Ekoloji hareketinin önünde keskin bir sorun artık iyice netleşti: Liberal piyasa rejimlerine entegre olmak. Bu sorun sadece – aslında sisteme entegrasyonu çoktan bitmiş olan – Yeşil Partiler için değil, onlarla beraber ve onların dışındaki ekoloji hareketleri için de geçerli. Yeşiller için geçerli olan sorunu belki bütün kapitalist partiler artık yeşil kesilmişken onlara gerek kalıp kalmadığı biçiminde formüle edebiliriz. Ki onlar da bu varoluş krizini tartışıyorlar.1
Fakat Yeşil hareketin toplum üzerindeki etkilerini göz ardı edemeyiz. Yeşiller tarafından tedavüle sokulan birçok kavram ve tartışma burjuva siyasetin sağlı sollu bütün partileri tarafından artık rahatlıkla benimsenirken bu hareketle arasındaki tarihsel ve güncel bağlarını hâlâ koruyan ekoloji hareketlerinin de onlarla beraber sisteme rücu etmesi tehlikesi bulunuyor. Bu tehlike sadece yeşillerin özgül ağırlığından kaynaklanmıyor; David McNally’nin “Devrimin Bugünkü Anlamı Nedir?” yazısında2 tartıştığı gibi, Güney Afrika’dan Polonya’ya, Güney Kore’den Endonezya’ya son on yılların kitle isyanlarının ne kendi içlerinden kapitalist devletlerin iktidarına alternatif olabilecek işçi sınıfı ve halk iktidarının embriyonik biçimlerini yaratmış olmaları ne de zaten yakın olmadıkları geleneksel formları aşan yeni sendika ya da parti formları geliştirmiş olmaları nedeniyle de önemli. Çünkü bu durum hepsinin “demokratik özlemlerinin çok sıklıkla liberal piyasa rejimlerine entegre olmuş olması”nın “yeni ve daha cüretli sosyal demokrat reformizmin yükselişi”ne son derece elverişli bir ortam yaratmış olmasından dolayı konu önemli.
Neoliberalizme karşı süreduran en önemli toplumsal muhalefet güçlerinin – iklim krizi gündemiyle birlikte (belki de) kadın hareketini de aşarak – başlıcası olan ekoloji hareketinin kaderi genel olarak “yeni toplumsal hareketler”in de kaderi olabilir. Tersinden bu badireyi atlatacak stratejiler geliştirilirse, besbelli ki kapitalizmin 2008’den beri içinde debelendiği krizi aşmanın hem ekonomik hem de ideolojik paradigması olan “yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat”, “küçülme” gibi programları devrimci temelde aşarak yeni sosyal demokrat reformizmine karşı hareketin koçbaşı da olabilir.
Ayrıca kabul edelim ki, politik ekoloji alanındaki mücadele yeşiller, derin ya da toplumsal ekoloji gibi akımlar tarafından geliştirildi; dolayısıyla onların yarattığı kavramlar, önermeler küresel olarak politik ekoloji hareketlerinin tasavvur dünyasını şekillendirdi. Hareketlerin uzun yıllardır bütün iklim eylemlerinde kullandığı “iklimi değil sistemi değiştir” sloganındaki “sistem”in adını bile hâlâ koyamıyor olması bunun sadece bir örneği. Elbette bunda “sınıftan kaçış” derekesine indirgeyemeyeceğimiz “yeni toplumsal hareketler”in, Nancy Fraser ve başka düşünürlerin “ilerici neoliberalizm”3 diye tanımladıkları döneme denk gelmesinin – hiç tesadüf değil ama kapitalistlerin kurgusu da değil – hegomonik bir durum yarattığını da unutmayalım.
Yeşillerin “geçmişi”
Yeşillerin doğuşundaki özel ve genel koşullarda “demokrasi krizi”, “temsiliyet krizi” üzerine hayli geniş bir literatür var. Badiou, kırkıncı yıl dönümünde yani 2008’de Mayıs 68’e dair yaptığı bir konuşmada, Mayıs 68’in “politika nedir” sorusunu ortaya attığını savunmaktadır. O zamana kadar, sınıf, mücadele, örgüt, öncülük, parti vb. konularda herkes “ortak bir dil”i konuşmaktaydı. Mayıs 68’de ve onu takip eden yıllarda bu ortak dil öldü ya da büyük oranda öldü. “Fabrikalarda dahi disipline, alışıldık grev tarzlarına, iş içerisindeki hiyerarşiye, sendikanın hareket üzerindeki otoritesine itirazla yükselecekti. Akabinde işçi eylemi ya da halkçı eylem normal çerçevesinin dışına taştı, anarşik ya da kanunsuz inisiyatifler olarak değerlendirildi. Ve belki de daha da önemlisi, temsili demokrasinin ve onun seçimlere dayanan parlamenter çerçevesinin, ‘demokrasi’nin kökten kurumsal, yapısal ve devletsel eleştirileri sözkonusuydu.” Badiou’nun belirttiği gibi, 68’le başlayan ve günümüzde de devam eden sistem karşıtı hareketlerin ortak özelliği, “devlet iktidarı”nı fethetmeye yönelik devrimci stratejisi yerine gündelik yaşamın devrimcileştirilmesini esas alıyor olmaları idi.4
“Yeşiller” gibi hareketlerin bu krize yeni yollar, yordamlar, cevaplar üretebilecek pratikleri, yapıları oluşturacağı inancı o kadar kuvvetli hâl almıştı ki bu, “yeni toplumsal hareketler” literatürünü de doğurdu, besledi. Bu literatüre düşünsel kökenleri itibariyle Foucault’tan, Deleuze’den fışkıran “öznellik” literatürünü, otonomcu Marksizm’den fışkıran Negri ve Hart’ın yaptığı “çokluk” literatürünü ya da Ernesto Laclau, Chantal Mouffe’nun “radikal demokrasi” literatürünü de ekleyebiliriz.
Geçen yarım yüzyılı meşgul eden “demokrasi/temsil krizi” tartışması fuzuli miydi? Yoksa “temsiliyet simyası”nın kendisi mi simyaydı? “Parti olmayan parti”, “doğrudan demokrasi” hayal miydi? Bugün hâlâ, “bizde ve her yerde”, isyanların sol, sosyalist, komünist partilerin yelkenlerini şişirmemesinin nedenini başka yerde mi arayalım? Kapitalizm çoklu bir kriz yaşarken bu tartışmayı ya da arayışı diyelim ki, en iyisi paranteze alıp eski stratejilerle eski partilerimizde ya da eski partilerimizde yeni stratejilerle yola devam mı edelim?
