Click here for the English version.
Çeviren: Cansu Yumuşak
Bilim insanlarının Antroposen olarak adlandırdıkları gezegen çapındaki ekolojik kriz kapitalizmin küresel tarihinin son bölümüdür. Kapitalist/endüstriyel modernite tarafından meydana getirilmiş toplum/doğa etkileşimlerinin – ya da toplumsal metabolizmanın – radikal bir biçimde yeniden düzenlenmesinin bir sonucudur. Bu ifadeyi kullanarak üretim güçleri (batı bilimi ve endüstriyel teknoloji), insan gelişiminin ve refahının kilit etmeni olarak kabul ederken, yeniden üretimi (hem insan hem insan dışı) endüstriyel üretime ve GSYİH’in sonsuz genişlemesine pasif bir araç olarak gören özel bir modernite türünden söz ediyorum. Bu paradigma, hem toprağı hem de bakım emeğini mümkün olduğu kadar ucuz ve etkili bir şekilde sağlanması ve sürdürülmesi gereken kaynaklar olarak görmektedir.
Ekofeminist düşünce, üretim güçlerinin ideolojisinin, batı kültüründe derinden kök salmış temel bir heteropatriyarkal, ırkçı ve türcü rasyonalite modelinden kaynaklandığını ve onun ilerleme tanımının nasıl olduğunu gösterir. Val Plumwood’un (1993:25) hatırlattığı gibi batı kültüründeki insan kimliği üretken emek, sosyallik ve kültür kavramlarıyla ilişkilendirilmiştir – böylelikle sözde daha aşağı olan emek formlarından (yeniden üretim ve bakım) ve mülkiyet ilişkilerinden (ortaklaşma) ayrılmıştır. Kapitalist politik ekonomi, efendinin sürdürülmesi için toplumsal olarak gerekli olmasına karşın, yeniden üretim işini emek-dışı yani değersiz etkinlik olarak; müşterekleri de atık, yani henüz gerçekleşmemiş, efendi tarafından sahiplenilecek ve gerçekleştirilecek değer olarak tanımlamıştır (Barca 2010). Gerçek zenginlik ve insanın kurtuluşu ancak efendinin evinden gelebilir ve oradan diğerlerine damla damla yayılabilir. Sömürgeci/ırkçı, toplumsal cinsiyet, sınıf ve tür eşitsizliklerine dayanan yeni ve sözde daha yüksek bir üretim biçimi, kapitalist modernitenin merkezine oturmuş ve onu kapitalist olmayan üretim tarzlarına göre tanımlamış ve hegemonik bir model olarak hızla evrenselleştirilmiştir.
Kapitalizmin yükselişiyle ortaya çıkan endüstriyel modernite, farklı jeo-tarihsel bağlamlarda devlet sosyalizmi rejimleri tarafından sürdürülmüştür. Endüstriyel modernitenin kapitalist ve devlet/sosyalizmi çeşitleri, toplumsal metabolizmanın hızlandırılması gerekliliğine dayanan GSYİH-merkezli bir varlık görüşünü paylaşır. Ayrıca ikisi de, ekolojik krizi, üretim güçlerinin yeşillendirilmesine işaret eden, ekolojik modernizasyon olarak da bilinen, kaynakların kullanımının verimliliğine dair bir şey olarak görme eğilimini de paylaşırlar (Barca 2019a; 2019b). Eko-sosyalist hareketin, hem kapitalist hem de sosyalist toplumsal metabolizma örgütlerine gerçek bir alternatif olabilmesi için, yalnızca (piyasa yönelimli olmaktan ziyade) merkezi olarak planlanmış bir ekolojik modernleşmeyi savunamayacağını; yeniden üretimi, üretim karşısındaki ikincil, araçsal konumundan kurtararak ekonomi politiğin merkezine koyması gerektiğini öne sürüyorum. Başka bir deyişle, eko-sosyalizm, ekolojik modernizasyon paradigmasından kurtulmalı ve üretim, yeniden üretim ve ekoloji arasındaki ilişkilerin baştan sona yeniden düzenlenmesi yoluyla ulaşılacak, küresel sosyal metabolizmanın büyük ölçüde azaltılmasına dayalı bir ekolojik devrim tasavvur etmelidir.
