Bu yazı ilk olarak Polen Dergi’nin 13. sayısında yer almıştır.
Soykırım ve ekokırım ilişkisi, İsrail’in Filistin’deki Siyonist yerleşimci yıkımını, Türkiye ve Azerbaycan’ın Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya’daki enerji çıkarlarına dayalı kolonyal milliyetçi politikalarıyla temelden bağlantılı hâle getiriyor. Bu ilişkiler ağı küresel enerji projeleri ve stratejik çıkarlarla beslenirken yıkımı durdurmanın anahtarı, yerli halkların ata toprakları üzerindeki egemenliğinin yeniden sağlanmasında yatıyor.
İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği soykırım ve ekokırım, yerleşimci-sömürgeci devletlerin yerli halkları sömürmek ve/veya yok etmek için çevresel yıkımdan yararlandığı karanlık bir emperyalist şiddet ağını yakın tarihte hiç olmadığı kadar belirgin bir şekilde yeniden gözler önüne serdi. Geçtiğimiz 7 Ekim’den bu yana Türkiye’den net bir şekilde görüldüğü üzere, İsrail Filistin’de uyguladığı soykırımı ve ekokırımı sürdürmek için sırtını Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’dan Kafkasya’ya uzanan bir enerji ikmal hattına yaslıyor. Bu durum, Filistin’de sürmekte olan soykırım ve ekokırımın Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya’daki benzer örneklerle bağlantıları konusunda bizi bir dizi soruyla baş başa bırakıyor.
Bu makale, 1492’de Batılı devletlerin kolonyal yayılma politikalarıyla başlayan soykırım-ekokırım bağlantısının tarihsel merceğinden Filistin, Türkiye ve Azerbaycan’da devlet ve sermaye şiddeti, toprak tahribatı ve enerji jeopolitiğinin güncel dinamiklerini irdeliyor ve yerlilerin toprak üzerindeki egemenliğinin yeniden tahsisinin önemine dikkat çekiyor. Makale boyunca geçtiği haliyle yerli egemenliği, Batı merkezci ulus-devlet modeli bağlamında ele alınmıyor. Bunun yerine, Filistin’deki Siyonist işgali burada egemenliğin dış kolonyalizm yoluyla gasbının bir örneği olarak ayrı tutarak, diğer iki örnekte yerli egemenliğinin yerlilerin iradesi esas alınmak kaydıyla tarihsel özerk yapıların restorasyonu gibi farklı biçimlerde sağlanabileceği önermesinde bulunuyor.
Dış ve İç Kolonyalizm
Tuck ve Yang’a (2012) göre, kolonyalizmin iki ana biçimi olan dış ve iç kolonyalizm arasında bazı temel farklar bulunuyor. Dış kolonyalizm, tarihsel olarak afyon, şeker ve elmas gibi metalarda görüldüğü gibi, kolonyalistleri zenginleştirmek için yerli topraklardan insani, doğal veya başka türlü kaynakların çıkarılması ve el konulması anlamına geliyor. Bu biçim genellikle askeri güce ve sınır ötesi savaş cephelerine dayanıyor, yerli halkları ve topraklarını sömürü için sadece kaynak olarak yeniden şekillendirmeyi ve kullanmayı amaçlıyor.
Öte yandan iç kolonyalizm, kolonyal ulusun sınırları içinde polis şiddeti, ayrımcılık ve gettolaştırma gibi biyopolitik denetimlere odaklanıyor. Bu biçim, hapishaneler ve gözetim gibi sistemik kontrol mekanizmaları aracılığıyla nüfusları yöneterek ve marjinalleştirerek kolonyal elitin hakimiyetini sürdürmeyi ve yaygınlaştırmayı amaçlıyor. O halde dekolonizasyonun, yerli egemenliğini yeniden tesis etmesi ve kolonyalizmin hem iç hem de dış biçimlerini ayrı ayrı hedefine alması gerekiyor. Bağlama ve içsel dinamiklere bağlı olarak dekolonizasyon bağımsızlığın veya özerkliğin yeniden tahsisi gibi farklı şekiller alabilir. Ancak kapsayıcı hedef yerlilerin toprak üzerindeki egemenliğini yeniden tahsis etmek olduğu sürece birbiriyle bağlantılı anti-kolonyal mücadeleler arasında bir çözüm birliği olmasa bile birer köprü kurmak mümkün.
