Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Öncelikle, Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketleri, Batı’daki burjuva demokrasilerinde ortaya çıkan çevre/ekoloji hareketlerinden çok farklı bir görünüme sahip değil. Aradaki küçük farklar ise özgül tarihsel koşullar, coğrafi unsurlar, ekosistem ve doğal kaynak yapısı gibi faktörlerden kaynaklanıyor. Bu kapsamda Türkiye’de bu hareketlerin iki temel sorunu var. Birincisi, bir “yeşil romantizm” tablosu çiziliyor. Yani, materyalizmi reddederek adeta “dini cemaatlerin” idealist tasavvurlarına benzer şekilde bir projeksiyon ortaya koyuluyor. Örneğin, sadece fosil yakıtların kullanımı yasaklansın, nükleer enerji yasaklansın gibi argümanlar odağında bir mücadele yürütülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bunlara karşın emekçilerin yaşamı ile doğayı esas alacak hangi alternatif yolların olabileceğini de tartışmak ve önermek gerekiyor. Bu bağlamda alternatif enerji kaynaklarından yenilenebilir enerji olarak tanımlanan jeotermal, rüzgâr enerjisi ve güneş enerjisi açısından da tartışmanın bu şekilde ele alınması gerekiyor. Yani bir şeyi toptan reddedip karşısına ciddi bir alternatif ortaya koyamadığımızda mücadele gerçeklikten koparak idealist bir “yeşil romantizme” saplanıyor. Genel olarak siyasette özel olarak ise çevre/ekoloji mücadelelerinde saf bir anti’ci tutum (anti-kapitalizm, anti-hümanizm, anti-türcülük vb.) aşılmak zorunda. İkincisi, çevre/ekolojik hareketlerin emekçilerle organik bir bağ kurmaya dair somut ve güçlü herhangi bir çabasını gözlemleyemiyoruz. Bu kapsamda mücadelenin ana unsurları emekçiler (kırsalda köylü, çiftçi; kentte işçi) olmadığı sürece sistemi zorlayabilecek ve kayda değer kazanımlar elde edilebilecek bir durumun ortaya çıkması mümkün değil. Özellikle ikinci nokta bizim keşfettiğimiz bir olgu değil elbette ki. Hem çevre/ekoloji sorunlarının kaynağına hem de bunların nasıl aşılabileceğine ilişkin tartışmalarımızı ve ortaya çıkan düşüncelerimizi tarihe materyalist bir yolla bakarak geliştirmeyi esas alıyoruz ve bu bakış açısıyla öncelikle sorunun tarihsel oluşum koşullarını anlamaya gayret ediyoruz.
Umut-Sen ise bu sorunları aşmak için hem pratik hem de teorik çalışmalar yürütüyor. Bu bağlamda öncelikle, Umut-Sen Ekoloji Kolektifi’nin oluşturulması söz konusu oldu. Bu kolektifte birincisi, “yeşil romantizm” ya da “idealizm” bataklığına saplanmamak için söz konusu alternatiflerin neler olabileceği ve kapitalizmin ya da yeşil kapitalizmin araçlarına karşı nasıl mücadele edileceğine dair hem teorik düzeyde hem de Türkiye özelinde meydana gelen çevre/ekoloji temelli meseleler açısından araştırma, yazı ve yayın çalışmaları yapılıyor. İkincisi, mümkün olduğunca çevre/ekoloji mücadelelerinde organik ilişkiler kurabilmek için yerelle bağlantı kurulması yönünde çalışmalar yapıyoruz. Bu kapsamda emekçilerin itici güç olduğu çevre/ekoloji mücadeleleri yaratmayı hedefliyoruz.