Yakında çıkacak olan kitabım Yeniden Üretim Güçleri. Hegemoni-Karşıtı bir Antroposen için Notlar’da (Forces of Reproduction. Notes for a counter-hegemonic Anthropocene) tarihin efendi-olmayan-öznelerin sermayeden özerk olarak, ifade özgürlüğü içinde yaşamı üretme mücadelesi olduğu ve efendinin egemenliğinin sınırsız genişlemesine karşı çıkan bir mücadeleden oluştuğu hipotezini geliştiriyorum. Bu efendi-olmayan-özneler “yeniden üretim güçleri”, sosyalist ekofeminist düşünceden aldığım bir kavram (Mellor 1997). Bu kavram, görece daha sistematik bir biçimde, ekofeminist düşünce ve tarihsel materyalizmi, yani iki farklı teorik geleneği kritik bir biçimde kesiştiriyor. Bu yaklaşım, efendi-olmayan-ötekiler arasındaki temel ortaklığın, geniş anlamda tanımlanmış ama yine de ikna edici bir emek kavramı olduğunu: farklı konumlardan ve farklı biçimlerde, kadınlar, köleler, proleterler, hayvanlar ve insan olmayan doğaların tümünün efendi için çalıştırıldığını görmemizi sağlıyor. Onlar efendinin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamalılar ki, efendi kendisini daha büyük meşgalelere adayabilsin. Efendi, onlara hem hayatta kalmak hem de zenginliği için bağımlıdır; fakat bu bağımlılık, sürekli olarak inkâr edilmekte ve yeniden üretim güçleri tarihsel öznenin arka planında oyalanmaktaymış gibi temsil edilmektedir.
Bu makale, ekofeminist düşünce ve pratiğin özel bir konusu olan, küresel ölçekte cinsiyetçi ve sömürgeci işbölümlerine dayalı kapitalist endüstriyel modernitenin sistematik bir eleştirisini geliştiren sosyalist ekofeminizmin kısa bir incelemesini sunmaktadır. Ben bu yaklaşımı endüstriyel modernitenin hem kapitalist hem de devlet/sosyalizmi versiyonlarına bir alternatif olarak bir “iyi yaşam” ihtimalinin tasavvurunda kilit nokta olarak görüyorum.
Sosyalist ekofeminizmde emek ve ekoloji
Sosyalist ekofeminizm, politik ekonominin Marksist-feminist kritiğinden geliştirilmiştir. 1970’lerde ortaya çıkan Marksist feminizm – ki aynı zamanda Toplumsal Yeniden Üretim Teorisi olarak da bilinir (Bhattacharya, 2017) – kapitalizmin ödenmemiş yeniden üretim emeğine el konmasına ve söylemsel olarak da arka planda bırakılmasına nasıl derinden işlediğini göstermişti. Bu düşünce yapısına dayanarak, bazı bilim insanları ve kamu aydınları doğayı ve ekolojiyi de denkleme koydular. Modern Avrupa’da ataerkillik, kapitalizm ve mekanik doğa görüşü arasında oluşan derin karşılıklı bağlantıları düşünerek (Merchant, 1980), yeniden üretimin politik/ekonomik değer kaybını çevrenin bozulmasıyla ilişkilendirmeye başladılar ve böylece kapitalist endüstriyel modernitenin radikal bir şekilde yeni bir anlatısını ürettiler.
Materyalist ekofeminizm için yaygın olarak tanınan temel bir referans, Alman sosyolog Maria Mies’in çalışması ve özellikle Dünya Ölçeğinde Ataerki ve Birikim (Patriarchy and Accumulation on the World Scale) (1986) kitabıdır. Patriyarka ve kapitalizm arasındaki ilişki hakkında “çözülmemiş sorular” ile başlayan Mies, feminizmin batı ülkelerindeki yeniden üretim emeğinin analizinin ötesi geçmesi, ‘büyüme modelini devam ettirme çabaları içindeki militaristler, kapitalistler, politikacılar ve bilim insanlarının kardeşliği tarafından desteklenmiş ve desteklenen ve kadınlara yönelen çelişkili politikaları tanımlamak için’ (a.g.e.: 3) kapitalist dünya sisteminin periferisindeki kadınların özel somut koşulları ile bağlantılandırması gerektiğini öne sürmüştür. Kısaca, Mies, GSYİH büyümesinin evrensel bir ilerleme ölçüsü olarak kabulünün reddine dayanan sömürgesiz/feminist bir ekososyalizmin temelini atmıştır (Barca, 2019b; Gregoratti ve Raphael, 2019).
Bu bakış açısını geliştirmek ‘doğa, emek, cinsiyete dayalı işbölümü, aile ve üretkenlik gibi kavramları’ yeniden düşünmeyi gerektirmiştir. Mies’in tartıştığı şekliyle, politik ekonomi, emeği hem doğa hem de kadının karşısında, yani, eril-kodlu, ona değer atfederek dünyayı etkin bir biçimde yeniden şekillendiren aşkın bir özne olarak kavramsallaştırmıştır. Bunun aksine, Mies, yaşamın üretimine içkin olan tüm emeğin, ‘en geniş anlamda insan ihtiyaçlarının tatmini için kullanım değeri üretmesi açısından’ üretken olarak adlandırılması gerektiğini iddia etmiştir (a.g.e.: 47).
