SYKP Ekoloji Meclisi
Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Maden, enerji, inşaat merkezli “büyüme” politikasının saldırılarına paralel olarak yaşam alanı savunmaları yaygınlaşıyor. Deneyimlerinden ve birbirlerinden öğrenen, artık bir gelenek de oluşturan direnişler var. Ağırlaşan baskı ve yasaklar karşısında da gerilemeyen hareketler arasında yer alıyorlar. Çoğunlukla mülksüzleştirmeye direnen küçük çiftçiler, geçimlik tarım yapanlar etrafında yerel ittifaklarla gelişen bu direnişler hem kendi sınıf konumları hem de sınıfsal bir saldırıya karşı koymaları, sermaye döngüsünün ivmesini kırmaları bakımından nesnel olarak da sınıf mücadelesine katılıyorlar. Direnenler, kolluk başta olmak üzere devlet aygıtını karşılarında, ekoloji mücadelesinin kentsel dinamiklerini ve bunların arasında sosyalistleri de içlerinde ya da yanlarında buluyorlar.
Bütün bu politikleşme öğelerine karşın ekoloji mücadelelerinin en temel güncel sorununun politikleşme düzeyinin yetersizliği olduğu söylenebilir. Yerel savunmalar gibi yereller arasında kurulan bağların da tekil direniş başarıyla ya da başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra yerini bir diğerine bırakarak odak olmaktan uzaklaştığını, siyasal rejim olarak örgütlenen saldırının tersine, direnişin bir üst düzeye yükselemediğini görüyoruz. Bunu aşan, belki saldırı ölçeğinin de yardımıyla “sath-ı müdafaa”yı göze alma gereğinin fark edildiği, direnişin kent ve ülke düzeyinde tasarlandığı bir örnek olarak Kanal İstanbul’a karşı mücadele deneyimimizden çıkarılacak çok sonuç var. Aynı zamanda Kanal projesine karşı direnişin belki en yüksek anını oluşturan 3. Havalimanı Direnişi de ekoloji mücadelesinin örgütlü işçi sınıfıyla bütünleşmesi açısından aşılmamış bir kazanımı temsil ediyor. Tamamlanması gereken en önemli eksiği bunların yardımıyla tarif edebiliriz: Ekoloji hareketinin hem yerel ölçeği ve tekil talebi aşarak toplumun bütünü içinde örgütlenme hem de toplumun çelişkileri içinde taraf seçme anlamında politikleşmesi, eşzamanlı olarak işçi sınıfı temelli siyasetin programıyla, örgütlenme biçimiyle mücadelenin ekolojikleşmesi. Büyük P ile partiden ne anladığımızı aramızda çok tartışabiliriz ama bugünün dünyasında Parti olmayı, bir sınıf kesitinin ya da bir mücadele düzleminin değil sınıfın devrimci örgütü olmayı hedefleyenlerin yolu alandan öğrenerek, dönüşerek, nesnel sınıfsallığın bilinçli politik ittifaklara ve ekolojinin sınıfın gündemine dönüşmesine katkıda bulunarak ekoloji mücadelelerinden geçmek zorunda.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas olan sendikalar da bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ne yazık ki sorun sermayenin çıkarlarını korumayı esas alan “sarı” sendikalardan ibaret değil. İşçi sınıfı bir siyasi programın -kendi tarihsel programının da- uygulama görevlilerinden değil yaşamını sürdürmek için işgücünü satmak zorunda olan gerçek insanlardan oluşuyor ve örgütsel olduğu kadar işgücünü satma koşulları da dâhil birçok açıdan ayrışmalar barındırıyor. Bunların gerçekliğini tanımak, ayrışmaları aşacak bir bilinç ve örgütlülüğü geliştirmenin önkoşulu. Sınıfın bütününün çıkarı olarak kavradığı ekoloji taleplerini günlük ekonomik çıkarları pahasına gündemine alan, elindeki ekonomik mücadele araçlarını ekoloji talepleri için de seferber eden, kısa erimde daha riskli bir mücadele yolunu seçerken özgül mücadelelerine de -belki bireyler olarak yararlanamayacakları- daha güçlü ittifaklar kazandıran öncü işçilerin varlığı umut verici. Ama yanıltıcı olmasın. Yürünecek uzun bir yol var.