Ekoloji mücadelesinde “Parti”nin rolünü ise emek-sermaye çelişkisini merkeze alan ve doğanın sömürüsüne karşı emekçilerin topyekûn bir mücadeleyi gerçekleştirmesini sağlayacak faktör olarak düşünebiliriz. “Ekoloji”nin ayrıksı bir alan gibi görünmesine müsaade etmemelidir. Bu kapsamda hangi alanda çalıştığı fark etmeksizin tüm emekçilerin kolektif bir mücadele hattında birleşerek ekoloji mücadelesinin emekçilerin sermaye karşı diğer alanlardaki mücadelesiyle bütünleştirilmesi gerekmektedir. Bu açıdan, tarihsel olarak sınıf mücadelesi yoluyla geliştirilmiş her aracın sınıfın iradesini ortaya koyması açısından kullanışlı olduğunu düşünüyoruz, tabii ki hangi aracın hangi düzeyde etkin kullanılabileceğinin tarihsel koşullar yoluyla belirlenmesi kaydıyla. Tarihe baktığımızda emekçilerin mücadelesinin hem çok boyutlu hem de çok çeşitli yollarla geliştirildiğini görüyoruz. Bu açıdan parti tartışmasını 1970’lerden itibaren ortaya çıkan ‘Yeşil’ partileri değil -ki bize göre bu partiler nihai olarak yeşil kapitalizm olgusuyla birlikte değerlendirilmeli- Marx’ın ortaya koyduğu bağlamda yani emekçilerin bir sınıf olarak hareket etmesine yarayacak anlamda yürütmekten yanayız. Bu açıdan Parti’nin ekoloji bağlamındaki görevi, emekçilerin mücadelenin merkezinde yer aldığı mücadele hatlarını örebilmektir.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas olan sendikalar da bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Akbelen mücadelesinin özelinde baktığımızda, aradaki bu “çıkar farkının” sermaye lehine kurulabilmesinin bir sebebi de mücadele öznesinin tarifinde ortaya çıkan yanlış olarak ifade edilebilir. Akbelen’deki mücadelenin hedefi neydi? Kim yürütüyordu bu mücadeleyi? Topraklarını savunmak isteyen köylüler mi? Gezegeni korumak isteyen çevreciler mi? Termik lobisi karşısında mücadele eden yeşil enerjiciler mi? Bisikletçiler mi? Doğa dostları mı? Sosyalistler mi? Bunları bir araya getiren, bir arada durmaya teşvik eden, çekip çeviren özne kimdir? Peki, bu mücadele, o bölgede yaşayan insanların kendi yaşam alanlarını, köylerini, zeytinliklerini korumakla ilgili bir mücadele ise, aynı şekilde o bölgede yaşayıp maden, enerji, tarım, hizmet, turizm işletmelerinde çalışan, çalışmak zorunda kalan köylülerin hayatlarını sürdürmesiyle ilgili nasıl bir pozisyon ifade etmek gerekir? Bizim açımızdan buradaki bütünlüğü görmeyen, buradaki işçileşme, mülksüzleşme dinamikleriyle buradaki mevcut işçilik dinamikleri arasında bağ kurmayan, o bağı dokumayan; kendi ideolojik öncülleri ve koşullanmalarıyla bölge gerçekliğine yaklaşan ve kendi hakikatlerini hayattaki hakikatler üzerine giydiren idealist yaklaşımların bu mücadeleyi örme, örgütleme gücü ve kapasitesi yoktur. Akbelen mücadelesine desteğe gelenler, oradaki ağaçları kesen orman işçilerini “sermayenin kölesi” olarak niteledikleri pankart asmışlardı. Buradaki ahlaki idealizm ekolojist/çevreci oluşumların bugün ruhuna işlemiş durumda, ekolojistler kendilerin ait örgütler kurarak bu farkı da derinleştiriyor maalesef.