Mies’in genel savı; yaşam üretiminin ya da temel olarak kadınlar, köleler, köylüler ve diğer sömürgeleştirilmiş özneler tarafından ücretsiz olarak gerçekleştirilen geçimlik üretimin, “kapitalist üretken emeğin” üzerine inşa edilebileceği ve sömürülebileceği kalıcı temeli oluşturduğuydu (a.g.e.: 48). Bir ücretle tazmin edilmediği için, onun kapitalist el-koyması (ya da Mies’in deyimiyle “aşırı sömürü”) ancak -son kertede- şiddet ya da zorlayıcı kurumlar yoluyla elde edilebilirdi. Aslında Mies, cinsiyete dayalı iş bölümünün ne biyolojik ne de tamamıyla ekonomik belirleyicilere bağlı olduğunu, bu iş bölümünün ‘erkekler ve kadınlar arasında olduğu kadar farklı sınıflar ve halklar arasında da kalıcı sömürü ilişkilerinin kurulması için gerekli siyasi gücü oluşturan’ şiddetin eril (silahlı) tekelinde yapılandığını yazdı (a.g.e.: 4). Avrupa’da sermaye birikiminin temeli, 16. yüzyıldan itibaren sömürgelerin, kadın bedenlerinin ve üretim kapasitelerinin (cadı avıyla başlayan) paralel bir fetih ve sömürü sürecine dayanıyordu. Endüstriyelleşme, ancak bu birikim rejiminin şiddet aracılığıyla inşasından sonra başlayabilirdi. Bununla beraber, ‘bilim ve teknoloji, erkeklerin kendilerini doğadan ve bir o kadar da kadınlardan “özgürleştirebildiği” temel “üretim gücüne” dönüştü’ (a.g.e.: 75). Aynı zamanda, Mies, farklı sosyal sınıflardan olan Avrupalı kadınların (yerleşimci sömürgeciliğe katılanlar da dâhil olmak üzere) ‘ev-kadınılaştırılma’ sürecine tabi tutuldukları, yani, ilerlemenin ve modernite inşasının kamusal alanı olarak tasarlanan politik ekonomiden yavaş yavaş dışlandıkları ve “aşk” ve tüketimle ilgilenen ve bir “eve ekmek getiren” erkeğe bağımlı evcilleştirilmiş özelleştirilmiş kadın idealine” tecrit edildikleri tartışmasını da öne sürdü (a.g.e.: 103).
Mies’in çalışması, kapitalist modernitenin ekofeminist bir anlatısına zemin hazırlamaya yönelik daha büyük bir bilimsel çabanın parçası olarak görülmelidir; burada çığır açan iki eserden daha bahsetmek gerekir. Carolyn Merchant’ın Ekolojik Devrimler (Ecological Revolutions) (1989) ve Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı (Caliban and the Witch) (2004) kitapları. Ekolojik devrim çerçevesi Merchant’ın tarihe ekolojik ve feminist bir yaklaşım katkısını ortaya çıkarmıştır: muhtemelen sömürgeci/hetero-patriyarkal/kapitalist modernitenin ekolojik etkilerini en açık şekilde aydınlatan çalışma olmaya devam etmektedir. Federici’nin Caliban ve Cadı’sı (2004), 17. yüzyıl Avrupa’sında kadın bedeninin nasıl yeniden işgücünü genişletmek için ‘kadınların kontrolü dışında ritimlere göre işleyen’ bir araç (…) haline getirildiğine, doğal bir üreme makinesi muamelesi gördüğüne dair derinlemesine bir çalışma ortaya koymuştur (Federici, 2009: 49). Federici, Bu yeni cinsiyete dayalı iş bölümünün proleter kadınların bir doğal kaynak, mülkiyete açık müşterekler olarak nasıl yeniden tanımladığını ya da geliştirilmiş üretim adına nasıl ‘kapatıldığını’ tartıştırmıştır. Kapitalist patriyarka doğmuştu, toprağın çevrilmesine paralel olarak, kadınlar geçim araçlarına erişimlerini yavaş yavaş kaybettiler ve işleri piyasa dışına atıldığı için ekonomik olarak erkeklere bağımlı hale geldiler. Sömürgelerdeki yerlilere uygulanana benzer bir hareketle, kadınlar yasalarda insanlıktan çıkarıldı, ekonomide köleleştirildi ve cadı avcılığı adındaki soykırım terörüne tabi tutuldu. Federici, sömürgecilik ve köle ticaretiyle birlikte, kadınlara açılan savaşın, endüstriyelleşmeye izin veren istikrarlı bir ucuz iş gücü tedariki sağlayarak Antroposen’in ortaya çıkışında temel bir adım olduğunu öne sürdü. Bu, (açıkça farklı biçimlerde olsa da) tüm kadınları ilgilendiren genelleştirilmiş bir süreç olduğu için, Marksist feministler bunu kadın cinsiyetinin bir sınıfa – yani yeniden üretim/üreme emekçilerine – yönelik fiili bir yeniden tanımlaması olarak görürler.