Soykırım-Ekokırım Bağlantısı: 1492’den Günümüze
Soykırım ve ekokırımın iç içe geçmiş doğasının kökleri 1492’de başlayan kolonyal yayılmaya kadar uzanıyor. Kolonyalistler Amerika kıtasında genişledikçe, yerli halkları yok etmek için stratejiler uyguladılar ve çevresel yıkım önemli bir silah olarak işlev gördü. Kolonyalistler ormanları yerle bir etti, kaynakları sömürdü ve yabancı türleri getirerek ekosistemleri temelden değiştiren bir süreçle toprağı, kontrole daha elverişli hale getirdi. Hem insanların hem de doğanın aynı anda yok edilmesi, o zamandan beri küresel bir soykırım-ekokırım bağlantısı haline gelen şeyi yarattı: Yerli nüfusun sistematik olarak öldürülmesi, kaynak çıkarma ve yerleşimci yayılımını kolaylaştırmak üzere çevrelerinin tahrip edilmesi.
Short ve Crook’a göre, soykırım-ekokırım bağlantısı (genocide-ecocide nexus), geleneksel soykırım çalışmalarında genellikle göz ardı edilen, hem insan popülasyonlarının hem de ekosistemlerin birbiriyle bağlantılı olarak yok edilmesini ifade ediyor. Bu kavram, kitlesel şiddet ve ekolojik yıkımın, yalnızca yok edici ideoloji veya devletin yönlendirdiği eylemlerden ziyade, sıklıkla kalkınmacılık ve modernite gibi daha örtülü ve karmaşık iktidar biçimleri tarafından yönlendirildiğini vurguluyor. Geleneksel soykırım yaklaşımları, bireylerin veya devletlerin önceden tasarlanmış niyetlerine odaklanma eğiliminde olup büyük ölçekli çevresel ve toplumsal yıkımın ardındaki yapısal güçleri ihmal ediyor. Soykırım-ekokırım bağlantısında, genellikle ilerleme, ekonomik büyüme veya kalkınma adına toplulukların ve yaşam biçimlerinin yok edilmesi söz konusu oluyor.
Siyonistlerin Filistin Topraklarını Kullanılamaz Hale Getirme Girişimleri
İsrail’in 1948 yılında yerleşimci-sömürgeci bir yapı olarak yasadışı bir şekilde kurulması, bu soykırım-ekokırım bağlantısının kilit bir anına işaret ediyor. En başından beri siyonist yerleşimciler Filistin topraklarını etnik temizlik, askeri işgal ve doğal kaynakların yok edilmesi yoluyla “temizlemeye” çalıştılar. İsrail’in Filistin’deki soykırım eylemleri sadece insanlara yönelik saldırılarla sınırlı değil. Siyonist oluşum aynı zamanda yaşam alanlarını, zeytin ağaçlarını, tarım arazilerini ve su kaynaklarını yok ederek ekolojik bir savaş da yürütüyor. İsrail, Filistin’i işgali boyunca tarım arazilerini harap ederken, su altyapısını yok etti ve bilinçli olarak salgın hastalıklara yol açmanın yanında, Filistin topraklarını Filistinliler için her geçen gün daha da yaşanmaz hale getirdi. Bu politika, Gazze’deki mevcut soykırımda hiç olmadığı kadar yıkıcı bir hâl aldı.