Akbelen’den devam edelim, oradaki köylülerin üreten, emekçi karakterini okumadan bu mücadeleyi kurmanın, desteklemenin de ciddi bir zaafı var. Köylüler kendi köylerini, zeytinliklerini, tarımsal üretim kapasitelerini korumak için, mülksüzleştirmeye ve yerinden edilmeye karşı bir mücadele sürdürüyor. Bu mücadele 4 yılı aştı, 800 günü aşan fiili, 7/24 çadır nöbetine dönüştü. Dışarıdan desteğe giden her kesimin bu mücadelenin ana karakterini anlama ve orada bu süreci yürüten güçleri büyütme, destekleme, ihtiyaçları kavrayarak katkı sunma zorunluluğu vardır esasında. Ezilenlerin yaşamından ve mücadelelerinden öğrenmeye kendini açan bir anlayışa ve hareket tarzına aciliyetle ihtiyacımız var ve bu, mütevazi bir ilişki kurmayı, “kentli ve beyaz” alışkanlıkları geride bırakmayı gerektiriyor. Ancak o zaman 800 günü aşan mücadele pratiğini kavrayabilir, eksiklerine dair esas özneyi güçlendirecek bir ilişki geliştirilebiliriz. Ancak o zaman 800 gün görülebilir, köylülerin canla başla hem hayatlarını sürdürdükleri hem de Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birine kafa tuttukları hissedilebilir.
Kendi yaşam ve geçim araçlarını savunmak isteyen insanların örgütlenme süreçlerini hangi minvalde yapacağı, “sınıf ile ekoloji mücadelesi” arasında kurulması istenilen ilişkiye dair de ipucu veriyor, kaldı ki bu ikisi arasında tarihsel açıdan zorunlu bir ilinti var. Esas olan orada mücadele yürütecek araçları inşa ederken bunu mücadeleyi somutlayacak başlıklar etrafında ve mücadeleyi bölgede yaşayanların en geniş katılımını sağlayacak bir sınıfsal/toplumsal örgütlenme biçiminde yapabilmektir. Bu da bölgedeki en geniş toplumsal örgütlenme zeminini inşa edebilecek temellerin araştırılması ve örgütlenmesini gerektirir. Eğer ki bu temelleri sınıfsal bir bakış açısıyla inşa edebilirsek, o zaman ekoloji ile sınıf arasında varsayılan yarığın derinleşmesine müsaade etmeden başka türlü kurulmasına vesile olabiliriz. Bunu yapabilmek için esasında kurulacak mücadele aracını sınıf çelişkisi karakterinde kurmak anlamlı olacaktır. Kırsalda tarım emekçilerinin, köylülerin karakterinde; kentlerde de kent emekçileri, işçiler karakterinde. Bu karakter mücadelenin emek ile ekoloji arasındaki uzlaşmaz görünen örgütsel farkları bertaraf etmeyi de mümkün kılar. Yani, Akbelen Ormanı’nı yok eden maden projesini destekleyen sarı sendikayı bölecek, parçalayacak bir emekçiler örgütü kurabilirsek, biz o zaman Milas’ın, Bodrum’un köylerinde kendi kaderini ortaklaşmaya çalışacak bir emekçiler örgütü kurabiliriz. Bu örgütlenme de kendi yaşam alanıyla ilgili kararları kendisi verecek düzeyde ve güçte olur; kimsenin oraya dokunmasına izin vermez. Adil geçişle işçilerin kaderi hakkında karar verecek dışarıdan/başka bir mekanizmaya dönüşmek yerine, ortak bir geleceği birlikte inşa edecek bir örgütlenme pratiğine ihtiyaç var.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Tüm toplumsal üretim tarzları gibi kapitalist üretim tarzı da varlığını sürdürmek için yeniden üretim sürecini gerçekleştirmek zorunda. Burada kritik olan nokta, sermayenin sadece fiili emeği değil tarihsel bir birikimi ifade ediyor olması ve hatta varlığını bu tarihsel birikime, zenginliğe borçlu olmasıdır. Marx bu tarihsel olguyu yalın biçimde betimlemişti: “Üretici emek üretim araçlarını yeni bir ürünü oluşturan unsurlara dönüştürürken, bunların değerleriyle birlikte bir ruh kayması olur. Ruh, tükenmiş bedenden yeni oluşan bedene geçer. Ama bu ruh kayması sanki gerçek emeğin haberi olmadan gerçekleşir. İşçi, eski değerleri korumadan yeni emek katamaz ve dolayısıyla yeni değer yaratamaz; çünkü, emeği daima belli faydalı bir şekilde katmak