Marksist ekofeminist Mary Mellor (1996), bu düşünce yapısına katkıda bulunarak, ‘yeniden üretim güçleri’ kavramını yani, ‘kadınların yaptığı, tarihsel materyalizm düşüncesinin teorik çerçevesinde temsil edildiği şekliyle erkeklerin maddi dünyasına dâhil edilen, yetersiz işi’ formüle etti (Mellor, 1996: 257). İkinci olarak, üretkenliğin yapay sınırlarından kurtulması gerektiğini, “kadınların yaşamlarının teorik olarak artık bir kategori haline getirilmesiyle, “yeniden üretim alanı” (a.g.e.: 260) olarak, “komuta ekonomilerinde” kayıtlı olanlar gibi yıkıcı ekolojik etkilerle sonuçlandığını iddia etti. Yok sayılmak veya reddedilmek yerine, kadınların bedenleri, belirli sosyal ilişkilerin dayatıldığı maddi temel olarak anlaşılmalıdır: ‘Cinsiyetin biyolojik farklılıkları – Mellor’un yazdığı gibi – insan davranışını belirlemez; onlar, yeniden üretim ilişkilerinde yer alması gereken yeniden üretim güçleridir.’ (a.g.e.: 261). Aynı zamanda feminizm, kadınların “toplumdaki biyolojik/sosyal konumlarını (…) doğal ve sosyal arasındaki yanlış sınırları aşarak alternatif bir dünya görüşü üretmelerini sağlayan belirli bir bakış açısı olarak” kullanmalarına izin verdi (a.g.e.:262). Bu, modern ekonomik büyümenin, bazı insanların, kıtlıktan, diğer insanlar ve insan olmayanlar pahasına kurtulduğu bir süreç olarak görülmesine izin verdi. Kolektif mücadeleler yoluyla, doğal olanın özerk failliğine ve onunla karşılıklı bağımlılığımıza saygı gösterirken, “sosyal dünyamızı eşitlikçi ilkeler üzerinde yeniden inşa edebiliriz” iddiasında bulundu (a.g.e.: 263).
Bu teorik bakış açısından, materyalist ekofeministler, ekonomik değerin baştan sona yeniden değerlendirilmesini savundular. Küreselleşme ve Dehşetleri (Globalization and Its Terrors) kitabında, örneğin Teresa Brennan (2000,2003) Marx’ın değer teorisini yeniden gözden geçirerek, “paraya değer katmanın, ürün ve hizmetlere canlı doğanın (insan ve insan olmayan) girdisini nasıl gerektirdiğine” (Charkiewicz, 2009: 66) işaret etti; sadece emek değil, doğa da maliyetinden fazlasını verir; sermaye, hem emeğin hem de doğanın yeniden üretiminin maliyetini üçüncü şahıslara – kadınlara, sömürgeleştirilmiş ve ırksallaştırılmış öznelere – aktarır. Bu, örneğin, hem zehirli atıkların atıldığı hasta bedenleri (ve bölgeleri) hem de onlarla ilgilenmek için gereken ekstra emeği üretir. Marshall Adaları’ndan (De Ishtar, 2009) Nijer Deltası’na (Turner ve Brownhill, 2004) ve diğer sayısız hikâye aracılığıyla, ekofeminist aktivistler ve bilim insanları, Antroposen’de hastalık ve ölümün nasıl maliyetleri büyük ölçüde ‘kadınlar, doğa ve koloniler’ tarafından karşılanan yüksek düzeyde sanayileşmiş/askerileşmiş bir ilerleme modelinin etkileri olduğuna işaret ettiler. Bu perspektifi benimseyen Ariel Salleh, ‘somutlaşmış borç’, yani ‘kuzey ve güneyin, kapitalizmin gelecekteki işgücü de dâhil olmak üzere üretim koşullarını bize değerler sağlayan ve yeniden üreten ücretsiz yeniden üretim işçilerine borçlu olduğu’ kavramını önerdi (Salleh, 2009). : 4-5). Bu borcun, diğer iki borçla birbirine kenetlenmiş olarak görülmesi gerektiğini ileri sürdü: hem ücretli hem de ücretsiz emek yoluyla (örneğin kölelerden) işçilerden elde edilen artı değer için kapitalistlerin borçlu olduğu “toplumsal borç”; ve “sanayileşmemiş halkların doğal üretim araçlarının veya geçim kaynaklarının doğrudan çıkarılması için” sömürgeci ülkelerin sömürgeleştirilmiş ülkelere borçlu olduğu “ekolojik borç” (Salleh, 2009: 4-5). Salleh’in somutlaşmış materyalizm dediği bu yaklaşım Antroposen’e ilişkin materyalist bir ekofeminist anlatı geliştirmeye olanak tanır: bu, ekolojik krizin küresel bir sömürü sistemi tarafından işletilen üç hırsızlık biçiminin birbirine bağlanmasından kaynaklandığını gören bir anlatıdır.