Tanıl Bora, Türkiye’de “yeşil parti” kurma girişimlerinin başladığı erken bir tarihte, “Yeşil hareket nüvelerinin, Batı’daki Yeşillerin radikal demokratik perspektifi çerçevesinde tartışılması” için “malzeme sağlamayı” amaçlayan “Yeşiller ve Sosyalizm”5 (ilk ve tek baskı 1988’de) derlemesine yazdığı uzun “Sunuş” yazısının sonunda şöyle der: “Artık siyasal açıdan Yeşillerin şimdisi değil, geçmişi incelemeye değer.”6 2005’ten sonra çevre ve ekoloji hareketine dahil olmuş biri olarak, Bora’nın 1988’de yayınlanmış bu metnini okurken, “yeşil” hareketin Sisifos’un kaderini paylaştığı hissine kapılmaktan kendimi alamadım. 1970’lerde Almanya’da yaşanan öykü başka diyarlarda ve başka zamanlarda tekrar edip duruyor. Kaya aşağı yuvarlanıyor ve biz ya da birileri yeniden onu yukarı çıkarmaya talip oluyoruz. Bu, daha önceden Aykut Çoban’ın Türkiye’deki ekoloji hareketi nezdinde tartıştığı “yine dene yine yenil”7 tekrarı üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Neden tekrardan çıkılamıyor? Kuşaklar ve/ya dönemler arasında kopukluk mu var? Sorduğumuz, sorguladığımız soru(n)lar mı yanlış, sorgulama yöntemimiz mi?
Yeşilleri oluşturan taban hareketlerinin “Ütoposlar” ve “Realoslar” olarak yaşadığı yarılmayı şimdi de yaşamıyor muyuz? Yeşil Yeni Düzenciler, Küçülmeciler “realoslar” oluyor, “kapitalizmi yıkmadan iklim krizi çözülmez” diyen bizler de “ütoposlar.” O zamanın taban hareketleri de kısa süre sonra hegomonik siyaset yapma tarzıyla daha doğrusu anlayışıyla cebelleşmekle yüz yüze kalarak “anti”cilik, “programsızlık”, “alternatifsizlik” eleştirilerinin hem cezbedici hem de kahredici tazyikine maruz kalırlar. Nükleer enerjiye karşı çıktıkça “Almanya enerji ihtiyacını nasıl karşılayacak, alternatifiniz ne?” sorusuyla baskı altına alınırlar. Sosyal demokrat SPD, KPD bu taban inisiyatiflerini “programsızlık”la, küçük burjuva liberallikle, ütopik olmakla eleştirirler. Taban inisiyatiflerinden, doğrudan eylemlerden geçerek “partileşme süreci”ne, “parti olmayan parti” kurma sürecine giren Yeşiller içinde Rudolf Bahro’nun başını çektiği “ütoposlar” baştan itibaren, SPD ile ittifaka karşı çıkarak; örneğin “işsiz insanlara somut olarak ne önereceğiz? Kapitalist sistemin ne kadar bozuk olduğunu böylelikle görmüş oluyorsunuz mu diyeceğiz?” sorusuna “Hamburg’daki işsiz gemi işçilerinin Alternatif üretim komünleri oluşturmaları” gibi “sıradışı” önerilerle yanıt vererek “alternatif toplum projesi”nden vazgeçmemeye çalışır. Fakat mücadeleyi “realoslar” kazanır.
Sonuçta, mevcut parlamenter, bürokratikleşmiş ve kastlaşmış, toplumun taleplerine, arzularına yanıt vermekten uzaklaşmış siyaset sistemine karşı başlayan hareket tam da bu sistemin içinde ehlileşmiş olarak bulur kendini. Belediyelerde ve parlamentoda koltuk sahibi olmak için girişilen arayışlar, ittifaklar için ödenen bedeller Yeşil hareketi, “parti gibi parti” haline getirir. Fakat bence hâlâ “şimdisi değil, geçmişi incelemeye değer,” çünkü muhtemelen Bahro “sen kazandın ama ben haklıydım” şarkısını söylerse son derece haklı olmayı sürdürür. Fakat bizi Bahro’nun tezlerinden bazıları, onun da son halinden çok “geçmişi”, yani yukarıdaki gibi işsiz gemi işçilerinin alternatif üretim komünleri kurması önerisi gibi “ütopik” olanları ilgilendiriyor.
Yani örgüt, eylem, program vb. bakımından yarım asırdır, çok fazla ilerleyemediğimizi, hâlâ 70’lerde kuyuya atılan taşları çıkarmaya çalıştığımızı, bunun da bizim, biz komünistlerin krizi olduğunu bilerek Yeni Dünya Düzeni’nden Yeşil Yeni Düzen’e geçişin yaratacağı tasfiyecilik dalgasını nasıl aşacağımızı düşünmeliyiz.
Yeni olan “aciliyet” mi?
Burada vurguladığım tehlikenin, uzun zamandır kimi ekososyalistler arasında süren “yeşil yeni düzen”, “küçülme” ve hatta “sistem değişikliği için zaman var mı” gibi tartışmaların yarattığı halet-i ruhiye ile de bağını kurmak lazım.8 Çünkü 1,5 ve 2 derece eşiklerine odaklanmış birçoğu için geri sayım başlamış durumda; 2030 ve 2050 yıllarına 9 ve 29 yıl kaldı! Küresel ısıtmanın, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) “müzakere ve uzlaşma” ile son halini alan raporlarındaki “iyimser senaryo”larından farklı bir yol izleyeceğinin neredeyse kesin olduğunu düşünürsek, halihazırda yaşadığımız felaketlerin sayı ve şiddet olarak artarak devam edeceği çok net. Dolayısıyla “iklim krizi” ilanı yapanların aciliyet hissinin son derece gerçek ve kaygıların da çok yerinde olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ve bu aciliyetin dünden farklı olarak esasen başta kadın ve LGBTİ+ olanlar olmak üzere tüm emekçiler, yerli halklar, mülteciler, halihazırda açlık susuzluk çekenler, şirketlerin kışkırttığı paramiliter güçlerin elinde can çekişen Batı Asya ve Afrikalılar ve diğerleri açısından misliyle geçerli, dolayısıyla sınıfsal bir kaygı olduğunu da görmek lazım.
Küresel ısıtmanın yarattığı “acil durum” ve kapitalist uygarlığın durumu ise bizi herhalükârda “aklın kötümserliği”ne götürüyor. Aklın kötümserliğinin başka tarihsel kaynakları olduğunu da biliyoruz: 20. yüzyılın sosyalizm girişimlerinin tarihsel bakiyesi. Bizim gibi Marksistler, ekososyalistler açısından oldukça basit bir gerçeklik olan “devlet”, “sermaye”, “kâr oranları” gibi ilişki ve yasaların, iyi niyetlerinden kuşku duyulmayacak – kendini şirketlerin hizmetine koşmamış – “küçülmeci” sosyal bilimciler tarafından boylu boyunca anlaşılamamasını da bu bakiyenin akademide ve toplumda yarattığı “alt çizgi kayması sendromu”na bağlayabiliriz. Balıkçılık bilimi uzmanı Daniel Pauly’nin tanımladığı bu sendrom, her neslin kendi çocukluğunda içine doğduğu çevre koşullarını doğal kabul etmesi anlamına geliyor. Biz gerçekten de “TINA – There Is No Alternative” toplumunda doğduk. Daha yaşlılarımızın bir kısmı, Arthur Koestler’in “gün ortasında karanlık” diye betimlediği inkisar-ı hayalin yarattığı “dinozorlar”dan oluşuyor. Diğer kısmı ise “modern revizyonizm”e karşı savunma mücadelesi veren Daidaluslardan. Bu yüzden “iklim krizi” karşısında Marksistlerin durumunun oldukça dezavantajlı olduğu açık.