zorundadır ve ürünleri yeni bir ürünün üretim araçları haline getirmeden ve böylece değerlerini yeni bir ürüne aktarmadan, işçi emeğini faydalı bir şekilde katamaz. Demek oluyor ki, değer katarken aynı zamanda değeri koruması, faaliyet halindeki emek gücünün, canlı emeğin, doğal bir özelliğidir; öyle bir özellik ki, işçiye hiçbir şeye mal olmazken, kapitaliste çok şey kazandırır; mevcut sermayenin değerinin korunmasını sağlar. İşler yolunda gittiği sürece, kapitalist, emeğin bu bağışını fark etmeyecek derecede, kendini para yapma gayretine kaptırır” (Das Kapital). Dolayısıyla yeniden üretim süreci sermayenin özünün emek gücü ve doğa olduğu gerçeğini olumsuzlamak bir yana bu gerçeğin olumlamasından başka bir şey değildir. Bu tarihsel gerçeklik, sınıf mücadelesi ile ekolojik mücadelenin nasıl iç içe geçtiğine, geçmek zorunda olduğuna da delalettir. Ama bildiğimiz üzere klasik politik ekonomide olduğu gibi çağdaş politik ekonomide de nedenler ve sonuçlar yer değiştirilerek saptamalar yapılır. Marx’ın gerçekliğin çarpıtılması olarak nitelendirdiği bu tersten okuma ise mücadelenin politik ekonomik boyutunun tamamlayıcısı olan ideolojik boyutunu duyuruyor.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde –Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
Greta’nın eylemiyle başlayan ve yayılan iklim hareketi başlangıçta “gençlerin” öncü olduğu ve ses getiren eylemler olmuştu. Ancak kısa bir süre içerisinde Batı burjuvazisinin propaganda araçları olan liberal çevre hareketleri gençlerin mücadelesini soğurarak bu mücadeleyi “sistem içi” bir çerçeveye oturttular. Yani bu hareketler “sistem karşıtı” bir mücadeleye evrilme zeminini ve zamanını bulamadan burjuvazinin “ön alıcı” müdahalesine maruz kalarak etkinliğini yitirdiler.
Bu hareketin Türkiye’de Batı’daki kadar kitleselleşememesinin nedenlerinden biri, Türkiye’de ekoloji ve çevre meselelerinin henüz yeterince karşılık bulamaması ve bu alandaki örgütlülüğün zayıf olması ya da geriden takip ediliyor olunmasıdır. Bizde de diğer ülkelerde olduğu gibi bu tarz eğilimler ağırlıklı olarak kentli orta sınıf diyebileceğimiz genç kesimde karşılık buluyor ama henüz bu yönde kitlesel bir hareket tarzı gelişmiş değil. Bunun nedenlerinden biri ise varolan eğilimlerin çok fazla Batı’daki çevre/ekoloji hareketlerinden ilham alarak gelişiyor olması (Bunun büyük ölçüde kadın hareketi için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz).
Son olarak “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” söylemine dair herhangi bir yorum yapmaya gerek dahi yoktur. “İklimin” ve “doğanın” kurtuluşu kapitalizm var olduğu müddetçe imkânsızdır.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürtlerin en temel hak mücadelelerin dahi engellendiği bir ortamda ekoloji temelli meselelerin de çok farklı bir akıbetle karşılaşması elbette pek mümkün değil. Dolayısıyla bu sorunun ana nedenlerinden birisi devletin propaganda mekanizmasıdır. Türkiye’de Kürtlerin tüm hak arama mücadeleleri nitelik fark etmeksizin “terör” ile “kriminalize” edilerek meşruiyeti sorgulamaya açılıyor. Böylece temel çelişki olan emek-sermaye çelişkisi ve “ezilen ulus” olgusu gölgeleniyor. Bu da ezilenler arasında diğer alanlarda olduğu gibi ekoloji alanında ortak mücadele zeminlerinin kurulmasını engelliyor. Ancak bu engellemelere karşı yapılması gereken ise, söz konusu “seçici duyarlılığı” aşacak bir mücadele inşa edebilmektir. Bu bakımdan Cudi ve Dersim ile Akbelen ve Kazdağları arasında mücadelenin ortaklaşmasını sağlayacak çalışmalar yapılmalıdır. Bu kapsamda söz konusu yörelerde yaşayan yöre halklarının bütünleşmesini ve mücadele zeminini ortaklaştırmasını mümkün kılacak faaliyetler yürütülmelidir. Esas özne olan yöre halkları arasında kurulacak güçlü bağların yaygınlaştırılarak sermayeye karşı topyekûn bir mücadeleye evrilmesi için çaba gösterilmelidir.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