Somutlaşmış borç, geçimlik tarım ve toplayıcılığın yanı sıra hem kentsel hem de kırsal çevrelerin bakımının, üretim koşullarını sağlamada ev işini tamamlayan ücretsiz yeniden üretim işi biçimleri olduğu gerçeğine işaret eder. Bu çalışmayı çevresel yeniden üretim, yani insan dışı doğayı insan üremesine uygun hale getirirken aynı zamanda onu sömürüden koruma ve doğanın kendi yeniden üretimi için koşulları, şimdiki ve gelecek nesillerin ihtiyaçları için güvence altına alma çalışması olarak adlandırabiliriz. Materyalist ekofeminizm, bunu kapitalist olmayan, yani değer odaklı olmayan, ancak müşterekleştirme ve adalet ilkeleriyle yönetilen bir çalışma olarak kabul eder. Eko-kapitalist modernleşmeyle aralarındaki temel fark, Salleh’in (eko-verimlilik yerine) eko-yeterlilik olarak adlandırdığı bir ilkeye, yani kârdan ziyade insan ihtiyaçlarının sağlayıcısı olarak insan dışı doğayla çıkarılabilir olmayan bir ilişkiye dayalı olmasıdır. Eko-yeterliliğin, iklim ve ekolojik borcun gerçek yanıtı olduğunu öne sürer. Finansal borcun iptali ile birlikte ve küresel olarak benimsenirse, daha yoksul ülkelerde çıkarmanın devam etmesinin durdurulması ve ekolojik bozulmadan olası toparlanmalarının durdurulması anlamına gelir ve (Yasuni ITT girişimi tarafından talep edildiği gibi) ‘petrolün toprakta kalmasına’ ve yerel özerkliği ve kaynak egemenliğini geliştirmeye izin verir. Feminist bir perspektiften, Salleh, küçülmenin dünyanın endüstriyel işçi sınıfları için de, yani, bir üretkenlik ve tüketimcilik sistemine hapsolmuş cinsiyet/cinsiyetli ve ırksallaştırılmış ücretli emek için yani tatmine giden tek olası yol olarak bir kurtuluş anlamına gelebileceğini, iddia etmektedir.
Bu doğrultuda, materyalist ekofeministler, kapitalist modernitedeki kadınların yeniden üretim emekçileri olarak, toplumsal konumlarından başlayarak ekolojik çelişkileri yalnızca somutlaştırmakla kalmadıklarını, aynı zamanda bunlara karşı koyduklarını ileri sürdüler: feminist bir deyişle, mutfak masasından direniş örgütlediler. (Merchant 1996, 2005; Fakier ve Cock, 2018). Bu, kapitalist modernitenin içinde ve karşısında ve özellikle bir müşterekler siyaseti çevresinde yazılı olan alternatif özneleri kavramsallaştırmaya izin verir. Materyalist ekofeministler, kadınları müştereklerin birincil savunucuları olarak gördüler, çünkü onlara göre, doğal ve yapılı çevrelerin (toprak, su, ormanlar, balıkçılık, hem de hava, peyzajlar ve kentsel alanlar) herkes tarafından erişilebilir olmasını ve korunmasını savunmak, yeniden üretim işinin mülksüzleştirmesine ve aşağılayıcı koşullarına karşı bir emek direnişi biçimi olduğu için, bu işin maddi temelini oluşturur. Bunu yaparken, birçok kırdan ve kentten birçok kadın ‘doğanın tümüyle ticarileşmesinin önünde duran, kapitalist olmayan bir arazi kullanımını ve geçim odaklı bir tarımı destekleyen temel toplumsal güç olmuştur’ (Federici, 2009); bu, dünya çapındaki kadınların neden kentsel çiftçilik, ağaca sarılma ve ağaç dikme eylemleri, nükleer ve madencilik karşıtı seferberlikler, yıkıcı mega projelere, su özelleştirmesine, zehirli atık depolama alanlarına ve benzeri eylemlere karşı ön saflarda yer aldığını da açıklamaktadır (Gaard). , 2011; Rocheleau ve Nirmal 2015). Carolyn Merchant (1996) bu faaliyeti toprakbakımı (earthcare) olarak adlandırmıştır.
Birçoğu bunu özcü bir iddia olarak eleştirdi ve ‘doğa, başkalarını önemseme ve çevre ile cinsiyet/toplumsal cinsiyet ilişkisi arasındaki rahatsız edici bağ etrafında’ bir tartışma körüklendi (Bauhardt, 2019); Christine Bauhardt’ın yazdığı gibi, “Mesele, kadın bedeninin özselleştirilmesi değil, bakım emeğinin pratiğidir” (a.g.e.: 27). Bununla birlikte, materyalist ekofeminizm, kadınların hem tarihsel olarak hem de günümüzde küresel yeniden üretim ve bakım-veren sınıfının büyük çoğunluğu olarak tanınması gerektiğinde ısrar etmektedir. Kadınlar sınıfsal ve diğer toplumsal farklılaşmalarla açık bir şekilde kesişiyor olsalar da, kadınları küresel proletaryanın büyük bir çoğunluğu olarak ve bedenleri ve üretken kapasiteleri sermaye ve kapitalist kurumlar tarafından sahiplenilmiş bir emekçiler sınıfı olarak görmek için bazı temel düzeyde tanımlayıcı (normatif değil) bir genellemeye ihtiyaç vardır. Bu perspektiften, kadınların çevresel özneliği, yeniden/üretim araçları (ve koşulları): kendi bedenleri ve insan-dışı çevre üzerinde kontrolü yeniden talep eden politik öznelerinki haline gelir. Başka bir deyişle: eğer emek gücünün ortak üreticileri olarak kadınlar ile insan dışı doğa arasındaki bağ, kapitalist yeniden üretim ilişkileri aracılığıyla toplumsal olarak kurulmuşsa, o zaman kadınların çevresel ve yeniden üretim mücadeleleri genel sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görülmelidir.