Geçtiğimiz 7 Ekim’den bu yana, BP ve SOCAR tarafından işletilen Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı İsrail’in askeri operasyonlarını sürdürmek için kullandığı yakıtın önemli bir kısmını sağlıyor. Aynı petrol şirketleri, bir kısmı Filistin karasularında olan Doğu Akdeniz’de petrol arama ve çıkarma girişimleri için işbirliği yapıyor. Sonuç olarak, İsrail’in Filistinlilere yönelik devam eden soykırımı, küresel enerji politikaları ve fosil yakıt kaynaklarının sömürülmesiyle yakından ilişkili durumda.
Türkiye’nin Kuzey Mezopotamya’daki 100 Yıllık Yıkımı
Türkiye de İsrail gibi, başta Kürtler, Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere yerli halkları bastırmak için hem soykırım hem de ekokırım stratejileri uyguladı. Türkiye, 20. yüzyılın başlarından beri bu gruplara karşı amansız bir etnik temizlik ve kültürel silme kampanyası yürüttü. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere ve Süryanilere yönelik soykırım en trajik örneklerden biri olmakla birlikte, Türkiye’nin Kürt nüfusunu ve yaşadıkları ekosistemi yok etmesi yüz yıldan uzun süredir devam eden bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Kuzey Mezopotamya’da Türkiye’nin askeri operasyonları sadece Kürt nüfusunu değil, aynı zamanda bölgenin ekolojisini de hedef alıyor. Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde inşa edilen barajlar su varlıklarını bozuyor, antik kültürel alanları sular altında bırakıyor ve Kürt halkını yerlerinden ediyor. Türkiye’nin askeri stratejisinin bir parçası olarak ormanların, tarım arazilerinin ve su kaynaklarının yok edilmesi, Filistin’de görülen ekokırımsal taktikleri yansıtıyor. Bu çevresel yıkım sadece yerli nüfusu yerinden etmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye devletinin bölgedeki kontrolünü de kolaylaştırıyor.
Azerbaycan’ın Kafkasya’daki Doğa Talanı
Azerbaycan ve Ermenistan arasında Artsak-Karabağ bölgesi nedeniyle yaşanan son çatışmalar, soykırım ve ekokırımın kesiştiği bir başka vakayı gözler önüne serdi. Savaşın ardından Azerbaycan, Ermeni nüfusu göç etmeye zorlamak için sistematik şiddet kullanırken çevreyi de tahrip etti. Raporlar, Azerbaycan’ın bölgedeki kontrolünü sağlamlaştırma çabalarında geniş çaplı ormansızlaştırma, arazilere el koyma ve su kirliliğine giriştiğini gösteriyor.
Bölge adeta bir şantiyeye dönüşmüş durumda; sıfırdan inşa edilen yeni köyler, kasabalar, binlerce kilometrelik yol ve demiryolu ağları ile iki yeni havalimanı yükseliyor. Kazı makinelerinin oluşturduğu konvoylar, bu yeni açılan yollar boyunca ilerleyerek toz ve egzoz dumanları arasında çalışmaya devam ediyor. Ağdam’da ise yeni şehir için yer açmak amacıyla nar ağaçları kesilmeye başlanmış durumda. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’na (UNEP) göre, eski binaların yıkımından çıkan atıklar çöplüklere dökülüyor ve yeni yolların yapımı, Karabağ’ın ormanlarına daha fazla zarar veriyor.
Artsak-Karabağ’a yönelik saldırılarının yanı sıra Azerbaycan, yıllarca kontrolsüz bir şekilde petrol çıkararak kendi çevresini de tahrip etti. Azerbaycan’ın devlet petrol şirketi SOCAR, yerel su kaynaklarını zehirleyen ve geniş arazileri verimsiz hale getiren petrol sızıntıları ve çevre kirliliği ile biliniyor. 2008 yılında Wikileaks’in SOCAR öncülüğünde gerçekleştirilen Rehabilitation of Contaminated Soils (Kirlenmiş Toprakların Rehabilitasyonu) başlıklı konferanstan sızdırdığı bilgilere göre, Azerbaycan’ın 30 bin hektardan fazla toprağı bir buçuk asır boyunca kontrolsüz petrol çıkarımından dolayı kullanılamaz hâle geldi. Toprak kirliliği ile ilgili mevcut durum ise Azerbaycan’ın şeffaflıktan uzak tavrı yüzünden net olarak bilinmiyor.