Doğaya dair yaklaşımımızı ve ekolojik sorunları Marksist bir perspektiften hareketle ele almaya gayret ediyoruz. Kastımız Marx ve Engels’in ortaya koyduğu ve Lenin’in uygulayarak geliştirdiği Marksizm; ister klasik isterseniz de geleneksel Marksizm diyebilirsiniz buna. Bunca farklı Marksizm gelişmişken bizi bu perspektifte ısrarcı kılan ne? Öncelikle tarihselci ve materyalist bakış açısı. Tarihsel bir olguya materyalist -ki buna daha genel olarak nedensellik de diyebiliriz- bir yolla bakılmadığı sürece o olguyu nesnel olarak değerlendirebileceğimizi düşünmüyoruz, ki bunu bir tercih olarak değil tarihsel bir zorunluluk itibarıyla kabul ediyoruz. Dolayısıyla hayvanların sömürülmesini genel olarak doğa sömürüsünden doğa sömürüsünü de emeğin sömürüsünden -yani en genel ifadeyle insanın insanı sömürmesinden- ayrı ele alamayacağımızı toplumların tarihinden yola çıkarak söylüyoruz. Ama kimi öncülleri ve öncelikleri göz ardı edemeyiz. Komünist Manifesto’da ortaya konan tarihsel çerçeve ve temel önermelerin geçerliliğini koruduğunu düşünüyoruz; zira bir toplumun temel karakteristiği sınıf mücadelesi tarafından tayin ediliyorsa biz de bu nesnel gerçekliği öncül alarak ve mücadeleyi bu tarihsel duruma göre belirlememiz gerektiği sonucunu çıkarırız. Tabii ki en genel anlamıyla emek-sermaye çelişkisi olarak formüle edilen bu yaklaşımın farklı birçok çelişkiyi içerdiğini unutmadan. Ama temel çelişkinin bu ikisi arasında tezahür ettiğini de göz ardı etmeden. Hatırlamakta fayda var; Marx emek için “nihai olarak doğal bir kuvvet” tanımlaması yapar. Marx ve Engels’in doğal ve toplumsal olmak üzere tarihi bağlaşık iki yönüyle ele almamız gerektiği saptaması bizim için aksiyomatik karakterdedir. Öyleyse ekolojik sorunların emeğin sömürüsünden ya da ücretli emek ve özel mülkiyet olgusundan bağışık ele alınabileceğini kim iddia edebilir!
Özgürlük sorunuza gelirsek; özgürlüğü ‘bir canlının doğasını gerçekleştirmek’ olarak tanımlarsak bir insanın da insan dışındaki hayvanların da bunu yapabilmesinin onun koşullarıyla ilintili olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki burada bazı farklılıklar var. Söz gelimi bir kedinin ya da bir örümceğin doğasını gerçekleştirmesi ile insanın doğasını gerçekleştirmesi aynı yolla tanımlanamaz. Bu insanın doğada bir ayrıcalığa sahip olduğu yönünde yorumlanmasın ama insan diğer canlılardan farklı şekilde kendini aşacak biçimde doğasını gerçekleştirebilen bir canlı. Nasıl ki bir karganın uçması ya da bir balığın yüzmesi engellendiğinde onun doğasını gerçekleştirmesi söz konusu olamayacaksa insan da sahip olduğu doğal gücü farklı şekillerde kullanma ve farklı etkinlikler içinde gerçekleştirme olacağına sahip olamadıkça özgür olamayacaktır. İnsanın doğaya ve kendi dışındaki diğer
canlılara yabancılaşmasını ise Marx’ın da ortaya koyduğu gibi en temelde toplumsal üretim tarzı ekseninde ele almak zorundayız. Bu açıdan ekolojik tartışmalarda sıkça karşımıza çıkan ve sorunun temel boyutuymuşçasına ele alınan insanmerkezcilik, türcülük gibi olguların gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. En azından şu kadarını söyleyelim; kapitalist üretim ilişkileri insanmerkezcilik ya da türcülük ekseninde değil kâr ekseninde belirlenir. Şayet öyle olsaydı ortaya çıkan ürün insan türü arasında bölüşülürdü. Hayvan özgürlüğü meselesini de bu bağlamların zorunlu bir parçası olarak ele almak gerektiğini düşünüyoruz.