İklim “krizi” tartışmasının bilimsel bir tartışma olarak sınırlanmasının bir başka tuzak ya da engel olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Greta Thunberg kampanyasının temel sloganlarından biri de “bilimin arkasında birleş” idi. BM ve IPCC raporları neredeyse tartışılamaz, tek referans kaynağı olarak kabul ediliyor. Kuşkusuz binlerce bilim insanının emeği ile oluşan raporların ve senaryoların bilimselliğini aşındırmak istemiyoruz ama kriz tanımının her veçhesinin politik olduğunun gözden kaçırılmasında bu bilim vurgusunun koçbaşı olduğunu gözden kaçırmamak lazım. İş başına geldikten kısa bir süre sonra 40 dünya lideriyle yaptığı sanal zirvede Biden’in “bilim insanlarıyla konuştuk, iklim krizini çözeceğiz!” açıklamasında olduğu gibi. Çünkü bu “bilimsellik” politik ekoloji hareketinde Foucault’nun dediği anlamda bir iktidar yaratıyor. Bu iktidar ilişkileri sayesinde liberal tezler bilimsellik kisvesi altında her yere sirayet ediyor.
Konunun etrafında dönüp duran bu uzun peşrev kaçınılmazdı. Zira eğer girişte vurgulandığı gibi, ekoloji hareketinin, yeni sosyal demokrat reformizmine karşı hareketin koçbaşı olacaksa, içinde konumlanacağı evrensel kümenin sınırlarına ve fay hatlarına dair bilincinin olması gerekiyor. John Molyneux’un geçtiğimiz yıl yazdığı yazıya atfen “sistem değişikliği için zaman var mı?” tartışmasının müstakbel taraflarının biçimlenmesinde bu tarihsel teorik-politik sorunlar manzumesinin yattığını bir an için bile akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
Fakat henüz “zaman var mı” sorusuyla işimizi bitirmedik. Bu sorunun evreni bize oldukça fazla yön sağlıyor. Komünist hareket açısından ekolojik çöküşün ve onun bir görünümü olan iklim krizinin diğer bütün krizlerden ya da emek-sermaye, kadın-erkek, ezen ulus-ezilen ulus gibi çelişki ve çatışmalardan öncelikli olarak ele alınmasını gerektiren özellik nedir?
Kapitalizmde “aciliyetin” anlamı
İklim değişikliği krizinin şu an var olan düzeyde insanlığın çoğunluğu ve diğer canlı türleri için yarattığı felaketlerin gerek “yeşil kapitalizm”de gerek “kapitalizmden sonra” yaşanmaya devam edeceği kesin. Atmosferdeki 415 ppm seviyelerine çıkan karbon miktarı hiç artmasa bile uzun süre orada duracak (mevcut karbon çekme teknolojilerinin umut vadetmediği açık) ve sera etkisi yaratmaya devam edecek. Yani sera gazı emisyonlarını sınırlama aciliyeti artık toplumsal sistemden bağımsız verili bir durum. Ne kadar erken ve ne kadar büyük sınırlanırsa felaketler o kadar sınırlanacak. Ama mevcut düzey zaten belirli felaket eşiklerinin aşıldığı ve kimi taşma noktalarının aşılmasına doğru giden geleceği belirlenmiş bir nokta. Bilimin boşlukta salınan bir gezegendeki verileri değil sınıflar mücadelesinin sürdüğü siyasal koşullarla belirlenen verileri derlediği olgusu bu noktada kendiliğinden devreye giriyor haliyle.
İklim krizi tartışmalarında sıkça gördüğümüz, son 200 yılda atmosfere yapılan karbon emisyonu miktarındaki artışı gösteren grafik ile dünya meta üretiminin artış grafiğini üst üste koyduğumuzda karşımıza çıkan paralellik gezegendeki yaşam için kritik olduğu ifade edilen 9 maddelik eşiklerdeki9 krizin neden ortaya çıktığını net olarak gösterir. O kadar ki, karbon emisyonu artışında kapitalizmin ilk evresi ile emperyalist ve küreselleşme, neoliberalizm ya da emperyalist küreselleşme olarak adlandırılan evreleri arasındaki bağlantılar da net olarak görülür.
Fosil yakıt kullanımı, tarım ve hayvancılığın sanayileşmesi, tropik ve diğer ormanların yok oluşu gibi küresel ısıtmaya katkısı olan tüm faktörler Batı’da kapitalizmin ortaya çıkması ve dünyanın geri kalan bölgelerinin Batı tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak emperyal egemenlik altına sokulması tarihinin bir parçasıdır. Çin, Japonya, Hindistan, Rusya gibi kapitalistlerin de ekonomik, teknolojik ve askeri güç yoluyla küresel egemenlik ve süper güç siyasetinde yer almak için diğer emperyalist güçlerle aynı mekanizmaları kullandığı da bugün için son derece açık.10
Kuşkusuz iklim değişikliği gibi “doğal” olayların bir “kriz”e, toplumsal bir felakete dönüşmesinin altında yatan nedenler de kentlerin gelişiminden tarımın endüstrileşmesine kadar en azından son 200 yıldır süren kapitalist sanayileşme, kalkınma/büyüme politikalarıdır. Örneğin, Covid-19 pandemisinin küresel etkisinin kapitalist neoliberal politikalarla bağını düşünelim. Birincisi, neoliberal amentü üretimin, doğanın ve emeğin ucuzlatılmasına dayanır. Neoliberal politikalarla adı özdeşleşen İngiltere Başbakanı Thatcher’ın “toplum yoktur” sözünde mecazını bulan kamusal hakların ortadan kaldırılması ve kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ile sermayenin yeniden üretim sürecinin önünün sonsuza kadar açılması sağlandı. Bunun devamı ve bileşeni olarak, sağlık sektörünün özelleştirilmesi ile insan ve toplum sağlığı ilaç ve sağlık şirketlerinin kâr-zarar muhasebesine bağlandı. Sağlık sistemi, bu ilaç ve sağlık şirketlerinin müşterisiz kalmamasını amaçlayan bir sistemdir. Üçüncüsü de gıdanın özelleştirilmesi, şirketlerin “piyasa ürünü” haline getirdikleri gıdalar için yabanıl ekosistemleri yok etmesi, işgali ve bilim ve teknolojiye dayalı tarımın rasyonelleştirilmesi olarak reklam ettikleri “yeşil devrim”.