Tel Aviv-Ankara-Bakü Üçgeni: Soykırım, Ekokırım ve Küresel Enerji
İsrail, Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ilişki, özellikle enerji alanındaki ortak jeopolitik çıkarları aracılığıyla sürdürülüyor. BTC boru hattı ve Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP) bu ilişkinin bel kemiğini oluşturuyor, Azerbaycan’dan Türkiye ve İsrail’e petrol ve gaz akışını sağlıyor. Bu boru hatları sadece altyapı değil, garantörü olan soykırımcı rejimlerin askeri operasyonlarını finanse etmelerini ve sürdürmelerini sağlayan yaşam hatları olarak da işlev görüyor.
BP, Chevron ve SOCAR gibi şirketlerin sponsorluğunda Azerbaycan’daki fosil yakıt çıkarımı ve İsrail’in denizde ve karada Filistin gaz sahalarını sömürme çabaları, bu ülkelerin ekonomilerinin temel itici güçleri olup toprak ve insan tahribatının hız kesmeden devam etmesini sağlıyor. Bu kolonyal yapılar, kaynak çıkarma ve kârı ve sermaye birikimini insan ve çevre yaşamının önüne koyan küresel kapitalizmle iç içe geçmiş durumdalar. Küresel enerji düzeni ve sözde “enerji güvenliği” anlatısı da bu sistemin tam kalbinde yer alıyor.
Yerli Egemenliği ve Çevresel Restorasyon İhtiyacı
Tuck ve Yang’ın (2012) iddia ettiği gibi dekolonizasyon sadece yerleşimci-kolonyal yapıların ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir konu değil, yerli halkın toprak üzerindeki egemenliğini de gerektiren bir süreç. Filistin, Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya’da yerlilerin toprak üzerindeki egemenliği, yerleşimci-kolonyal devletlerin yarattığı çevresel yıkımı geriye döndürmek için hayati önem taşıyor. Toprağın gerçek sahiplerine iade edilmesi sadece ahlâki bir zorunluluk değil, aynı zamanda onlarca yıldır süren sömürü ve savaş nedeniyle harap olmuş ekosistemlerin iyileştirilmesi için de gerekli bir adım.
Filistin, Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya’da olduğu gibi egemenlik ve çevresel adalet için halk hareketleri, hem insan hem de ekolojik yaşamın gelişebileceği bir gelecek vizyonu sunuyor. Bu hareketler, küresel enerji düzeninin temellerine ve onun sürdürdüğü soykırım rejimlerine meydan okuyarak yerli halkların ve yaşadıkları toprakların haklarına saygı duyan bir dünyaya doğru bir geçiş çağrısında bulunuyor. Filistin, Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya’daki soykırım-ekokırım bağlantısı, yerleşimci-kolonyal şiddet ile çevresel yıkım arasındaki derin bağlantıları ortaya koyuyor. Küresel enerji düzeni ve sermaye çıkarları tarafından beslenen Tel Aviv-Ankara-Bakü üçgeni bu zulümleri devam ettirirken, yerli halkların egemenliği mevcut belirsizliklere rağmen iyileşme ve adalete giden bir yol sunabilir.
Sonuç: Kim Tarafından ve Kim İçin Dekolonizasyon?