Burada kısaca şunu da ekleyelim; belirttiğiniz “sömürü ve tahakküm ilişkileri”nin (belki de “üretim, sömürü ve mülkiyet ilişkileri” demeliyiz) tarihsel doğasını anlamadan ortaya konacak ekoloji, kadın, göçmen, sınıf vb. her ne bağlamda olursa olsun, geliştirilecek kuramsal tartışma ya da mücadele tarzı toplumsal ya da ekolojik sorunların nedenlerinin anlaşılamaması nedeniyle kaçınılmaz biçimde bizi materyalist olmayan ve tarih dışı kuramlara, stratejilere ve hareketlere sevk edecektir. Görebildiğimiz kadarıyla bu temel eksiklik nedeniyle Türkiye’deki çevre hareketleri ya da ekoloji tartışmalarında önemli ölçüde liberal ve anarşist kuramlar ve hareketler hakimdir. Bununla ilgili daha ayrıntılı bir tartışmayı temel metnimizde ele almaya çalıştık: https://umutsen.org/index.php/2022/04/sinifin-ve-emegin-ekolojisi/
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Şunu baştan söyleyelim; AKP iktidarının Türkiye Yüzyılı programı ile ana muhalefetin İzmir İktisat Kongresinin içeriği yeşil kapitalizme bakışı açısından neredeyse bire bir aynıdır. Bunun sebebi bu dönüşümün yerel değil küresel bir politikanın parçası olmasıdır.
Seçim döneminde gerek iktidarın gerek muhalefetin programlarına baktığımızda yeşil kapitalizmin önemli bir yer kapladığını görmüştük. Sanayi’de Yeşil Dönüşüm projesi ile özellikle Organize Sanayi Bölgelerinde Güneş Enerjisi kullanımına ciddi teşvikler yapıldığını biliyoruz. Aynı şekilde KOBİ’lere de “yeşil enerji” kullanımı için teşvikler var ve bankaların yeşil enerji kredileri oldukça yaygın. Mehmet Şimşek yeşil dönüşüm ve enerjide dışa bağımlılığın azalmasını orta vadeli programın öncelikli başlığı olarak ifade ediyor. Yakın zamanda Dünya Bankası ile Türkiye bu bağlamda 895,7 milyon avroluk kredi anlaşması imzaladı. İktidarın Türkiye’yi bir güneş enerjisi tarlasına çevirme stratejisi bu coğrafyayı bir OSB ve lojistik depo/ hat cehennemine çevirme stratejisinden bağımsız değil. Enerji ihtiyacı artıkça ve uluslararası ilişkiler dönüştükçe de bu bir zorunluluk haline geliyor. Türkiye aynı zamanda Afrika gibi coğrafyalara güneş paneli ihracatı da yapan bir pozisyon elde etmeye çalışıyor. Şirketlerin tamamlanmış projelerini incelediğimizde neredeysem tamamının OSB, fabrika, depo odaklı olduğunu görüyoruz. Burada devrimci siyaset açısından en kritik sorun yeşil dönüşüm konusunun çevre hareketine ve oradan da tüm siyasete sirayet etme biçimi. BM IPCC (BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) gibi düzen içi bile denilemeyecek, doğrudan düzenin aygıtı olan kurumların programlarında ortaya çıkan “iklim adaleti” ya da “adil dönüşüm” gibi kavramlar sendikaların, siyasetlerin savunduğu ve hatta propagandasını yaptığı kavramlar oluyor. Burada kapitalizmin krizi değil de iklim krizi vurgusu ön plana çıktığında örneğin kömürden “yenilenebilir enerjiye” geçiş savunulur oluyor. Ancak bu propaganda metinlerinin