Bunlar genel olarak kabul edilen gerçekler olmakla birlikte yine de küresel iklim değişikliğinin “krizi”nin çözümüne dair kapitalizmin sonunu getirmek gerektiği önermesinin insanların anksiyetesini kesmemesinin nedeni, yokoluş söyleminin geleneksel eskatolojik11 ya da binyılcı meta-anlatıları geri getirmesiyle ilgili olabilir. Çünkü sonuçta küresel iklim değişikliğinin “iklim krizi” olarak tanımlanmasının geçmişi çok uzak değil. Kriz olarak tanımlamak konuya aşırı duygusal yatırım yapılması anlamına da geliyor. İklim krizine karşı hareketlerden birinin kendine Yokoluş İsyanı adını seçmesi gibi. Kabul etmek gerekir ki, iklim değişikliğini “kriz” olarak tanımlayarak yapılan “duygusal yatırımlar”ın sonucu olarak “aciliyet” ve “zaman var mı?” tazyikinde yeşil sermaye ve hareketleri daha başarılı oldular.
Ekolojik tehdit ve yeşil araçlar
Bu kıyamet anlatısı geri mi geldi, yoksa özellikle mi çağrıldı, bunu dert etmek lazım. Bu, Nasdaq borsası ile Dow Jones borsası arasındaki rekabetten tamamen bağımsız, sadece bilimsel kaygılarla yapılmış bir değişiklik değil. Nasıl ki, Yeni Dünya Düzeni’nin toplumlara benimsetilmesi için 11 Eylül saldırıları kullanıldı ve 2. Dünya Savaşı’ndan beri süregelen ABD merkezli kapitalist sistem “terör krizi” üzerinden restore edildi ise, “iklim krizi”nin Yeşil Yeni Düzen için benzer bir şekilde ideolojik, ekonomik ve politik araç olarak kullanıldığını söylemek gerek. ABD başta olmak üzere AB, arkasından Çin ve diğer ülkelerin “yeşil mutabakat programı” açıklamalarını ve BM Glasgow zirvesini bunun bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.
Biden’ın “Yeşil Yeni Düzen” programı, NATO 2030 belgesi ve Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi belgelere baktığımızda “yeşil gündem”in dünya emperyalist kapitalist sistemin re-organizasyonunda temel parametre olduğunu görüyoruz. Son NATO zirvesinin “rutin” gündemlerin yanında bir de “yeşil” gündemi vardı. “NATO 2030: Yeni Bir Çağ için Birliktelik” belgesinde “NATO’nun Siyasi Rolünün ve Araçlarının Güçlendirilmesi”ne gerekçe olarak sayılan “Tehditler ve Zorluklar”ın arasında Rusya, Çin ve “terörizm”in yanı sıra “enerji güvenliği”, “iklim ve yeşil savunma” ve “pandemiler ve doğal afetler” başlıkları da yer aldı.
Dünya Ekonomik Forumu’nun yayınladığı 2020 yılı Küresel Risk Raporu’nda, dünyanın karşı karşıya kaldığı en yüksek 5 risk şöyle sıralanmıştı: 1) Olağandışı hava koşulları, 2) İklim değişikliğine karşı alınan önlemlerin başarısız olması, 3) Doğal felaketler, 4) Biyoçeşitlilik kayıpları ve ekosistem tahribatı, 5) İnsan kaynaklı çevresel zarar ve afetler (nükleer, kimyasal, biyolojik silahlar dahil). İlki 1990’da hazırlanan IPCC’nin iklim değişikliğini kapsamlı bir şekilde ele aldığı Değerlendirme Raporu’nun altıncısının dört bölümünden “İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli” başlıklı ilki Ağustos ayında yayımlandığında BM Genel Sekreteri’nin konuşmasına atıfla pek çok mecra durumu “kırmızı alarm” olarak ele aldı. Çünkü 6. Rapor’da açıklanan bütün veriler, IPCC tarafından açıklanan 1,5 derece eşiğinin altında kalınmasının artık mümkün olmadığını, önümüzdeki 20 yılda 1,5 °C’lik ısınma eşiğinin geçileceğini gösteriyor. Hatta fosil yakıt kullanımı ve diğer ekolojik yıkıma neden olan sanayi faaliyetleri daha epey bir süre tam gaz süreceğine göre, 2050’ye kadar ısınmanın 2 derece altında tutulması hedefi de giderek bir hayal olacak gibi görünüyor.
2015’te imzalanıp 2016’da yürürlüğe giren Paris İklim Anlaşması’nın üzerinden 5 yıl geçmişken imzacı devletlerin azaltım taahhütleri dünyayı yüzyılın sonuna kadar 3 derecenin üzerinde bir ısınmaya doğru götürüyor. Taahhütlerin tam anlamıyla yerine gelmediği ya da geciktiği de düşünülürse bu ısınmanın daha da yüksek olması, yani gezegenin çok büyük bir bölümünün insanlar için artık yaşanılmaz hale gelmesi muhtemel. Kırmızı alarm aynı zamanda bu yetersizliğiyle Paris İklim Anlaşması için de çalıyor. Paris ile zirvesine vararak yetersizliği teşhir olan kapitalist iklim politikalarının emperyalist re-organizasyonda giderek başat belirleyici hale gelmesi bir yanda, iklim krizi dahil ekolojik çöküşün kırmızı alarm vermesiyle hayatta kalma savaşı bir yanda: Kıyamet davetsiz misafir değil, taşları döşenen bir yeni yol ve herkes o yola tutunmak için vaziyet alıyor ya da alamıyor.
164 ülke genelinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre her yıl sel felaketlerinden etkilenen nüfusun yaklaşık %80’i “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan” 15 ülkede yaşıyor. Küresel İklim Risk Endeksi 2021 raporuna göre, 2019 yılındaki aşırı hava olaylarından en fazla etkilenen ülkelerden Mozambik, Zimbawe, Bahamalar, Malawi, Afganistan, Nijer, Bolivya, Güney Sudan aynı zamanda insani gelişim endeksinde de en düşük sıralarda yer alan ülkeler. Her yıl listenin üst sıralarını yoksul ülkeler oluştururken aşırı hava olayları sıklaştıkça bu ülkelerin toparlanması da mümkün olmuyor.