Günümüzün modern/kolonyal dünya düzeninde, özellikle Filistin, Kuzey Mezopotamya ve Kafkasya gibi bölgelerde sömürgecilikten kurtulma, derinlemesine tartışılmaya devam eden karmaşık zorluklar ortaya koyuyor. Bu bölgelerde, yerli egemenliğinin yeniden tesis edilmesi somut dekolonizasyon çabalarının merkezinde yer alıyor. Filistin’de Siyonist yerleşimci-kolonyal proje milyonlarca Filistinli’yi yerinden etti ve dekolonizasyon tartışmalarında toprağın yerli ve asıl sahiplerine iade edilmesi gerektiği her geçen gün daha yüksek bir sesle vurgulanıyor. Kürtlere ve diğer yerli gruplara yüzyıllardır ev sahipliği yapan Kuzey Mezopotamya ise Türkiye, Suriye, Irak ve İran devlet güçlerinin baskılarıyla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Kürtlerin özerklik ve toprak hakları için verdiği mücadele daha geniş bir bölgesel çatışmayla iç içe geçmiş durumda ve bu da net çözümleri zorlaştırıyor.
Kafkasya’da, özellikle Artsak-Karabağ bağlamında, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki tarihi çatışmalar nedeniyle dekolonizasyon karmaşık bir hal alıyor. Kafkasya’da yerli egemenliğinin tahsisi sadece siyasi müzakereleri değil, aynı zamanda meydana gelen kültürel ve ekolojik tahribatın da kabul edilmesini gerektirecek. Rusya, İsrail ve Türkiye gibi dış aktörlerin rolü, çıkarları daha geniş jeopolitik ve enerji gündemlerine bağlı olduğu için yerel egemenliğin restorasyonunu daha da karmaşık hale getiriyor.
Bu bölgelerdeki dekolonizasyon ufku, emperyalizm, yerleşimci-kolonyalizm ve modern devlet yapılarının küresel olarak birbirine bağlılığını hesaba katmalı. Yerli egemenliği ve toprakların geri verilmesi dekolonizasyon söyleminin temel bileşenleri olsa da, elimizde kesin çözümler mevcut değil. Devam eden tartışmalar, yerleşimci-kolonyal çerçevelerin ortadan kaldırılmasının gerekliliğini vurguluyor ancak bu süreçlerin nasıl gelişeceği hâlen belirsizliğini koruyor. Pek çok aktivist ve akademisyenin savunduğu gibi, gerçek dekolonizasyon mevcut iktidar sistemlerini basitçe kopyalayamaz, ancak toprağın ve yaşamın artık metalaştırılmadığı veya devlete tabi kılınmadığı bir dünyayı hayal etmesi gerekiyor.
Kaynakça
Behind the Barrel: New Insights into the Countries and Companies Behind Israel’s Fuel Supply. Oil Change International. (2024). https://www.oilchange.org/publications/behind-the-barrel-new-insights-into-the-countries-and-companies-behind-israels-fuel-supply/
Eve Tuck, & K. Wayne Yang. (2012). In Decolonization is not a metaphor. essay, Journal Publishing Services.
Palestine, E. E. for. (2024). Pipeline to genocide: BP’s oil route to Israel. Transnational Institute. https://www.tni.org/en/article/pipeline-to-genocide
Short, D., & Crook, M. (2022). Genocide-ecocide nexus. ROUTLEDGE.
Smith, H. L. (2024, February 27). The land that was once Nagorno-Karabakh. Foreign Policy. https://foreignpolicy.com/2024/02/27/nagorno-karabakh-azerbaijan-armenia-environment-climate/
UN Environment Programme. (2022). Report of the UNEP Environmental Scoping Mission to the … https://eco.gov.az/frq-content/plugins/pages_v1/entry/20221223145000_59496900.pdf
Wednesday, 17 December 2008. (2008). Cablegate: SOCAR hosts conference on environmental. Scoop. https://www.scoop.co.nz/stories/WL0812/S02102/cablegate-socar-hosts-conference-on-environmental.htm?from-mobile=bottom-link-01