Sosyalist ekofeministler için bu, modern ekonomik büyüme paradigmasını reddetmeyi gerektirir, çünkü ikincisi hem yeniden üretimi hem de ekolojiyi üretime tabi kılmıştır ve bunları kapitalist birikimin araçları olarak görmektedir. Bu, materyalist ekofeminizmin çok temel bir ilkesi olarak kabul edilebilir: Mary Mellor’un (1996: 256) belirttiği gibi, ‘üretimi hem yeniden üretimden hem de doğadan ayırarak, ataerkil kapitalizm biyolojik ve ekolojik parametreleri göz ardı eden bir “sahte” özgürlük alanı yaratmıştır’; gerçek bir ekolojik sosyalizmin, üretimi yeniden üretime ve ekolojiye tabi kılarak bu düzeni tersine çevirmesi gerektiğini iddia etmektedirler (Merchant, 2005). Mevcut ekolojik krizin yıkıcı boyutu karşısında, Toplumsal Yeniden Üretim Teorisi ve küresel feminist hareketteki son gelişmeler, bu bakış açısını benimsemek için somut olasılıklara işaret etmektedir (Batthacharya, 2017; Arruzza, Batthacharya ve Fraser, 2019; Fraser, 2014). Örneğin küresel kadın grevi, yalnızca ev işi üzerinde değil, aynı zamanda kapitalist endüstriyel modernitenin kadınlara ve diğer geride bırakılmış/dişilleştirilmiş öznelere dışsallaştırdığı toprakbakımı çalışmaları hakkında da bir mücadele olarak görülebilir, böylece üretim ve yeniden üretim ilişkilerini kökten dönüştürmek için kapitalist/endüstriyel ve askeri şiddete meydan okumuş olur.
Sosyalist ekofeminizm, politik öznelleştirme için paha biçilmez bir araç olarak yapılandırılır; ancak, kadınlar hakkında genelleştirilmiş bir iddia olarak değil, daha çok belirli politik tepkiler üreten ve günümüzde yeni politik olanaklar yaratan maddi yeniden/üretim ilişkilerinin eleştirel bir analizi olarak alınmalıdır. Sömürgeci/kapitalist cinsiyetçi işbölümü, acımasız normatifliği ile, kurtuluşa giden güçlü bir itici güç olarak görmezden gelinemeyecek kadar çok sayıda dünya kadınını ezdi ve ezmeye devam ediyor. Elbette pek çok kadın, yalın feminizmi ve eleştirel olmayan tüketim kalıplarını ve arzularını benimseyerek veya ev kadınlığını ve erkek maaşına bağımlılıklarını kabul ederek modernite ve ilerlemenin temel modeline abone oldu. Tüm tarihsel özneler gibi, kadınlar da kendi seçimleri olmayan koşullardan kaynaklansa bile seçimler yaptılar. Aynısı, tarihsel materyalizmin geleneksel olarak sermayenin mezar kazıcıları olarak gördüğü erkek işçiler için de geçerlidir. Mellor’un (1996) tekrar belirttiği gibi, yeniden üretim emeğinden ve onun ekolojik potansiyelinden bahsetmek, endüstriyel emek ve onun devrimci potansiyeli hakkında konuşmaktan daha özcü değildir: daha ziyade, kadınların (çoğunun) küresel işbölümünde bulunduğu tarihsel olarak belirlenmiş koşulları tanımak, kapitalist modernitede emek ve toplumsal cinsiyetin kesiştirilmesinin belirli yollarını kabul etmek ve ev içi ve geçimlik çalışmanın üretken olmayan veya edilgen olduğuna dair derinlere kök salmış anlayışlara uymayı reddetmek anlamına gelir.
Tarihsel materyalizmi ekofeminizmle birleştirmek, Antroposen’e yeniden üretim emeği perspektifinden, yani maddi ve maddi olmayan ihtiyaçları içinde yaşamı sürdürme işi açısından bakmamıza yol açar. Kendi mantığıyla, yeniden üretim emeği, soyut toplumsal emeğe ve yaşamı başka amaçlar doğrultusunda nesneleştiren ve araçsallaştıran her şeye karşı çıkar. Yaşamın kendisi, (insan olan ya da olmayan) yeniden üretim emeğinin bir ürünüdür. Aynı zamanda, kapitalizm bu emeği artan metalaştırmaya ve nesneleştirmeye tabi tutar: bu, yeniden üretim emeğinin Para-Meta-Para değer döngüsüne doğrudan veya dolaylı olarak dâhil olması kadar bir çelişki yaratır. Kapitalizm böylece yeniden üretim güçlerinin yaşamı zenginleştiren potansiyellerini azaltır ya da yok eder, onları birikim araçlarına dönüştürür. Bu süreç, gereğinden fazla iş ve enerji alarak ve onları bitkin bırakarak hem işçiyi hem de çevreyi tüketir. Tithi Batthacharya’nın (2019) belirttiği gibi: ‘Hayat kurmak, kâr etmenin zorunluluklarıyla giderek daha fazla çatışıyor’.
