Polen Ekoloji Kolektifi’nden Onur Yılmaz, 2 Ağustos’ta Özgür TV’nin Özgür Yorum programına katılarak gündemdeki hayvan katliamı yasası ve türcü kapitalist düzen üzerine soruları yanıtladı. Programdaki söyleşinin düzenlenmiş halini güncel önemi nedeniyle yayınlıyoruz. Yayını Özgür TV youtube kanalından izleyebilirsiniz.
AKP-MHP iktidarı, sokakta yaşayan hayvanların katledilmesinin önünü açan yasa tasarısını, Meclis’teki vekil çoğunluğuna dayanarak yasalaştırdı. Hayvanların özgürlüğü mücadelesi verenler bir aya yayılan bir mücadele yürüttü. Kitlesel yaygın eylemler örgütlendi. Fakat yasanın yürürlüğe girmesi bugün için engellenemedi.
Türcülük nedir?
Türcülük; kısaca canlı türlerinin varoluşlarına özsel olarak farklı değerler biçme etrafında şekillenen, burjuva ideolojisinin toplumdaki görünümlerinden biridir. Bu, hem insanlarla diğer türler arasındaki değer farkı, hem de insandışı türlere farklı değerler biçme olarak kendini gösterir.
İnsan türünün bir şekilde özünde, fiziksel ya da zihinsel olarak üstün olduğu, diğer türlerin insanın kullanımına hazır olduğu, insanın diğer türlerle etkileşiminin ancak yarar ilişkisi olabileceği, hatta biraz dini versiyonlarında insanın eşref-i mahlukat olduğu ve diğer türlerin onun emrinde olduğu, gibi fikirlere dayanır.
Temel olarak insan şovenizmidir.
Burjuva ideolojisinin bir görünümüdür dedim, zira bu ideolojik bakış açısı egemen sınıfın çıkarlarıyla örtüşen sonuçlar doğurur.
Nedir yani, bir yandan; türler arasındaki farklılıklar, birer hiyerarşi olarak kodlanır. Ve doğada bulunan bu hiyerarşinin insan toplumları için de geçerli olacağı sonucu çıkar buradan.
Diğer yandan, insanın dışındaki her şey olarak algılanan doğa, insanın var olmak için kavga etmesi, fethetmesi gereken bir dışarısı olarak görünür; böylece toplum ya da birey, çevresiyle kurduğu ilişkilerde doğaya bir kaynak ya da atık alanı gözüyle bakar, hayvanlar dahil.
Burada belki insan merkezci yaklaşımlarla örtüşür, ama bunlar birebir aynı şeyler değildir.
Tür olarak insanın, kendi çevresiyle kurduğu ilişkiyi ekosistemlerin bütünlüğünü gözeterek planlaması için, doğayla uyumlu bir toplumun inşası için hem doğada olan dönüşümler anlaşılmalı hem de toplumsal ihtiyaçlar bunlarla uyumlu hale getirilmelidir. Ama en nihayetinde dönüştürmemiz gereken ilişkiler toplumsal üretim ilişkileri olduğu için daha çok insandan bahsederiz, buna insan-merkezcilik diyenler olabilir ama bu bağlamda bu türcülük değildir elbette. Ama analizin konusu insan toplumudur. Bunların karıştırılmaması için buraya kısaca değinmek istedim.
Irkçılık ve cinsiyetçiliğin ilişkisi nedir?
Hayvan özgürlüğü mücadelesi verenler, türcülük kavramını ilk olarak 70’lerde ırkçılıkla benzeterek kullanmışlar.
Tabi ki bunlar arasındaki ilişkiyi görmek için yine bu baskı ve ayrımcılığın kimin çıkarına olduğuna bakmak yeterlidir. Burada toplumdışı ilan edilmede, benzer bir örüntü görmek zaten zor değildir, türcü politikalar büyük oranda ırkçı ve cinsiyetçidir. Bu hem yaşam alanlarının bu ayrımcılıklar temelinde iç içe geçmesi, sömürünün bu zeminlerde ağırlaşması nedeniyle de böyledir; hem de bu ideolojinin toplumu dikine bölen özellikleri nedeniyle de.
Tabi ki kapitalizm öncesinde de türcülük mevcuttu, ancak bunun sonuçları üretici güçlerin kapasitesi ölçüsünde yaşanıyordu. Kapitalizm türcülüğü, yine tıpkı ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi bir araç olarak kullandı ve onu yapısal bir özelliğine dönüştürdü.