Isınma sonucu buzulların erimesiyle deniz seviyeleri yüzyılın sonuna kadar sadece 1 metre bile artsa sel riski altındaki insanların sayısı 410 milyon kişiye ulaşıyor. Bunların %59’u Asya’nın tropikal bölgelerinde bulunuyor. Yine, 2018 Dünya Bankası raporu, iklim değişikliğinin 2050 yılına kadar 140 milyondan fazla insanı iç iklim göçmeni haline getireceğini tespit ediyor. Her biri birer can olan bu büyük sayılar bugün on binlerle, yüz binlerle ifade ediliyor. İklimin yanı sıra savaş, siyasi baskı gibi sebeplerle yaşanan güncel mülteci nüfusunun ülkeler için nasıl büyük toplumsal krizlere yol açtığı göz önünde bulundurulduğunda önümüzdeki on yılların iklim krizinin şiddetlenmesi durdurulsa bile nasıl bir çalkantı içinde geçeceğinin işareti bu.
Dahası, tüm bunların üzerine worldometers sitesinin anlık olarak yayınladığı “Dünyadaki yetersiz beslenen insan sayısı”, “Dünyadaki aşırı kilolu insan sayısı”, “Dünyadaki obez insan sayısı”, “Bugün açlıktan ölen insan sayısı”, “Bu yıl suya bağlı hastalıklardan ölen insan sayısı”, “İçecek suya erişimi olmayan insan sayısı”nı da, yaklaşık iki yıldır 5 milyondan fazla insanın canına mâl olan Covid-19 pandemisi karşısında işçilerin ücretli izin verilmeyerek ölümüne çalışmak zorunda bırakılmasıyla, üretilen aşıların bırakın ücretsiz dağıtılmasını öncelikle ABD, AB gibi merkez kapitalist ülkelerde fazlasıyla stok yapılıp geri bıraktırılmış bağımlı ülkelerin aşıya erişememesi gerçeği ile birlikte düşünmemiz gerekiyor.
Yoksulların, emekçilerin ve diğer canlıların yaşamını daha derin, daha yaygın ve daha şiddetli bir cehenneme çeviren/çevirecek olan ekolojik yıkım karşısında egemenlerin tüm toplumu kendi saflarında birleşmeye teşvik ve tahrik ettiği açık. Yeşil Yeni Düzen tartışmalarından küçülmeye ve sendikaların çoktan razı oldukları “adil geçiş” tartışmalarına kadar, bu hegemonyanın araçları da tesis edilmiş durumda. Dolayısıyla komünist hareketin ekolojik yıkımın emperyalist kapitalist sistemin yeni hegemonya harcı olmasını ve de ekoloji hareketlerinin de sistemin araçlarına dönüşmesini engellemesi görevi ile karşı karşıya olduğu çok net.
Komünist hareketin durumu
Fakat bunu nasıl yapabiliriz?
Bu soruya cevap üretebilmek için ekolojik yıkımın neden önemli olduğunu anlatmak zorunda kaldık, çünkü hâlâ – olanca çeşitliliği ile – komünist hareketin bütün gövdesiyle, benliğiyle ekoloji hareketinin içinde olmadığını, hâlâ bu konuya ve harekete ilgisinin bir kol faaliyeti konusu düzeyinde ya da bazı üyelerinin faaliyetleriyle sınırlı olduğunu açıkça belirtmek gerek. Ekoloji mücadelesi bir kol faaliyeti ya da “çevreci tipler”in muhalefeti olarak ele alındığı ya da gerçekten öyle de olduğu koşullarda hem ekolojik yıkımın altından kalkmak hem de ekolojik yıkımın sistemin hegemonyasının meta-anlatısı yapılmasına güçlü bir şekilde karşı çıkmak mümkün değildir. Bir başka deyişle, ekolojik yıkıma karşı mücadeleyi toplumsallaştıracak söylem, program, örgütler geliştiremezsek bu alandaki kol faaliyetlerimiz de sistemin hegemonyasına su taşıyacaktır.
Tam da burada tekrar “zaman var mı” ya da “reform mu devrim mi” ikileminin ne kadar beyhude olduğuna değinmek gerekiyor. İnsanlık ve diğer canlılar için tarihin son 200 yılını ele alırsak bile hiçbir zaman “zaman yoktu”. Kapitalizmin şafağında madenlerde, emekçi semtlerde insanlık dışı koşullarda yaşayıp ölenler için “zaman var mıydı?” Akdeniz ve okyanuslara gömülen binlerce mülteci için zaman var mıydı? Dünya savaşlarında ölenler, soykırıma uğratılan Ermeniler, Yahudiler ve diğer halklar için zaman var mıydı? Bugün de ekolojik yıkımdan, iklim değişikliğinin felaketinden kurtulmak için zamanımız yok.
Ya da tersinden sonsuz zamanımız var.
Yeterince zaman olmadığı tezinin çok derin bir felsefi köküne işaret etmek istiyorum. Platon, toplumun kuruluşu için çiftçi, zanaatçı, savaşçı dışında bir de Kral’a yani politikacıya ihtiyaç olduğunu temellendirirken diğer üçünün işini en mükemmel yapabilmesi için başka işle uğraşmaması gerektiğini, ama bu durumda da üçünün yönetilmesi için başka bir figürün olması gerektiğini, bunun da politikacı olduğunu savunur. O gün bugündür temsili mekanizmalarla geliştirilen egemenlik biçimlerinin temel tezlerinden biri zaman olmadığıdır. Emekçilerin yeterince bilgilenme, tartışma ve karar vermesi için zaman yoktur, bunun için burjuvazi teknokratlar, uzmanlar, siyasetçiler yetiştirmiştir.
Fakat aslında zaman her daim vardır. Bugün de var. IPCC’nin 6. durum raporunun itiraf ettiği gibi egemenler bütün hazırlıklarını zaten 2, hatta 3 derecelik “sıcaklık artışına uyum” üzerine yapıyorlar. Hiçbir ülke – en başta ABD olmak üzere emperyalist kapitalist ülkeler – “ulusal katkı beyanları”nı zamanında yerine getirmeyecek ya da türlü mekanizmalarla etrafından dolanarak yerine getirmiş gibi yapacak, ama yeni bir emperyalist işbölümü, mâli sömürgecilik ve askeri-teknolojik bağımlılık tesis edilecek. Bu senaryo ister 2050’ye kadar ister yüzyılın sonuna kadar uzatılsın yoksul halklar, emekçiler ve diğer canlı türlerinin iklim değişikliğinin felaketlerini – giderek daha ağır ve daha hızlı – yaşamaya devam edeceği, türlerin – herhangi bir jeolojik zaman ölçeğiyle kıyaslanamayacak kadar hızlı – yok olmayı sürdüreceğini öngörüyor. Yani zaman mevhumunu önümüze koyan bilimsel grafikler, siyasi hedeflerle kurulacak ilişki, onların bizim siyasi ufkumuzu belirlemesi yerine tam tersinden tarihsel bir kopuşun, altüst oluşun getirebileceklerinin öngöremeyişleri üzerinden birer teşhir ilişkisi olmalı.