Sonuçlar
Modernitenin temel modeli, kapitalist/endüstriyel modernitenin kurucusu olmakla birlikte, onunla tamamen örtüşmez. Bir yandan kapitalizm, hem insani hem de insan dışı çalışmalardan değer elde etme kapasitesi olarak modernite kavramını yeniden şekillendirirken bu rasyonalite modelini benimsemiştir; diğer yandan, temel özellikleri (veya bir kısmı) kapitalist olmayan, yani değer odaklı olmayan sosyal sistemlerde de bulunabilir. Sovyet bloğu ve Çin’de deneyimlenen devlet sosyalizmi veya Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’daki bazı sömürge sonrası versiyonları, sömürgecilik/ırkçılık, heteropatriyarka/cinsiyetçilik ve/veya insan üstünlüğü/türcülüğün çeşitli tarihsel kombinasyonlarını korumuştur. Yerelden küresel ölçeğe kadar derinden kök salmış politik-ekonomik yapılar, modernitenin temel modelini ortadan kaldırmaya yönelik her türlü girişime karşı çıkmaktadır, öyle ki devlet oluşumlarında henüz bir karşı-temel model bulunamamaktadır. Yine de iklim adaleti için en iyi umutlarımız onunla birliktedir, bu nedenle alternatif, çoklu ve sürdürülebilir modernite biçimleri geliştirmek için mümkün olan her şekilde bir karşı-temel eleştirisi uygulamamız gerekmektedir.
Sosyalizmin eko-modernist ikilemi, ancak tüm çalışma biçimlerinin yaşamı destekledikleri sürece eşit değere sahip olduğu bir politik ekonomi görüşünü benimsemekle aşılabilir. Sosyalist eko-feminizm, kapitalizmin dünya ölçeğinde ataerkillik, ırkçılık ve türcülük ile kesiştiğine işaret ederek, ekolojik geçişi “sistem değişikliği” için farklı mücadelelerin bir kesişimi olarak görmeye izin verir. Bu vizyonu ciddiye almak, sosyalist örgütlerin kendilerini üretim güçleri ve GSYİH büyümesi ile miras kalan takıntılarından kurtarmalarına – modernitenin kapitalist/endüstriyel versiyonu – ve gerçek bir ekolojik devrim tasavvur etmelerine yardımcı olabilir.
Kaynakça
Arruzza, C., Bhattacharya, T., and Fraser, N. (2019). Feminism for the 99 percent: a manifesto, London: Verso.
Barca, S. (forthcoming). Forces of Reproduction. Notes for a counter-hegemonic Anthropocene. Cambridge (UK): Cambridge University Press
Barca, S. (2019). Labour and the ecological crisis: The eco-modernist dilemma in western Marxism(s) (1970s-2000s), Geoforum Volume 98, January 2019, pp. 226-235
Barca, S. (2010). Enclosing Water. Nature and Political Economy in a Mediterranean Valley, 1896-1916. Cambridge: White Horse Press
Batthacharya, T. (2017). Social reproduction theory: remapping class, recentering oppression, London: Pluto Press.
Batthacharya, T. (2019). Three ways a green new deal can promote life over capital. https://jacobinmag.com/2019/06/green-new-deal-social-care-work
Bauhardt, C. (2019). Nature, care and gender: feminist dilemmas. In C. Bauhardt and W. Harcourt, eds., Feminist political ecology and the economics of care: in search of economic alternatives, London: Routledge, pp. 16–35.
Brennan, T. (2000). Exhausting modernity: grounds for a new economy, London: Routledge.
Brennan, T. (2003). Globalization and its terrors: daily life in the West, London: Routledge.
Charkiewicz, E. (2009). Who is the “He” of he who decides in economic discourse? In A. Salleh, ed., Eco-sufficiency & global justice: women write political ecology, London: Pluto Press, pp. 66–86.
Crutzen, Paul J., and Eugene F. Stoermer. 2000. “The ‘Anthropocene.’” Global Change Newsletter, no. 41: 17–18.
De Ishtar, Z. (2009). Nuclearised bodies and militarised space. In A. Salleh, ed., Eco-sufficiency & global justice: women write political ecology, London: Pluto Press, pp. 121–139.
Di Chiro, G. (2017). Welcome to the white (M)anthropocene? In S. MacGregor, ed., Routledge handbook of gender and environment, London: Routledge, pp. 487–505.
Fakier, K., and Cock, J. (2018). Eco-feminist organizing in South Africa: reflections on the feminist table. Capitalism Nature Socialism, 29(1), 40–57. http://doi.org/10.1080/10455752.2017.1421980
Federici, S. (2004). Caliban and the witch, Brooklyn, NY: Autonomedia.
Federici, S. (2009). The devaluation of women’s labour. In A. Salleh, ed., Eco-sufficiency & global justice: women write political ecology, London: Pluto Press, pp. 43–65.