Bir örnek vermek gerekirse, Kürdistan’ın savaş politikalarıyla insansızlaştırılmasından bahsederiz sık sık. Ama bunun ötesinde coğrafyanın canlılardan arındırılmaya çalışılması söz konusudur.
Sömürgeci sermaye için sömürge topraklarındaki canlılar ancak kârlı bir işin konusuysa dikkate alınır. Bunu tekrar tekrar görüyoruz, Kürdistan’da orman yakmak, hayvan öldürmek, tırnak içinde daha “ucuzdur”, toplumsal bedeli daha azdır. Çünkü orası savaş alanıdır, savaşta her şeyi yok etmek mübahtır gözüyle bakılır.
Şöyle düşünelim; tümüyle hayvan özgürlüğüne kendini adamış biri eğer savaş politikalarına ses çıkarmıyorsa o zaman mücadele ettiği sistemi anlamamış demektir. Toplumu bu şekilde dikey bölen burjuva ideolojik çarpıtmalar her zaman iç içe geçer, biri diğerinin önüne geçmez, ancak antikapitalist siyasi mücadelenin konjonktürüne uygun taktiklerin konusu olurlar.
İnsanlar “hayvan öldürme hakkı”nı nereden alıyor?
19 Nisan’da 40 kadar bilim insanı hayvan bilinci konusundaki araştırmaların ortaya çıkardığı sonuçlardan yola çıkarak New York deklarasyonu adıyla kısa bir metin yayımladı. Deklarasyonda “diğer memelilere ve kuşlara bilinçli deneyim atfedilmesine yönelik güçlü bilimsel” dayanaklar olduğu, “deneysel kanıtların en azından tüm omurgalılarda ve birçok omurgasızda bilinçli deneyimin gerçekçi bir olasılık olduğunu” gösterdiği ve buradan da “bir hayvanda gerçekçi bir bilinçli deneyim olasılığı olduğunda, o hayvanı etkileyen kararlarda bu olasılığı göz ardı etmek sorumsuzluk” olacağı belirtiliyordu.
Buradan bakınca türcülük en nihayetinde bir etik tartışmasıdır. Toplumsal ilişkileri düzenleyen mevcut yasalar, toplumun doğayla, hayvanlarla kurduğu ilişkilere dair de bir şeyler söyler. Ama hepimizin bildiği üzere burada hukuk, evrensel hukuk, ne dersek diyelim; soyut, mevcut nesnellikten bağımsız bir rasyonelliğe dayanmaz. Somut ve toplumsal ilişkilerin ifadesidir. Dolayısıyla mevcut hukuk, egemen sınıfın hukukudur. Ve ırkçı, cinsiyetçi yanları olduğu gibi türcü yanları da vardır.
Bu hak nereden gelir, elbette özel mülkiyet rejiminden gelir. Hayvan bir mülktür, bir maldır bu hukuka göre.
Hayvanların yaşamına biçilen değerde ekosistem içindeki özgün yerine göre değil; eti, sütü, derisi için, taşıma ve koruma için evcilleştirilen ve yetiştiriciliği yapılmasına göre yaklaşılır; yaşamı, metalaştırılabildiği ölçüde sadece kullanıma konudur.
Farklı hayvan türleri arasındaki hukuki ayrışmanın keyfiliği, işte kedi-köpeğin, “tehlikeli ırkların”, avlanabilecek hayvanların, ticareti yapılabilecek hayvanların örneğin sermayenin çıkarına ne kadar hizmet ettiğiyle ilgilidir. Endüstriyel hayvancılığa dair yasal mevzuatlar, bu sektördeki patronların “hayvan öldürme hakkı”nı düzenler.
Yine, kapitalist sistemde işçiler çalışma hakkını ancak sağlıklarından olmayı kabul ederse elde edebiliyorlar. Bu ilaç sektörünün, insanların sağlıksızlığından kar eden, onları işgücü piyasasında hazır tutacak bir sektör olduğu anlamına gelir. Hayvan deneylerine bu gözle bakmak gerekir, ilaç sektörünün neden olduğu ormansızlaşmaya böyle bakmak gerekir. Burada emek-sermaye çelişkisi, yine işçiler karnını doyurmak istiyorsa canlılara kıyılmasına göz yummalıdır ikiliği olarak kendini gösterir. Oysa gerçeklik daha bütünseldir. Kapitalizmin emeği ve doğayı aynı anda yıkıma uğratması onun işleyişine içkindir.