hiçbirinde bu dönüşümün somut karşılığının ne olduğunu göremiyoruz. Örneğin güneş enerjisi panelleri ya da rüzgar enerjisi tribünlerinin nasıl üretildiği, bu üretim için çıkarılması gereken lityum, kobalt, grafit, nikel, bakır ve alüminyum gibi maddelerin nasıl çıkarıldığı gündem edilmiyor. Ekoloji hareketi ağırlıklı olarak “kömürsüz” dünya savunusu üstlenirken dünya da “yenilenebilir enerji” üretimi için dev bir piyasa açılmış durumda. Acele kamulaştırma kararları ile halkın toprağına el koyularak yapılan güneş enerjisi tarlaları ve fotovoltaik panelleri üretmek için dağı taşı kazmaya devam eden şirketler bizler için ne kadar adil bir dönüşüm sağlayabilir? Bir yandan da Avrupa Birliği’nin 2026 Net Sıfır hedefine ulaşmak amacıyla korkunç bir hızla gerçekleştirilmek istenen bu dönüşümün maliyeti emekçilere kesilmektedir. Bu üretim nasıl gerçekleşiyor, işçiler ne koşullarda çalışıyor bu sorular cevaplanmaya muhtaçtır. Yeşil enerji piyasasının önünü açmak için çıkartılan Lisanssız Elektrik Üretimi Yönetmeliği sayesinde enerji giderek daha özelleşirken yatırımcılar bu dönüşüm için sadece OSB ya da fabrika çatılarının yetmediğinden yakınarak daha çok arazi talep ediyor. Bu noktada ekoloji hareketinin tarihsel materyalist bir bakış açısı ve yöntemden kopuk şekilde birkaç slogan üzerinden yarattığı gündem yeşil kapitalizmin propagandasını besliyor. Kapitalizm kendi reklamını aktivistlere yaptırıyor neredeyse. Salt kömür karşıtlığı üzerinden kurulan siyaset örneğin maden işçileri açısından dışlayıcı olurken alternatif olarak sunulan senaryolara dair somut bir tahlil de yapılmıyor. Ana muhalefet “güneş bedava” diyor örneğin, ama Güneş Enerjisi Santralleri ve yeşil dönüşüme dair hakiki bir araştırma ve analiz yaparsak hiç bedava görünmüyor. Bu dönüşümü daha fazla ve hızlı panel üretmek zorunda kalan işçiler de daha çok elektrik faturası ya da vergi ödemek zorunda kalacak emekçiler de hissedecektir. Bu esnada sermaye kendi enerji krizini çözmek ve dönüşen lojistik hatlar ve üretim merkezleri döneminde yeni enerji coğrafyasını kurmakla ilgileniyor. Kapitalizm var olduğu sürece büyük şirketlerin kurduğu devasa Güneş Enerjisi tarlaları elektrik kesintisi yüzünden hayatını kaybeden astımlı bir çocuğun gündemi olmayacak. Çevre hareketinin sınıfsal muhtevasının eksikliği ve hatta neredeyse yokluğu “sayesinde” yeşil kapitalizm doğrudan sol siyaseti kendi propaganda aracına dönüştürmeyi başarmış görünüyor. Biz bu noktada düzenin önümüze saçtığı kavramlara temkinli bakmak, yeni teknolojileri katı bir karşıtlıkla değil ama tedbirli bir detaycılıkla araştırmak ve sermayenin cümlelerini kuran bir pozisyona düşmeden siyaset üretebilmeyi hedefliyoruz. Bu esnada enerji piyasasını adım adım takip etmek, sermayenin her adımından haberdar olmak ve ne yapacaksak yeşil dönüşümün faturasını ödeyen ve ödemeye devam edecek olan işçi sınıfı ile yapmayı önemsiyoruz.