yaşadığımız topraklarda Kürt halkına yönelik yürütülen her türlü imha, inkar, işgal saldırılarına ve Kürt halkının topraklarının, doğasının yok edilmesine ilerici, devrimci güçler dışında henüz yeteri kadar güçlü bir tepki gösterilemiyor. Çünkü iki halk arasına ekilen nefret tohumları ve koyu şovenizm propagandası ile Kürdistan coğrafyasının, nehirlerinin, ormanlarının “terörle mücadele” kisvesi altında yok edilmesi, henüz şovenizmin koyu zehrinden arınmamış Batı’da doğasını savunan ekoloji savunucularını tepkisiz bırakıyor. Ayrıca bu anlamda belli bir bilince ulaşmış olsa bile belli ekoloji çevreleri, bu saldırganlığa açıktan karşı koymak saldırıların hedefi olmaya yeterli olduğu için, genel anlamda Batı’daki yıkımlara ses çıkarıyor. Ekolojik mücadelenin devrimci mücadeleden kopmaması gerektiğini söylerken bunu işaret etmeye çalıştık. Saldırılar ortak, topyekûn ve yaşamı tehdit ediyor. Yaşamı savunan bizlerin de cevabı benzer nitelikte olmalıdır.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
Hayvanların sömürüsü inanılmaz boyutlara ulaştı. Kozmetik sektörünün ve ilaç sanayinin gelişmesiyle birlikte neredeyse her marka-şirket, binlerce hayvanın topluca öldürülmesine ya da sakat bırakılmasına sebep oluyor. Bir yandan fast-food zincirlerinin kesimhaneleri artıyor, tüketilmeyen etler için hayvanlar kıyıma uğruyor. Aynı zamanda toplumsal çürümeyle birlikte gelen işkence haberleri artmaya devam ediyor. Sokak hayvanlarının uğradığı saldırı haberleri çoğalıyor. Tüm bu dönem içinde hayvan hakları için mücadele eden insanların çoğalması anlaşılır bir durumdur. Bu mücadeleyi de ekolojik mücadelenin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Dünyanın kurutuluşu aynı zamanda hayvanların da kurtuluşunu getirecektir. Sömürüsüz bir dünya mücadelesi tüm canlılar için verilmelidir.
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Ekolojik yıkımın önümüzdeki dönemde artacağına kimsenin kuşkusu olmasın. Kalkınma yüzyılı dedikleri dönem tam da daha fazla imar, daha fazla sömürü, daha fazla yerinden etmeyi getirecektir. Bir de üstüne olası doğal felaketler için bir önlem alınmaması, aksine acil toplanma alanlarının giderek yok olması, altyapıların artık kentlerde yetersiz hale gelmesi vb. nedenlerle de yaşanılacak her türlü felaketin sonuçlarının kötüleşme ihtimallerini arttırıyorlar. Tüm bunlar düşünüldüğünde özellikle kentlerdeki yaşamın devam etmesinin artık ne kadar zor olduğu görülüyor. Sadece ekolojik mücadele yürütenler değil, ezilen, sömürülen her kesim için zaman doldu. Bugün yaşanılabilir bir dünya için harekete geçmezsek yarın çok geç olacak.