Reformlar ve alternatifler
Yine, buradaki bir diğer sorun bir dünya devriminin tarihinin belirsizliğinden çok her yerde ekolojik yıkımı derinleştiren şirketlere ve hükümet politikalarına karşı mücadeleyi nasıl ve hangi temellerde toplumsallaştıracağız ve geliştireceğiz sorunudur. Burada “alternatif program” ile “mücadele programı” arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum. Belki de öncelikle bir “program”ın anlamını hatırlamak gerekir. Programlar siyasal partilerin temel aldıkları sosyo-ekonomik zeminin, stratejik doğrultularının ve örgütsel esaslarının önceden ilan edildiği belgelerdir.
Komünistler açısından program, kapitalizm karşısında başta emekçiler olmak üzere, dost düşman herkesin önünde ilan ettiği alternatifi tanımlar, siyasal önceliklere göre asgari ve azami hedeflerinin ne olacağını açıklar. Yani harekete bir ufuk belirler.
Sosyal demokrat ya da sadece ilerici oluşumların da şu ya da bu oranda paylaştığı “yeşil yeni düzen” ya da başka “alternatif programlar” en başta demokrasi simyasını yeniden üretir. Sanki sınıfsal içeriğinden bağımsız bir demokrasi tanımı yapılabilirmiş ya da gerçekten demokrasi (halkın kendi kendini yönetimi) varmış gibi, hadi onu geçelim, sanki bu “alternatif programı” uygulayacak özne, güç, iktidar varmış gibi birkaç yetenekli akademisyen, düşünür ve siyasetçinin bir araya gelerek yazdıkları “alternatif programlar” kapitalizmin ebediyet iddialarına katılmış harç olmaktan öteye geçemez.
Syriza, Lula, Podemos vb. örneklerin bakiyesi budur. Bu nedenle reformlar için mücadele ile “alternatif programlar” arasındaki bağı doğru yerden kurmak gerekir. Reformlar için mücadele “alternatif programlar” gibi bir sınır içermez. Her an talep edilecek “reform”un içeriği değişebilir. Bu tamamen o an’daki siyasi güçlerinin dağılımına bağlıdır. Başka hiçbir şeye değil. Ama “alternatif program” tarihsel olarak olmazsa bile konjonktür olarak sınırlar çizer, gelecekten bugünü belirler. İşte sorun tam da “alternatif program”ın bir “seçenek” olarak sunulmasıdır. Komünistler hiçbir zaman reformlar için mücadeleyi böyle “alternatif programlar”a bağlamaz, onların programı bellidir ve ona bağlarlar.
Marksist ekolojistler açısından nükleer silahların yasaklanması, nükleer ve termik enerji santrallerinin kapattırılması ya da bir ormanı gözüne kestiren şirketin projesinin engellenmesi için mücadele ya da gıda şirketleri tarafından esir edilen tarım alanlarının özgürleştirilmesi gibi mücadeleler reformcu mücadeleler değil, devrimci mücadelelerdir. Bu, mücadeleyi yürütenlerin siyasi tahayyüllerinden bağımsız bir konumdur. Tersinden “Paris İklim Anlaşması imzalansın” demek reformcu bir mücadele bile değildir. Çünkü bu anlaşma bir reform dahi içermemektedir. Bilakis bir finansal anlaşma olarak emperyalist kapitalist ilişkilerinin yeniden üretilmesini içermektedir. Ekoloji mücadelesinde hiçbir talep yoktur ki, devrimci olmasın. En masumu olan ağaçlar kesilmesin bile. Devrim ufkuna bağlanmış reform talepli mücadeleler ile “aciliyet” hissi ile oluşturulmuş “alternatif program”a bağlanmış – bugün için artık kabuğuna sığmayan – reform mücadeleleri arasındaki fark, komünist hareketin tarihinin her anına yazılmış birikimle kristalize olmuş bir iddiayı içerir. Bu farkın silikleşmesi ancak, tarihsel kolektif öznenin güçsüzlüğü – ya da yokluğu – ile “ütopikleşen” iddianın, ekolojik çöküşün getirdiği yeni durumun sunduğu olanaklarla güncellenmesiyle önlenebilir.
İklim krizine karşı gerçek mücadelenin de bu olduğu söz götürmez bir gerçektir. Yerli Çevre Ağı ve Uluslararası Petrol Değişimi isimli STK’lerin yayımladıkları yeni bir rapor, son 10 yıldaki yerli direnişlerinin ABD ve Kanada’daki fosil yakıt projeleri üzerindeki etkisini inceliyor. Cherry Point kömür ihracat terminaline karşı direnişten kritik su yollarını kesen boru hatlarına karşı Lummi bölgesindeki mücadeleye kadar raporda incelenen “ekoloji mücadelelerinde” yerli halklardan doğa savunucuları yurttaşlık haklarını kullanmanın ve fosil yakıt projelerini durdurma sorumluluklarının ötesinde toplumsal adalet hareketleri inşa etmek için temel attıkları görülür. Raporda, yerli toplulukların karşı çıktığı 20’den fazla fosil yakıt projesinin ABD ve Kanada emisyonlarının en az yüzde 25’ine eşdeğer sera gazı kirliliğini durduğu veya geciktirdiği gösteriliyor. Mevcut iklim krizi göz önüne alındığında, yerli halklar sadece hak iddiasında bulunarak daha yüksek bir ahlaki konuma geçmiyor, iklim değişikliğiyle yüzleşmek ve emisyonları azaltmak için çok önemli bir hat da sunuyor.12 Bu hat, sermaye döngüsünü kesintiye uğrattığı, müşterek alanları geri kazandırdığı, kimi zaman yereli aşan güçlü toplumsal örgütlenmeler yarattığı ölçüde bireysel tüketim alışkanlıklarına odaklanan tipik yeşil göz boyamacı politikaları geçelim, post-kapitalizm iddialı yeşil yeni düzen programlarındaki reform politikalarının dahi ötesinde kazanım sunuyor.
Mücadele programı ve sınıf hareketi
Bu yüzden Marksist ekolojistlerin programı bir mücadele programı olmalıdır. Tam anlamıyla bir “iç savaş” olarak kurgulanacak, şirketlere ve devletlerine karşı mücadele. Marksistler uzunca zamandır Marx’ın ne kadar ekolojist olduğunu kanıtlamaya çalıştılar/çalışıyorlar. Bu bir yerde kaçınılmazdı. Ama artık -artık için bir milat lazımsa, 1999daki Seattle eylemlerinden beri- kapitalizmin hegemonya krizi de yaşadığı bir zamanda daha fazla strateji, taktik vb. üzerine düşünmemiz lazım. İklimi kurtarmak için değiştirmemiz gereken sistem kapitalizm ise, zaten Marx’tan başka hiç kimse bize yol gösteremez. Zira kapitalizmin ne olduğunu ondan daha iyi açıklayan olmadı, iki asırdır. Dolayısıyla şimdi hareket ve örgüt konularına yoğunlaşmamız lazım. Ekoloji hareketinin önündeki aysberge çarpmaktan kurtaracak müdahaleler ne olacak?