Çok yakın geçmişte solun yeniden yükselişine, yerli halkların özyönetim, su ve toprak mücadeleleriyle iç içe geçen ekoloji hareketlerinin de yer aldığı sol ittifakların başarılarına tanık olduğumuz Latin Amerika deneyimleri de işimizin kolay olmadığını gösteriyor. Sandıkla ve burjuva devlet aygıtı yerinde dururken hükümet olma deneyimiyle sınanmanın başka boyutları yanında, ekolojinin koalisyon içi gerilim hatlarından birini oluşturduğunu da biliyoruz. Şili’de inşaat ve maden sendikası başkanının Dominga Projesi (Unesco koruması altındaki Humboldt Takım Adaları ve ana karada yapılacak madenler ve taşıma işleri için liman projesi) gerçekleşsin diye Boric’in evi önünde gösteri yaptığını gördük. Oradaki sendika Türkiye’nin “sorumlu” sendikacılığının, Türk-İş uzlaşmacılığının eşdeğeri sayılabilir. Ama olmasa ne fark ederdi? Arjantin’de de Jujuy’da yerli halkların tarım yapılan yerellerin madenlere devredilmesine yönelik yasal düzenlemeye karşı direnişi sürüyor. Jujuy’daki maden işçileri de yasaya karşı olduklarını açıkladı ama iş bırakmadı. Kendi talepleri için de eylemde olan öğretmen sendikaları direnişe destek verdi. İşkolları dolayısıyla doğrudan kendi işlerini tehlikede görmeyen işçilerin destek vermesi daha kolay. İnşaat ve madencilik işkolları söz konusu olduğunda, sendikaların tutumu bilinç düzeyine ve konjonktüre bağlı olarak değişiklik gösterse de ekoloji direnişlerine en iyi olasılıkla sembolik destek veriyorlar. Bu çelişkinin çözümünü işyeri ya da işkolu içinden aradığımız sürece “adil dönüşüm” işçilerin çoğunluğuna da gerçekçiliğin gereği gibi görünecek. Bu da işçi taleplerinin kapitalizmin sürdürülebilirliğinin hizmetine koşulması demek. Ekolojik meseleyi işçi sınıfının ekonominin/siyasetin bütünü üzerinden söz sahibi olma derecesinin yükseltilmesiyle birlikte düşünmek zorundayız.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Toplumsal yeniden üretim tartışması içimizde sürüyor. Bunun ekolojiyle ilişkilendirilmesi başlı başına bir tartışma boyutu.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde –Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ekoloji meselesinin yerel ölçeği, tekil saldırıya karşı savunma boyutunu aşan bir düzeyde formüle edilmesi daha ileri bir siyasallaşma göstergesi sayılmalı. Avrupa’daki eylemlere de buradaki eksikliğine de bu açıdan bakmayı ihmal edemeyiz. Ancak iklim grevlerinde siyasal potansiyel kadar muhalefeti soğurma eğiliminin de büyüklüğünü görmek zorundayız. Siyasal temsil krizinin, işçi sınıfı siyasetinin de krizde olmasının etkisiyle, yerleşik siyaset -ama yer yer bizatihi siyaset- protesto hedefine dönüşüyor. Temsili yapıların kapsamadığı talebin tek gündeme dönüştürülmesi, “sistemi değiştir!” sloganına rağmen çelişkilerin üstünü örtme, siyasetsizleştirme eğilimine kapı açıyor. Devrimci tınılı “Hemen, şimdi!” duygusuyla hemen uygulanabilir olanın öne çıkarılması, kitle seferberliğini sistem içi düzenlemeler için rıza üretme aracına dönüştürülmeye açık hale getiriyor. Ekolojik krizin iklim krizine, iklim krizinin fosil yakıt kullanımına indirgenmesi ve karbon piyasalarının, yeşil dönüşüm programlarının çözüm olarak kabul edilmesi/ettirilmesi gibi. Oysa sadece “teknik” düzeyde bakıldığında bile karbonsuzlaşmayla sınırlı bir dönüşümün lityum ve başka nadir elementler peşinde yeni bir doğa talanını tetiklediği aşikâr. Gene de bu kadar çok ve farklı insanı sokağa çıkaran bir hareketin farklı ve hemen kestirilemeyecek gelişme eğilimleri barındırmaması mümkün değil. Eylemci profilini bütünüyle çalışmaya mahkûm olmayanlara özgü bir iyilikseverlik/doğaseverlikle tanımlamak, tepkiyi evcilleştirmeyi hedefleyen imge üretimine teslim olmak olur. Hareketin sınıf bileşimini medyadaki temsillerine kapılmadan anlamaya çalışmamız gerek. Sorun bütün zayıflıklarıyla bu protestoların varlığında değil bunların içinde ya da dışında bütünsel bir antikapitalist ekolojik programın ete kemiğe büründürülememiş olmasında.