Dünyada meta akışına sekte vuran, yeni baskıcı emek rejimlerinin denendiği son Covid salgınını düşünelim. İçlerine kadar girilen orman ekosistemindeki bir virüs işçi-emekçileri öldürürken o üretim faaliyetinin tamamı endüstriyel et üretiminin bir parçasıydı. Türcü düzen, meseleyi bir sağlık krizi olarak, çarkların dönmesi krizi olarak daraltmış oldu. Çünkü hayvanları öldürme hakları tartışılmazdı.
Son yıllarda Bolivya’daki gibi demokratik halkçı yönetimlerin olduğu yerlerde “doğanın hakları”, “suyun, taşın, ağacın hakkı” gibi hukuka da yansıyan gelişmeler olmuştur. Bunlar bir şekilde ileri adımlardır, ama türcülüğün aşıldığı anlamına gelmez, o anki sınıflararası güç dengesinin bir yansımasıdır. Burada kapitalist üretim ilişkilerinin tekrar ve tekrar türcülüğü üreteceğini anlatmak istiyorum. En nihayetinde diğer hayvanları öldürme “hakkı” sınıfın önüne yanlış bir ikilik olarak getirilip yerleştirilebiliyor.
Türcülük, hayvanlara yönelik şiddetin meşrulaştırılması, normalleştirilmesi kapitalist devletlerin yönetme aracı oluyor. Şöyle düşünelim; türcü olmayan bir toplum elbette ekosistemleri yıkıma uğratan rant politikalarına geçit vermemek için daha fazla öne atılacaktır. Ormanları, dereleri, geyikleri yalnızca bir kaynak, servet olarak değil yaşamın paylaşıldığı yerler olarak görecektir, oraya saldırının kendine saldırı olduğunu düşünecektir.
Hayvanların yaşam hakkı mücadelesi nasıl ilerletilir?
Öncelikle meselenin tek tek bireyler olmadığının öne çıkarılması bu alanda mücadele yürüten kişi ve örgütlerin politikleşmesi bakımından önemli olacaktır. Meselenin sistemsel boyutu çok yönlü şekilde anlaşılacaktır.
İkincisi türcü yasaların, kurban gibi kültürlerin, düşünce biçimlerinin altında yatan süreçler tarihsel materyalist bir şekilde ele alınmalıdır. Bu altyapı ilişkilerinin siyasete, topluma yansımalarındaki diyalektik ilişki mücadeleye yön vermelidir.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi kesinlikle sadece etik ya da romantik bir temele dayanmaz. Son derece sınıfsaldır, ama ancak sınıfı, sınıfsallığı doğayla uyum temelinde ele alırsak. Tek bir hayvanı bile kurtaracak işler çok kıymetli. Hayvan hakları mücadelesi “dün” bir avuç insanın “işi” iken bugün toplumsal bir mücadele alanına dönüşmüş durumda. Yasanın gündeme gelmesiyle farklı kentlerde oluşan ağlar, dayanışma kampanyaları bu konuda duyarlı kitlenin örgütenme kapasitesini gösteriyor. Tıpkı salgın dönemindeki dayanışma ağları gibi bu tekil amaçlı örgütlenmelerin uzun ömürlü olması, politikleşmesi için Polen Ekoloji Kolektifi gibi politik ekoloji örgütlerinin bu işin daha fazla merkezinde yer alması gerekiyor.
Tıpkı göçmen düşmanlığı gibi bu coğrafya açısından uzun vadeli düşünülmesi, bugünü ve yarını kapsayan bütüncül mücadele ve örgüt sistemlerine ihtiyacı olan bir politik gündem artık. Ama görüldüğü üzere milyonlarca “vicdanlı” hayvanseverin tüm kentlerde birkaç bini sokağa çıkabildi.
Polen Ekoloji bu açıdan temel ihtiyacın en nihayetinde bir örgüt ve örgütlenme sorunu olduğunu düşünüyor. Bu kadar yoğun bir gündemde kolay değil elbette. Pratikte yasanın uygulanmasına karşı hayvanları korurken politik hayvan özgürlüğü gruplarıyla iyi hazırlıklı bir “yeni dönem-dönemeç” tartışması yapmamız gerekiyor.
Türcülük karşıtı mücadelenin bu bakımdan politik biçimde örgütlenmesini, kapitalizm sonrası bir toplumu hayal ederken elimizde bu mücadeleden öğrendiklerimiz olduğunu Polen Ekoloji olarak tekrar vurguluyoruz.