Marksist ekolojistlerin ekolojik yıkım ve iklim krizine karşı mücadele programı, liberal, yeşil veya toplumsal ekoloji gibi akımlarca formüle edildiği haliyle “herkes”i tehdit eden “dış savaş”a karşı “herkes”le birlikte bir mücadele değil, emperyalist savaş karşısında Leninistlerin taktiği olan kendi egemenlerine karşı “iç savaş” olarak şekillenmelidir. İklimdeki değişime uyum ve onun zararlarının telafisi bu iç savaşın düzlemlerinden birini oluşturur. Burada “iklim krizi”ni sistemin krizine dönüştürmenin ipuçları yatar. Mevcut toplumsal yapı nedeniyle doğayla kurduğu metabolik ilişkisi bozulmuş insan toplumunun bu ilişkiyi onarması/yenilemesi, yani iklim değişikliğini kontrolüne alması ile ezilenlerin elini kolunu bağlayan ve onları güçsüz düşüren bu toplumsal yapıdan kurtulması eşzamanlı yürür. İklim mücadeleye içerilir. Bu açıdan “reformlar için mücadele”nin bizim açımızdan önemini de asla unutmamamız gerekiyor. Lenin’in şu sözleri çok önemlidir:
“Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz. (…) çünkü işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil, daha doğrusu teorik olmaktan çok, politik yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”13
Reformlar için mücadele de işte bu yüzden önemlidir. Halkın, emekçilerin kendiliğinden ekonomik vb. mücadele içinde siyasi bir yurttaş olarak kendini tanıması, hak, örgütlenme ve mücadele bilinci kazanması. Bunlar büyük oranda zaten kendiliğinden olur. Çünkü ister fabrikadaki bir işçinin yaşamı söz konusu olsun ister liberal politikalar altında ezilen emekçi köylülerin yaşamını etkileyen bir maden projesinde olsun, kapitalizm zaten emekçilerin, köylülerin yaşamlarına kast ettiği için onlar kendiliğinden isyan eder. Ama en kendiliğindenci bir isyanda bile belirli bir geçmişte köklenen siyasi ağlar vardır. Sorun zaten, bu kendiliğinden ya da değil, yerel, kısmi hareketlerin başarıya ulaşması için toplumdaki diğer hareketlerle ilişkisinin nasıl kurulacağıdır. Politik sorun budur. Örneğin bir yerelde şirketin maden projesine karşı verilen mücadelenin başarıya ulaşması ancak başka mücadelelerle o tekil sorun arasındaki bağın hem teorik hem de pratik olarak kurulması sayesinde olmaktadır. Bu bağın kurulmadığı, “benim arka bahçemde olmasın” denildiği her durumda yenilgi kaçınılmaz olmaktadır.
Aslında ekoloji hareketinin politikleşerek onun yeniden yükselen sosyal neoliberalizme karşı devrimci koçbaşı olma potansiyelini belirleyecek olan tartışma “zaman var mı” ve “reformlar” için mücadelenin önemi değil. Esas mesele, sınıf hareketinin bir ekolojik hareket olarak yeniden kurulmasının (ve tersi de) sağlanmasıdır. Yani ekoloji mücadelesinin politikleşmesi, bu hareketlerin iktidar, sermaye karşıtı bir söylem benimsemesi değil sadece; daha doğrusu sadece bununla sınırlı olamaz, olmamalıdır. Ekolojik yıkımın önümüzdeki dönemde de ağırlaşarak devam edeceği ve kapitalizmin sonunu getiremezsek dünyanın sonu olmazsa da milyonlarca canlı türün ve milyonlarca insanın sonunun geleceği kesin olduğuna göre, kapitalizmin sonunu getirecek olan yegâne sınıfın işçi sınıfı olduğunu ve işçi sınıfının her bakımdan ekolojik yıkımın birincil kurbanı olduğunu da unutmamamız gerekiyor.
Aykut Çoban’ın “eşitsizlikler zemini” olarak betimlediği gibi, ekolojik ve toplumsal eşitsizlikleri kimin/hangi sınıfın ortaya çıkardığı, bu eşitsizliklerden en çok kimlerin, hangi sınıfın etkilendiği ve sözde çözümlerin de mevcut eşitsizlikleri yeniden üretiyor oluşu bakımından işçiler, emekçiler için ekolojik gündem ikincil bir sorun/gündem olamaz. İşçilerin çalışma koşulları ile örneğin bir domuz çiftliğinde domuzların yaşadıkları arasında en fazla şiddet limiti açısından bir fark vardır. Keza endüstriyel tarım plantasyonlarında toprağın, tohumun ve bitkinin yaşadığı zehirlenme ile işçinin zehirlenmesi arasında da kategorik olarak bir fark yoktur. Aynı işlemin farklı kurbanlarıdır bunlar, o kadar.
“Kapitalist üretim süreci belirli maddeleri kimyasal, fiziksel, mühendislik gerektiren süreçlerle topraktan çıkarır; hammadde ve enerji kılar; aynı şekilde insan bedenini de işçileştirir ve bunları üretim araçları olarak somut bir coğrafya parçasında makineler aracılığı ile birleştirir. Ki o coğrafya parçaları, küresel tedarik zincirleri oluşturan sermaye ağları ile birbirine bağlanmıştır. Sonra bu metalar, kendileri de başka bir veçhede üretici olan tüketicilere satılır. Yani bu doğanın bedenini kazan şirketlerin, kapitalizmin örgütlü faillerinin, işçinin bedeni ve tüketicinin bedenini de ayrı ayrı tasnif ettikleri, işledikleri ve izler bıraktığına dair bütünsel bakış çok önemlidir.” 14
Yine Aslı Odman’ın çok yerinde bir tespitiyle;
“bir işçinin ölümünü çevre felaketinin işaret fişeği olarak tanımladığımızda, kapitalist emek alanını ‘işçici’ bir özcülük ve idealizm içinde değil; kitlesel, tüm türleri kapsayan, gezegensel bir kıyımı anlamaya, değiştirmeye bir kapı olarak gayet somut olarak bedeni, zihni ve ruhsallığı içinde konumlandırmış oluyoruz.” 15
Burada önerilen fikir, sendikaların ekoloji platformlarını desteklemeleri, onların eylemlerine katılmaları, yani bir de bu konuda açıklama ya da eylem yapmaları değil. Ekoloji hareketinde, ekolojik yıkım genel olarak işin sonunda oluşan zarar olarak ele alınmaktadır. Bir fabrikanın atıklarıyla nehri zehirlemesi, madencilik için orman kesilmesi gibi. Emek hareketinin ekolojik içerikle kurulması, bütün iş süreçlerinde ekolojik yıkımın işçinin bedenini de yıkan bir süreç olduğunu görerek, daha işin en başında direnişin örgütlenmesine anlamına gelecektir. İşçi sınıfının sermaye adına suç işlemesine karşı çıkışının örgütlenmesi de denebilir buna. 70’lerdeki güçlü sendikal hareketlerin taleplerini koparıp alma kapasitesinin sağladığı güçle böyle bütünsel bir bakışa ulaşmak için önerilen kavramlardan “adil dönüşüm” elbette bugün işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve kapitalizmin üretimi de küreselleştirmesi koşullarında böyle bir içerikle anlam kazanmaktan çok farklı sermaye kesimleri arasındaki adaleti gözetir durumdadır.