Federici, S. (2010). Feminism and the politics of the commons in an era of primitive accumulation. In C. Hughes, S. Peace, and K. V. Meter, eds., Uses of a whirlwind: movement, movements, and contemporary radical currents in the United States, Oakland, CA: AK Press, pp. 283–294.
Ferguson, S. (2019). Women and work feminism, labour, and social reproduction, London: Pluto Press
Fraser, N. (2014). Behind Marx’s hidden abode. New Left Review, 86, 55–72.
Gaard, G. (1993). Living interconnections with animals and nature. In G. Gaard, ed., Ecofeminism: women, animals, nature, Philadelphia, PA: Temple University Press, pp. 1–12.
Gaard, G. (1997). Toward a queer ecofeminism. Hypatia, 12(1), 114–137. http://doi.org/10.1111/j.1527-2001.1997.tb00174.x
Gaard, G. (2011). Ecofeminism revisited: rejecting essentialism and re-placing species in a material feminist environmentalism. Feminist Formations, 23(2), 26–53.
Gaard, G. (2015). Ecofeminism and climate change. Women’s Studies International Forum, 49, 20–33. http://doi.org/10.1016/j.wsif.2015.02.004
Giacomini, T. (2018). The 2017 United Nations climate summit: women fighting for system change and building the commons at COP23 in Bonn, germany. Capitalism Nature Socialism, 29(1), 89–105. http://doi.org/10.1080/10455752.2018.1434217
Goodman, J., and Salleh, A. (2013). The ‘green economy’: class hegemony and counter-hegemony. Globalizations, 10(3), 411–424. http://doi.org/10.1080/14747731.2013.787770
Gregoratti, C., and Raphael, R. (2019). The historical roots of a feminist ‘degrowth’: Maria Mies and Marilyn Waring’s critiques of growth. In E. Chertkovskaya, A. Paulsson, and S. Barca, eds., Towards a political economy of degrowth, London: Rowman & Littlefield International, pp. 83–98.
Harcourt, W., and Nelson, I. L. (2015). Practising feminist political ecologies: moving beyond the “green economy”, London: Zed Books.
Jochimsen, M., and Knobloch, U. (1997). Making the hidden visible: the importance of caring activities and their principles for any economy. Ecological Economics, 20(2), 107–112. http://doi.org/10.1016/S0921-8009(95)00099-2
Kirchhof, A. M., and McNeill, J. R. (2019). Nature and the iron curtain: environmental policy and social movements in communist and capitalist countries, 1945–1990, Pittsburgh, PA: University of Pittsburgh Press.
MacGregor, S. (2017). Gender and environment: an introduction. In S. MacGregor, ed., Routledge handbook of gender and environment, New York, NY: Routledge, pp. 1–24.
Mellor, M. (1996). Ecofeminism and ecosocialism: dilemmas of essentialism and materialism. In T. Benton, ed., The greening of marxism, New York, NY: Guilford Publications, pp. 251–267.
Merchant, C. (1980). The death of nature: women, ecology, and the scientific revolution, London: Wildwood House.
Merchant, C. (1989). Ecological revolutions: nature, gender, and science in New England, Chapel Hill, NC: University of North Carolina Press.
Merchant, C. (1996). Earthcare: women and the environment, London: Routledge.
Merchant, C. (2005). Radical ecology: the search for a livable world, London: Routledge.
Mies, M. (1986). Patriarchy and accumulation on a world scale: women in the international division of labour, London: Zed Books.
Oxfam International. (2019). Women defenders of the land and the environment: silenced voices. https://www.oxfam.org/en/women-defenders-land-and-environment-silenced-voices
Pietilä, H. (2006). The constant imperative: provisioning by cultivation and households, Presented at the The Ninth Biennial Conference of the International Society for Ecological Economics, New Delhi. http://www.hilkkapietila.net/articles/en/economy/ISEE_Delhi2.doc
Plumwood, V. (1993). Feminism and the mastery of nature, London: Routledge.
Rocheleau, D., and Nirmal, P. (2015). Feminist political ecologies: grounded, networked and rooted on earth. In R. Baksh and W. Harcourt, eds., The Oxford handbook of transnational feminist movements, Oxford: Oxford University Press, pp. 793–814.
Salleh, A. (2009). Ecological debt: embodied debt. In A. Salleh, ed., Eco-sufficiency & global justice: women write political ecology, London: Pluto Press, pp. 1–41.
Salleh, A. (2017). Ecofeminism as Politics: Nature, Marx and the Postmodern, 2nd edn, London: Zed Books. (Original work published 1997)
Turner, T. E., and Brownhill, L. S. (2004). Why women are at war with Chevron: Nigerian subsistence struggles against the international oil industry. Journal of Asian and African Studies, 39(1–2), 63–93. http://doi.org/10.1177/0021909604048251
Waring, M. (1999). Counting for nothing: what men value and what women are worth, 2nd edn, Toronto: University of Toronto Press. (Original work published 1988)