Yalnız Türkiye’de değil, ekoloji mücadelesinin yaşam alanı savunmaları temelinde geliştiği birçok yerde iklim odaklı muhalefet Avrupa’daki kadar öne çıkmıyor ya da tek başına değil farklı mücadelelerle eklemlenerek gelişiyor. Ormanı veya suyu savunduğunuzda, termik santrallere direndiğinizde aslında iklim mücadelesi de veriyorsunuz. Ama uluslararası sermayenin ve devletlerarası konferansların iklim politikaları, Türkiye’de geniş kitlelerin gündemine dönüşmüyor. Artık eskiyen “Türkiye, Paris’i imzala!” talebi sokaklarda dillendirilmediği gibi Paris eleştirisi de COP kadar COP’un alternatifleri de “meraklıları” arasında konuşulan konular olarak kalıyor. Bu, Avrupa merkezli iklim hareketlerinin ideolojik yanılgılarına düşülmediği anlamına gelmiyor. Farklı temellerde gelişen ekoloji direnişlerinin eylemcileri arasında da örneğin fosil yakıt odaklı iklim söyleminin etkisini görmek mümkün. Avrupa’daki iklim eylemlerinin taşıyıcısı olan kitlelerin var oluşuyla kurduğu bağın benzeri burada görülmediği için, bunların eleştirisini yapacağımız zemini de dünya/Avrupa gündemini izleme kaygısı duyanların öncülük ettiği gösterilerden çok burada gelişen hareketlerde bulacağız.
Egemenlerin Paris iklim anlaşması, “Yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat” programlarına karşı solun, sosyalistlerin “iklim krizinin acil çözüm programı” ne olmalıdır?
Kapitalizmin sürdürülebilirliği için neredeyse her 10-15 yılda bir liberallerin moda haline gelen söylemlere başvurduğunu biliyoruz, şimdilerde özellikle ABD ve Avrupa’da “Yeşil Yeni Anlaşma”cılar bu rolü üstleniyor. Doğayı koruma adına geliştirilen yeni/eski öneri, bir yandan yok olacak sektörlerle işçi sınıfını tehdit ediyor diğer yandan önerilen “yeşil” çözümler doğa talanının, iklim krizinin hız kesmeden süreceğini gösteriyor. Örneği otomotiv sektöründen bakarak verebiliriz. Avrupalı Yeşil Anlaşmacılar “projelerini” temellendirmeye çalışırken, ABD’de otomotiv sektöründe 3 firmada birden, binlerce işçinin katılımıyla greve başlayınca, mesele çok hızlı görünür oldu. İşçiler ve sendikanın yeni yönetimi, bir yandan gelirleri için mücadele ederken bir yandan da elektrikli otomobillerin yerlerini alacağının ve işsiz kalacaklarının, ayrıca başta Tesla olmak üzere bu sektöre sendikanın sokulmadığının bilincine vararak adım adım bu greve gittiler. Yeşil Anlaşmacılara sınırlı da olsa yakın durmaya çalışan Biden’ı da bu durum iyice köşeye sıkıştırdı.
Tüm bu nedenlerle, kapitalist sistem yıkılmadan gerçek çözümün olamayacağını biliyoruz, ama nasıl, ne yapmalı sorusuna halen kapsamlı bir yanıt verebilmiş değiliz. Bu nedenle, çözümün işyeri ya da işkolu ölçeğinde bulunamayacağını söyleyebiliriz; meseleyi işçi sınıfının ekonominin/siyasetin bütünü üzerinden söz sahibi olma derecesinin yükseltilmesiyle birlikte düşünmek zorundayız. Bu bizi toplumsal mülkiyet, demokratik ve ekolojik planlama tartışmasına getirir. Kapitalizm içi bölüşüm adaletsizliğini gidermekle sınırlı kalmayan, endüstriyalizm ve ulusal kalkınmacılık ufkunu reddederek insan – insan ve insan – doğa ilişkilerini dönüştürmeyi merkeze alan bir programa ihtiyacımız var. Bunun somut içeriği egemenlerin mutabakatı ve hegemonyasına karşı ezilenlerin ittifakından hareketle aranmalı; hangi enerji politikası tedbirinin öncelikle alınacağından çok bu ittifakın örülmesi için acil olarak atılması gereken adımlar üzerinde durulmalı.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayrımcı çevrecilik bize özgü değil. Halkların yok edilmesine yönelik uygulamalar var. Latin Amerika’da sömürge halkların, Mapuçe, Aymara uluslarının ve onlarca yerli halkın yok edilmesine yönelik bilinçli bir faaliyet var. Yalnız oradakiler bizdeki kadar toplu değiller. Yüzyılların sömürgeciliği içinde nüfusları azalmış, birbirlerine karışmışlar. Ekoloji mücadelesinin, bir orman alanının savunulmasının, tarım alanından madenciliğin kovulmasının, halkların özyönetim ya da düpedüz var olma hakkının savunulmasıyla örtüştüğü örnekler var. Kentli kesimlerin şekillendirdiği ekoloji hareketlerinin bu dinamikleri ve birlikte hareket etmenin önemini her zaman anladığı söylenemez.