Burada bir anekdot olarak Türkiye’de 90’ların sonlarında Bergama köylülerin direnişinden bugüne kadar gelişen ekoloji hareketinin bir emekçi köylülük hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Neoliberal tarım politikaları sonucu yıkıma uğrayan emekçi köylülerin “değersizleşen” arazilerinin ya da meralarının enerji ve maden şirketlerince gasp edilmesi, zehirlenmesine karşı çırpınışları olarak gelişen bu hareketlerin sadece bir “çevre direnişi” olarak ele alınması büyük bir kayıp olmuştur. Birincisi neoliberal tarım politikalarına karşı hem sosyal demokrat partiler hem de sosyalist partiler – bir ara çiftçi sendikaları kurulması için girişim olsa da, tâli bir konu oldu – bir karşı hat geliştiremediler. İkincisi, aslen bu köylü hareketleri de kendilerini çevreci hareket olmanın popülizmine kaptırdılar. Emekçi köylüyü koruyacak talepler, örgütlenmeler geliştirmek yerine çevre ile ilgili talepleri öne çıkardılar, odağa çevreciliği aldılar.
Sonuç
Ezcümle sermayenin bütün bölükleri yeşillenerek Yeni Dünya Düzeni’nden Yeşil Yeni Düzen’e geçerken, yaklaşık yarım asırdır çevre ve ekoloji hareketinin tahayyül dünyasını oluşturan yeşil hareketlerle birlikte hareketin kendisinin de bu YYD’nin payandası olmasını engellemek hiç de kolay olmayacak. Ekoloji hareketi yeşil taleplerle sınırlı kalıp iklim krizi üzerinden sisteme içerilmek istemiyorsa sınıfsal köklerini canlandırmalıdır. Bize bu konuda yardım edecek tek hakikat ise, yeşil kapitalizmin iklim krizi ve ekolojik yıkımın diğer boyutlarına yönelik bir çözümünün olmamasıdır. “İklimi değil sistemi değiştir” diyenlere çok net olarak hangi sistemi değiştireceğiz ve nasıl değiştireceğiz sorusunu yöneltmek gerekiyor.
Şimdi, kendiliğinden hareketle, onun arayışlarıyla hemdert olarak, fakat sürekli geleceğe, hareketin başarısına (devrime) kilitlenerek, bu politik bakış açısıyla her anda “ne yapmalı” tartışması yapabiliriz. Çalışmamızı, kendiliğinden hareketin içinde konumlanarak, onun başarısına hasredersek, peşinde koşmamız gereken bilgi değişecektir. Zizek’in ısrarla vurguladığı budur: “Somut bir durumdaki evrensel hakikat ancak tamamıyla partizan bir konumdan dile getirilebilir.” Bir hareketin kendi yolunda gitmesini sağlamak, o hareketi etkileyen –sonsuz- güçlerdeki her türlü değişime –somut durum- göre ne yapması gerektiğine karar verme çalışması, çabasıdır. İktidar ilişkileri içinde, partizanlık, hareketin başarısı için başkalarının hamlelerini de belirlemeyi amaçlayan hamleler yapmaktır. Bu hamleler aynı zamanda başkalarının aynı karakterdeki hamlelerine karşı hamlelerdir. Hareketin arayışlarına, sorularına, onun karşısında ve(ya) ötesinde, bir “idea”dan hareketle, belli bir hakikatin sahibi olarak cevaplar veren ortodoks hareketler, “iktidar ilişkileri”nin dışına, karşı-devrimci bir pozisyona düşmekten kurtulamaz.
Bir avuç zenginin çıkarları için insanlığın geri kalanı ve gezegendeki diğer canlı türleri varoluşsal bir krizle karşı karşıyadır. IPCC raporları bile bunu inkâr edememekteyken “önce iklimi kurtaralım, sonra kapitalizmi düşünürüz” önermesi yangına benzin dökmek demek olmasa da onu söndürmek yerine harlayan yel estirmektir; bilimsel olarak yanlış olduğu gibi kapitalizmden kurtuluş fırsatı önüne de barikat örmektir. David Harvey’in şu an kapitalizmi yıkmak insanlığı kaosa sürüklemek anlamına gelir sayıklamasındaki gibi zaten mülksüz olanların, zaten ölüyor olanların kirişlere asılmasının önüne geçmektir. Yıkılırsa altında kalan insanlık olmaz, uzayı sömürgeleştirme hayallerine dalmış kendinden geçen bir avuç sömürgen olur. Bu yüzden dünyanın sonuna dair kıyamet senaryoları için değil, kapitalizmden kurtuluşumuza dair stratejiler, eylem planları üzerine mesai yapalım. Er ya da geç ondan kurtulacağız.
1 Bkz. i) https://yesilgazete.org/herkes-%E2%80%9Cyesil%E2%80%9D-derken-yesil-hareket/
ii) https://www.greeneuropeanjournal.eu/from-the-green-wave-to-eco-hegemony/
3 Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma, Haz. Heinrich Geiselberger, Metis Yayınları, 2017
4 C. Aksu, “Kriz ve Ne Yapmalı: Neoliberalizme Karşı Stratejiler”, Demokratik Modernite Dergisi, 2019, sayı: 27, s.65-76
5 Yeşiller ve Sosyalizm, Der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 1988
6 Yeşiller ve Sosyalizm, Der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 1988, s.108
7 https://birartibir.org/yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar/
11 Eskatoloji “son” anlamına gelen teoloji terimidir (Yunanca έσχατος). İnsanlığın nihai kaderi veya dünya tarihini sonuçlandıran olaylar, bir anlamda dünyanın sonu (İngilizce apocalypse) ile ilgilenir. (Vikipedia)
12 https://climateandcapitalism.com/2021/09/15/indigenous-actions-stop-billions-of-tons-of-emissions
13 Lenin, Ne Yapmalı, İnter Yay., s.77-78
14 Aykut Çoban, “Eşitsizlikler Zemini,” Express Dergisi, Sayı 139.
15 Aslı Odman, Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyum Bildirileri Kitabı, sf. 157.