Bizde de Kürdistan böyle. Talan ekonomisi batıda ekolojik yıkımı göze alırken Kürdistan’da yıkımın amaçlandığını, güvenlik gerekçesiyle ormanlar yakıldığı, “güvenlik barajları” yapıldığı gibi başlı başına halkı yaşam ortamından yoksun bırakma amacıyla hareket edildiğini görüyoruz. Bu durum sömürgeciliğin bir ekoloji meselesi olarak önümüze gelmesi, antisömürgeci mücadelenin de kaçınılmaz olarak ekolojiyi gündem edinmesi sonucunu doğuruyor. Buna Kürt Özgürlük Hareketi’nin dünya görüşündeki ekoloji vurgusunu da eklemek gerekir. Kuşkusuz bütün bunlara rağmen kendiliğinden uyumlu bir ittifak ortaya çıkmıyor. Ama hareketler birbirini tanıdıkça ve politik derinlik kazandıkça, geri düşeni her gün, her deneyim alanında Sisyphos emeğiyle yukarı taşıyarak yeniden kurulan bağlarla gerçekleşen bir bilinç dönüşümü de var.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
İnsan dışı hayvanlarla ilgili duyarlığın ve hayvanlar üzerindeki tahakkümün politik bir mesele olduğu farkındalığının sosyalist saflarda da geliştiği görülüyor. Ancak bu konuda parti olarak üyelerimizin gerisinde olduğumuz söylenebilir. Gitgide daha çok yoldaşımızın bireysel yaşamında, dilinde, düşünüşünde, davranışında gerçekleşen değişimi programımızla ve teorik müktesebatımızla bütünleştirmekte zorlanıyoruz. Ne yapmalı sorusunu yanıtlamak, duyarlık ve farkındalıktan program ve stratejiye geçmeyi gerektiriyor. Soranların çoğalması bu tartışma gündemini açmakta daha fazla gecikmememiz gerektiğini hatırlatıyor.
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Öngörmemiş değildik, bizi çok zor günler bekliyor. Seçim, Saray rejimi açısından aynı zamanda yıkım programı için referandumdu. Seçimi bu açıdan Saray’ı yenilgiye uğratma fırsatı olarak değerlendirirken bir Milet İttifakı yönetiminde karşılaşacaklarımızın farklı olmayacağını da görüyorduk. Dengelere göre kartlar yeniden dağıtılacaktı, eski zenginlerle yeni zenginlerin, 5’li Çete’yle TÜSİAD’cıların dengeleri değişecek, ancak emeğin ve doğanın payına düşen değişmeyecekti. Bir farkla: Saray’ın kendini galip ilan edebileceği her sonuç yalnızca uyguladığı politikaların değil, aynı zamanda demokratik ya da hiç değilse hukuksal karşı koyma dayanaklarının -ne kadar kalmışsa- yok edilmesinin de onaylanması anlamına gelecekti. Öngördüğümüzü hızla görmeye başladık. Rejim hukuki, hukukiymiş gibi ve hukuksuz olanın bileşimini değiştirerek yerine oturuyor. Bildiğimiz mücadele araçlarının bir bölümünün daha işlevsiz kalacağı anlamına geliyor bu. Ama tarihi yasalara bakarak yazamayacağımız gibi geleceği de yönetenlerin tasarılarına bakarak okuyamayız. Bu kadar topyekûn bir saldırı yeni direniş odakları ve toplumsal muhalefet için yeni ittifak olanakları yaratmadan yürütülemez.